Raziye ÇAKIR
Tarih: 20 Ekim 2020
Kim ne yazarsa yazsın, sosyolojik ajanslar ne gibi anket sonuçları açıklarsa açıklasın, 2021 Martında yapılacak olan seçimlerde hangi partilerin Halk Meclisine gireceği henüz belli değil. Çünkü “Trend” gibi otorite sahibi ajanslar bile, ne sebeptense, tarafsız ve objektif (nesnel) olamıyor. Kendilerine baskı yapılıp yapılmadığını da açıklamaktan çekiliyorlar.
Mesela, 3 – 10 Ekim tarihleri arasında yapılan ankette, TREND 5-7 partinin parlamentoya girme ihtimalinden söz etti. Tsvetan Tsvetan’ov’un kurduğu ve yönetimine Pomaklardan Satafçalı Kemal Tinev’i ve Türklerden Şumenli Günay İsmailov’u da katıldığı “Cumhuriyetçi Bulgaristan” partisi anket listesine alınmamış.
Çalan hep eski davul eski zurna: GERB % 24,1; BSP % 23,6; Slavi Trıfonov’un “Var Böyle Bir Halk!” 15,9 ve HÖH-DPS ile “Demokratik Bulgaristan” partilerinin sandalyeleri ısıtılıyor. Ayrıca Maya Manolova’nın “Diril Bulgaristan” partisi ve “Milliyetçiler Birliği” (bugünkü iktidarın faşist ortakları” da kapı dışında kuyruktalar. Bu ankette “Cumhuriyetçi Bulgaristan” partisinin klasman dışı kalmasına aklım ermiyor. Çünkü GERB saflarından “Cumhuriyetçi Bulgaristan” partisine akım var. Politik dengeler değişiyor. Yeni parti “merkez sağda yer alarak” orta direk durumuna geliyor.
İkinci önemli olay da, “Demokratik Bulgaristan” hareketinin İngiltere, Fransa, Almanya, Hollanda gibi ülkelerde gurbetçiler ve öğrenciler arasında çok aktif çalışması dikkati çekti. Bulgar Seçim Yasasındaki son değişiklere dayanarak, aynı bölgede yaşayan Bulgaristan vatandaşlarından her yerleşim yerinde yeni bir sandık açılması için 60 imza toplayıp yüze yakın yeni seçim sandığı açılması isteği imzalandı ve konsolosluklara sunuldu. Çok olumlu bir gelişmeler güç topluyor ve “Demokratik Bulgaristan” hareketinin Mart 2021 seçimlerinde Batı Avrupa ülkelerindeki seçmenlerimizden 100 000 oy alması için hazırlıklar sürüyor.
***
Gençleri anlamamak elde değil. Yeni öğrendim toplumun iplerini çekecek kadro yetiştirme işi artık aşırı pahalı olmuş. ABD Masaçuses Teknik Üniversitesinde bir sömestr eğitimin bedeli 140 bin US Dolar olmuş. 5 yıllık öğrenim masrafı 3 milyon US Dolar. Bizde böyle bir parayı ödeyebilecek aile olduğunu sanmıyorum. Batıda okuyup Sofya’da gösteri yapanların tutumuna anlam vermeye başladım. Hem parayı say oku ve sonra bir de iş bulama…
***
Bu seçimlere 6 ay kala Bulgar toplumunda birkaç konuda çok ciddi tartışmalar yürütüldüğüne tanık oluyoruz.
Kapışma aynı zamanda biz Türkler ve Müslümanlarla da ilgilidir.
Örneğin, “Cumhuriyetçi Bulgaristan” partisi kurucu belgelerinde “Son yıllarda dikkatimizi çeken, toplumumuzdaki parçalanmışlığının aşılması amacıyla Bulgaristan’daki tüm etnikleri birleştirmeye çalışacak.” Yazıyor.
Bu sözlerin anlamı nedir?
