Hamiyet YILDIRIM
Konu: Bir yaralı kuş olsak bile zaman gelir devir döner.
Evvel zaman içinde bir adamın iki çocuğu ile bir karısı varmış. Bu adam zengin dedikçe zenginmiş. Dağda kırmızı çubuklu bağları uzanır, denizde gemileri yüzermiş. Bir gece adamın düşüne sakalı dizine, nuru yüzünde bir ihtiyar gelmiş:
- Başına bir iş gelecek, gençliğinde mi gelsin, kocalığında mı?
Adam durmuş düşünmüş:
- Hele bir karıma danışayım da demiş.
Sabah olmuş, iş-güç derdi derken adam düşünde gördüklerini unutmuş. Akşamdan sonra yiyip içip yatmışlar.
Gene o ak saçlı bir dikilmiş önüne. Eğilip yavaşça.
- Başına bir iş gelecek, gençliğinde mi gelsin, kocalığında mı?
Sabah olunca düşünü hemen karısına anlatmış. Karısı da:
- Gelecekse gençliğinde gelsin, demiş.
Yine akşam olmuş, yemekten sonra uykusu gelen düşüp yatmış. Adam, düşüne gelen pire “Gençliğimde” diye yanıt vermiş.
Bir de ne görseniz. Ev kibrit gibi tutuşmamış mı! Yalınlar evi kül edip bırakmış. Adam temiz yürekli olacak ki, karısı ve çocuklarıyla kurtulmuş. Hiç birinin burnu bile kanamamış. Ve sonradan kara bir haber daha iletmişler: “Bağında çubukların kurudu, denizde gemilerin battı.” Acınmışlar, üzülmüşler ama ne çare! Başa gelen çekilecek bir kez. Üç beş gün komşularda konuk olmuşlar. Bir gün değil, iki gün değil. El bu, üçüncü gün kapıyı gösterir. Adam karısının kulağına eğilip demiş ki:
- Burada ne çalışılabilir, ne geçinebiliriz. Komşuları da fazla yormayalım.
Bize bu illerden gitmek düşer. Adı sanı bilinmedik, duyulmadık yerlere gidelim.
Düşmüşler yola. Az gitmiş, uz gitmiş altı ay bir yıl gitmişler. Gele gele bir köye gelmişler. Köyde garip dostu, insan mı insan, konuksever bir adam varmış. Yer yurdu verip aileyi yerleştirmiş. Adam zamanla köylüye kaynaşmış. Onu köye kır bekçisi tutmuşlar. Adam elinde değnek, sırtında azık torbası dağ-taş dolaşıyor, bağ bahçe bekliyormuş. Bir yol kenarında dalgın dalgın giderken bir kervana rastlamış. El kaldırmış. Kervancı başı kervanı eğlemiş.
- Ne diyorsun? Demiş.
Kır bekçisi:
- Ekili yerleri yaymadan geçip gidin. Hayvanlarınızı ekine, bağ-bahçeye sokmayın.
Kervancı başı?
- Hiçbir çöpüne dokunmayız. Yalnız çamaşırlarım çok kirlendi, yıkatır mısın? Her kaç kuruşsa vereyim.
Kır bekçisi:
- Paranın sözü mü olur. Hay hay. Garibe hizmet görevimdir, deyip alıp götürmüş
Çamaşırları karısına. Sonra iyice yıkatıp getirmiş. Kervancıbaşı çamaşırları çok beğenmiş. Köpük gibi, kar gibi tertemiz hepsi de. Fakat birden Kervancıbaşı’nın içine bir kötülük düşmüş. İçinden “Bekçinin karısını alıp kaçarım” demiş. Kervanı kaldırıp yola vurmuş. Kervan az uzaklaşınca kendisi at ile köye gelmiş. Bekçinin evini sormuş, göstermişler, doğruca gitmiş, adam kadını kapıya çağırmış, duvarın dibinde oturan çocukların dibine iki avuç dolusu para bırakmış. Sonra da kadını zorla atının terkisine bindirmiş, dörtnala çekip gitmiş.
Berkçi akşamüzeri evine gelmiş, bir de ne görsün, çocukların cebinde para, ağlaşıyorlar. Bekçi durumu öğrenir, öğrenmez derin düşüncelere dalmış, elleri böğrüne düşüp kalmış. “Ne talihsiz başım var. Yine göçü çekmek gerek uzak illere” demiş.Çocuğun birini sırtına, birini kucağına alıp yola koyulmuş.
Gitmişler, gitmişler… Dağlar aşıp dereler geçmişler. Altı ay bir güz yol tepmişler. Gele gele gelmişler bir ırmak kıyısına. Adam kendi kendine düşünmüş: “Çocukların ikisini birden geçiremem. Biri bu kıyıda kalsın, birini geçireyim, sonra gelip onu alayım.” Adam sırtında çocuk, suda cumbul cumbul yürümeye başlamış. Irmağın orta yerine gelince bir bağırtı duymuş. Bakmış ki kıyıdaki çocuğunu kurt alıp gidiyor. Vay, hey derken sırtındakini de suya vermiş. Adam öylece tek başına kalakalmış mı! Elden ne gelir? Irmağı geçip düşmüş yollara yollara. Az gitmiş, uz gitmiş, ulu bir kente varmış, bir hana konmuş.
Bir zaman sonra bu hana kapıcı durmuş. Bir gün ocak başında kederli kederli düşünürken kulaktan kulağa acı bir haber yayılmış: “Ulu kentin padişahı ölmüş!” Bu haberi duyan kara giymiş, yaslara batmış. Bu yas kırk gün kırk gece sürmüş. Kırkıncı günün sabahı halk kentin alanını doldurmuş. Bir kalabalık ki, iğne atsan yere düşmüyor. Bu nedir diye adam da kalabalığa karışmış.
Ulu kentin yasasına göre, padişahı devlet kuşu seçermiş. Kuş kimin başına konarsa o padişah olurmuş. Devlet kuşunu uçurmuşlar. Kuş gelip adamın başına konmaz mı! Adam şaşkına dönmüş. “Ben ilden ile dolaşan bir garibim. Nasıl olur da ben padişah olurum?…” Kuşu ikinci kez uçurmuşlar. Kuş yine dolanıp çevrilip adamın tepesine inmiş. Bazen insanın bahtı gül olur açılır. Ve bu garip kişi alkışlar arasında ulu kentin altın tahtına oturmuş.
Bir de haberi öbür yandan verelim. Kurdun kapıp götürdüğü çocuk bir davar çobanının köpeği tarafından kurtarılmış. Çocuk çobanın yanında et yemiş, süt içmiş, büyümüş. Suya giden diğer çocuğu da az ötede balıkçılar ağlarıyla çıkarmışlar. O da Balıkçıbaşı’nın evlatlığı olmuş. Eli hünerli, yüreği pek bir delikanlı olarak çevrede ün yapmış.
Yeni padişahın tahta çıkışı nedeniyle kentte yedi gün yedi gece bayram edilmesi buyrulmuş. Herkes gelip makamında padişahı kutluyormuş.
O kentin yurttaşlarından olan çoban da yanına kurttan kurtardığı evlatlığını almış, önüne bir koç katıp gelmiş. Çocukla beraber saray bahçesinden içeri girmişler. Ancak çocukla koç bahçede kalmış. Çoban padişahı kutlamaya çıkmış. Az sonra balıkçıbaşı da evlatlığının kolunda bir balıkla gelmiş. Çocukla balık bahçede kalmış. Balıkçıbaşı padişahın huzuruna çıkmış.
Çocuklar bahçede