Önce şunu belirteyim. Bulgaristan toplumu birçok kritere (kıstasa, ölçüte ve ilkeye) göre ve değişik zamanlarda parçalanmıştır. Bulgar Türk, Müslüman Hıristiyan, Köylü Kentli, Bulgar olmayı kabul eden ve etmeyen, gözü Ankara’ya bakan veya bakmayan bu ayırım ilkelerinin en başında gelenlerdir. Soykırım denemesinden, terör ve şiddet için tazminat isteyen ve istemeyen, katillerin cezalandırılmasını isteyen veya istemeyen, Bulgarca biliyor ve bilmiyor gibi ayrım ilkelerimiz klasikleşmiş ve değişmez nitelik almıştır. Bulgaristan’da Türkçe okul açılsın mı açılmasın mı problemi bizi ikiye değil, bilmem kaça parçalayan bir sorundur. Çocuğum ana okulunda, okul kantininde domuz eti yesin – yemesin, yiyemez, donanımı çok zayıf Türkçe dersine girsin girmesin gibi yeni konumların ağırlığı günümüzde belirleyicidir. Olumsuzluklara tepki gösteren ve göstermeyenler gibi de bir ayırım var. Ama bu bizim kendi aramızda.
Politik alanda, 1929 yılından başlayarak 1990 yılına kadar hep Bulgar partilerine oy verdik, çünkü kendi partimizi kurdurmuyorlardı, şimdi Türk partimiz var, Bulgar partileri bizden oy istiyor, verelim mi vermeyelim mi? Yeni fışkıran konu budur? Bulgaristan Türklerinin kendilerinin kurdukları ve 30 yıl ayakta tuttukları Türk partisinden soğumaları ve partiden uzaklaşmaları sürecinin güç toplamasıdır.
Soru: Bir Bulgar partisi bizim haklarımızı savunur mu savunmaz mı?!
***
Bulgarlarla farklılığımız ilkeseldir. Bulgar devletinin ötekileştirme, hor görme ve kışkırtma, göçe zorlama ya da muhbirliğe kazanma gibi siyasetleriyle yıllarca sürekli derinleşmiştir. Kim ne derse desin çok değişik nedenli parçalanma var aramızda. Çünkü hor görülen hep biz olduk. Hakkı yenen biziz. Kullanılan biz olduk ve şimdi sıkıştılar ve bizi yeniden kazanmak istiyorlar. Birleşme, yakınlaşma, onlara oy verme şartlarımız ne olabilir?
“Demokratik” Bulgaristan” ve “Cumhuriyetçi Bulgaristan” partilerinden 30 yıldan beri ilk defa bize “aman gelin, dargınlıkları unutalım” anlamında el uzatanlar var.
Bu da Bulgarların kendilerinin icat ettiği bir şey değil tabii.
Geçen yüz yılın kan gölü olan Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ve ardından gelen İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) Dünyasını “kurbanlar” ve “katiller” olarak ikiye ayırmıştı. 1984-1989 yılları arasında s.o. “soykırım yıllarında” aynı ayrım yeniden yaşandı.
Son büyük savaştan 70 yıl sonra “Geçmişimizle münasebetimiz (ilişkimiz) nasıl olmalı!” Soru şudur. Tavrı belirleyenler yalnız son dünya savaşında 100 milyon savaş kurbanının 2. kuşak varisleri olacak kuşkusuz! Bizim “soykırım denemesi” yaralarımız henüz tazedir.
- “Kurbanların” yakınları hiçbir şeyi unutmak istemiyor.
Kanlı olayların her zaman aktüel ve güncelleşmiş yaşaması gereğini savunuyorlar. Bu yalnız savaş kurbanları için değil, “1984-1989 soya dönüş” saçmalığı ve zulüm şehitleri için de geçerlidir. Dünya çapındaki tartışmalarda örneğin özellikle Birleşik Amerika’da kölelik devri suçlularından yani 1619 yılında Angola’dan ilk köle kafilesinin varislerinden hesap sorulması isteniyor. Amerikan kıtasına ilk çıkan Hristofor Kolumb’un anıtları birer ikişer yıkılıyor.
Dedelerinin dedelerinden beri – tam 400 yıldan bu yana – çekilerinin toplu bedelini isteyen Amerikalı siyah derililer 3 trilyon US Dolar kölelik tazminatı talep ediyorlar ki, önümüzdeki yakın bir zamanda Amerikan devletinin çökmesi işten değil…
Bu olaylaa yani “totalitarizm kurbanlarından” hesap sorma meselesini Sofya sokaklarındaki gösterilere ve Başsavcı Geşev’in istifasının istenmesi açısından baktığımızda, Başsavcılığın suçun aranması,, suçların kanıtlanması ve suçluların cezalandırılması yolunu kesmesinde ve bunu yapmaya kalkanları ülkeden nasıl uzaklaştırmasında gizlidir.
Tabii her işte olduğu gibi bu işlerde de sivri akıllılar var. Başsavcı giderse yerine Yüksek Mahkeme yenisini atar, deyip, bir şey söylemiş gibi hava atıyorlar.
Bu nedenle adalet reformu isteği geniş kapsamlıdır. Başsavcının hemen istifa etmesi ve sorguya alınması gerçekleştirilecek olan değişikliklerden ancak birisidir. Ve olması için mücadele edilen Adalet Reformu olduktan sonra da “suçluların aklanması söz konusu olamaz”. Olmamalıdır!
- “Suçluların” sorunları ise evrensel (üniversal) insan hakları kapsamına alınarak aklanmak isteniyor. Azınlık haklarından ve ortak haklardan ise söz eden yok.
“Evrensel insan hakları” dendiğinde anlaşılması gereken bir kişinin tüm diğerlerden ne daha az ne de daha fazla hakkı olmamasıdır. Toplumda “ayrıcalıklı insan olmaması” sorunudur bu.
Soruyorum: “Katiller evrensel insan haklarına kavuşunca ve yıllar önce yakınlarını öldürdükleri mağdur insanlarla aynı mahallede hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya başladıklarında bunun adı “adalet mi olacak? Adaletsizlik olmuyor mu?” İnsan haklarını milli haklar düzeyinde görenler, azınlık haklarını dikkate almak istemiyorlar. Vatandaş hakları da kendiliğinden azınlık haklarını kapsamıyor. Çifte standart oluşuyor. Azınlık mağdur kalıyor. Peki neden?
Bulgaristan’da günde 24 saat Rus TV programı vardı.
Program açılışında, Sovyet sömürgesi olduğumuz anlaşılmasın diye olacak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği – SSCB – “Milli Marşı”” yerine, “Uçsuz bucaksızdır güzel memleketim” şarkısı orkestra eşliğinde Rusça olarak çalınıyordu. Unutamam, birinci dörtlüğü şöyleydi:
“Uçsuz bucaksızdır güzel memleketim,
Ormanları, ovaları ve ırmakları boldur.
Senin gibi bir ülke yoktur hiçbir yerde,
Nefes edemem böyle başka bir yerde.”
Ve bu şarkının sözleri Stalin terörünün kol gezdiği yıllarda yazılmış ve bestelenmişti ve ülkemizde kiremit ve oluklardan kan damladığı yıllarda her gün defalarca çalınıyordu.
Ve her gün hayatımızda yeni çizgiler çiziliyor, bunlardan kimileri asfalt üstüne çizilen beyaz şeritler gibi, ama bazıları kırmızı ve beynimize çiziliyordu. 20. Yüz yıl katillerine 21. Yüzyılda dokunulamaz çizgisiydi bu. Bundan sonra devirler değişiyor, devir hakkın hukkukun devri geliyor, yani kısaca ilahi adalet gelmiş kapıda bekliyor…
Hangi parçalanmışlığın birleştirilmesi söz konusudur?
Hangi parçalanmanın birleştirilmesi söz konusudur sorusu cevap bekliyor?
Bize göre en derin parçalanma 1879’da III. Bulgar devleti kurulurken olmuştur.
O zaman 1878 Berlin Konferansı kararlarıyla Bulgaristan’da yaşayanlar Osmanlı tebaasından çıksın ve Bulgar prensliği vatandaşı olsun ve ortak devletinizi kurun kararlarını Bulgar iradesi biz çaldı. Türklere oranla azınlık olmasına, Berlin Konferansında temsilcileri olmamasına rağmen Bulgarlar, “Devleti Biz Kuracağız!” dediler. Ve o zaman Bulgar toplumu bir daha bir bünyede buluşamamak, toparlanıp toplanamamak üzere çok ciddi bir şekilde parçalandık. Bulgarlar ağaç olmayı ve meyvelerini de toplamayı seçtiler ve tüm diğer azınlıklara ve vatandaşlara ancak alaca gölgede serinleme hakkı bıraktılar.
Oysa 1879 seçimlerinde Prensik topraklarında yaşayanların % 52’si Müslümandı. Devlet kurma hakkı çoğunluğun ise, onların olmalıydı. Bir de tarih boyu kırılmış ve dimdik bir devlet dikememiş Bulgarlar yerde sürünürken nasıl devletleşeceklerdi?
Türk azınlıkların devlet kurmaya ve devletin içinde yer almaya, kurumlarında temsilcilerini görevlendirmeye doğal ve yasal hakkı olmalıydı.
Tırnova meclisine 9 Türk dışında Bulgarlar dolmuştu. Başbakan ve bakanların hepsi Bulgar seçilmişti. Türkler başta olmak üzere diğer azınlıklar Bulgar devlet ağacının ancak etrafında, gölgesinde kaldılar. 1990’dan sonra yani HÖH partisinin politik partiler sahnesine çıkmasından sonra 20-30 Türk’e devlet ağacına tırmanma ve meyvelerinden koparıp tatma hakkı tanındı. İstediğin kadar “yiyebilirsin” hakkı yalnızca KGB-haini Ahmet Doğan’a tanınmıştır.
Bulgarların gönlünden böyle cömertlik kopmaz, kopamaz, kopmamıştır, çok sıkıştıkları an onlara bu akılı dışardan biri vermiştir demek istiyorum. Siz şimdi hemen bana, biliyorsan yaz, hemen yaz ki öğrenelim diyeceksiniz. Olan olay 1990’ öncesindendir.
Okuduğum kitaplar beni, Güney Afrika Cumhuriyeti’ne (GAC) götürdü. Bulgaristan Türklerinin kahramanı şair Nuri Adalı kadar tam 24 yıl hapiste kalan Nelson Mandela, 1994-1998 yılları arasında Güney Afrika Cumhuriyeti Cumhurbaşkanıydı. Halk oylamasıyla seçilmişti. GAC dünyanın en ırkçı ülkesiydi. O, Başkanlığa halk oylamasıyla seçildi. İç savaş patlamamıştı. BUNU BULGARLAR OKUMAMIŞMIDIR…
Bu olay beni çok düşündürmüştü. Genelde ırkçıların iç savaş çıkarması işten değildi. Mandela iş savaş kapısını kapayan lider oldu.
Çok ilginçtir. 1989’un son günlerinde karlı bir kış günüydü. Sofya Meclisi’nin tam ardında biri belirdi, polis aracından inmişti. O, daha o zaman kendisini kimsenin tanımadığı, Medi DOGANOV bugünkü Ahmet Doğan’dı. Bulgar milisya arabasıyla gelir mikrofonu Bulgar polisinden alır ve şunları söyler, söyletirler…
“Ben kişisel haklarınızın, isim ve din haklarınızın garantörüyüm” dedi. Şu dünyada hiç bir mahkeme canlı bir insanın garantörlüğünü kabul etmez. Yasalarda canlı garantörlük kabul edilir gibi bir madde yoktur. Onun yanındaki gizli polis subayları, generaller, diplomatlardan hiç biri, “hadi be, canlı insandan garantör mu olurmuş?” demedi.
Nelsen Mandela’nın hayatını okurken, hapis yıllarını geçirdiği, denizin ortasındaki bir adacıkta taş kırarken, gizli kurduğu temaslarla yapı ustalarının “Mason Örgütü” üyesi olmuş.
Gizli Masonlar görüşmelerinde yüzleri maskeli, ama şimdiki “korona virüs” maskesi gibi yalnız ağızda burunda koruyucu bezcik değil, o görüşmelerde yüzü maske başı kukuletalı olduğundan, kimse kimseyi tanımaz. Daha detaylı bilgi için, TRT 1 yapımı “Payitaht-Abdülhamid” dizisinin Cuma saat 20’de gösterilen son bölümlerinde “mason örgütü iyi simgelenmiş”. Öyle bir gelişme ortamında ki, hapishane yıllarında N. Mandel’la GAC Mason teşkilatında milli polis şefleri ve hatta hapishane müdürüyle hep berabermiş ve örgütte onlardan da yüksek rütbeliymiş.
Bunu yazmamın nedeni ise, aynı olayın bizde hain-A. Doğan örneğinde gözlenmesidir. Askerden “onbaşı” rütbesiyle çıkan ve yasala göre sivil polis muhbirlerine rütbe verilmezken, Doğan’ın iplerini çeken “DS” gizli polisi ile KGB – Rus gizli polisi – ikisinin de dağıldığı dikkate alınıldığında, bu arkadaşın tuzunu kuru tutan başka bir örgüt olabileceğini düşündüm. Hele de HÖH-DPS partisi banka hesabından Sofya Mason Örgütü üyelerinden Ahmet Emin, Doğan’ın emriyle ABD bankalarına 20 milyon Dolar çektiği ve sonra da ölüm olayı yaşandığını anımsadıkça, tam bir Mason senaryosu değil mi bu?
Bir de Bulgar Başsavcılığının olayı araştırmak için parmağını kıpırdatmaması, olay, şekerpare üstüne bir kaçık bal, değil mi?
Uzatmayalım. Bu korku insanı adeta bayıltıyor. Dünya 100 yıldır yalanlarla korkularla yönetildiği mi çıkıyor?
***
Olay şu: “Cumhuriyetçi Bulgarlar” partisi Türkleri devlet ağacına tırmanmaya davet edecek mi? Yoksa hepimizi devlet ağacının gölgesine toplayıp rüzgârdan, kurttan kuştan düşen meyvelerle yetinmeye mi zorlayacak!!! Sorun budur.
Mandela örneği, evrensel insan haklarının 2 katlı bir olay olduğunu kanıtladı bize. Bir katta GAC teneke kulübelerinde yetişmiş ve adada taş kıran Madel’anın insan hakları ve 2. katta Mason örgütündeki haklarını görebiliyoruz. Mason örgütü son sözünü söylemeden, GAC siyah derililerinin hepsi onun lehinde oy verse, bazı işlerin olmasının olanak dışı olduğunu ve olamayacağını düşünüyor insan.
Hain-Ahmet Doğan da aynı değil mi? Hapisteyken sözde İhtiman şehrindeki Demir Döküm Atölyesinde kalıptan sıçrayan çürükleri topluyor, aynı zamanda Smolyan çamlıklarında Rus diplomatlarla, sonra “DS” subaylarıyla bu arada kim bilir nerede Bulgaristan’a yerleşen Batılı “Mason” şefleriyle görüşüyor. Ve bütün bunlar Bulgaristan Müslümanlarının en ilkel doğal ve insan haklarının Ahmet Doğan şoparının kişisel haklarının teminat altına alınması ve büyüdükçe garantili olması için yapılıyor. Bizim kuyumuz çoktan kazılmış…
Bulgaristan’da şimdiye kadar tutuklanıp yargılanmış Mason yok. Bunların hayatı garantili. Bu garantiyi sağlayan da Başsavcılıktır. Mafyayı devletten temizleyelim diyenlerin sözlerinin anlamı budur. Burada temizlenecek olan hem korunan ve hem de koruyan cüruftur.
Bulgaristan’da azınlıklar ve azınlıkların eşitliği sistemi 2 dereceli kurulmuştur. Bizde iki farklı kural geçerlidir.
Sofya Sokak ve meydanlarındaki gösteriler 103. gün devam ederken bile, Batı Avrupa ve Amerika Üniversitelerinde okumuş olmalarına rağmen, bağırıp çağıranlar ve onları yönettiklerini sananlar, gerçekleri tüm renkleriyle görmekten ve halka daha açık bir şekilde, 2 dereceli adaletsizliği anlatmaktan acizdirler.
Farklı kuralla çalışan toplumlardaki ayrıma İngilizler “segregation” demişler. Anlamı beli bir amaçla yapılan ayrım, ırk ayrımı. Konumuza ilişkin ayrımda, biz Mandela veya Doğan’ın bilinçli olarak toplum kütlesinden ayırıldığını görebiliyoruz. Bu ayırım belirli bir amaçla yapıldığından dolayı, onlar daha büyük güçler tarafından kullanılmak için yapılır sonucu çıkıyor.
Sekregationun 2. Anlamında ırk veya milli ayrım görebiliyoruz. Getollar veya bizdeki Romen mahalleleri gibi. Serbest dolaşma haklarının, başka milletlerden evlilik yapmalarının sınırlanması bu tür ayrımlardır.
Tabii Bulgaristan gibi ülkelerde “Bir insanın bir milletten biri olması ne anlama geliyor? Bu soru gündemde. Belki de bu insanın utanma hakkına sahibi olmasıdır. Fakat Bulgaristan’da geçmişinden utananlar yok. Öyleyse nasıl anlaşalım? Evrensel insan haklarında nasıl aklanalım?
Kimse geçmişini unutmasın, unutturmasın diyoruz bir yandan.
Geçmişinden sorumlu olduğunu kabul etmeyen kişilerle birlikte olmanın güçlüklerini görüyoruz.
Devam edecek.
“Kovid -19” küresel tehlike olarak kılıç çekti. Korunalım. Ellerimizi birkaç defa sabunla yıkamak, sosyal mesafeyi korumak ve maske takmak ahlakımızın birinci kuralı olsun.
Paylaşanlara özel teşekkürler.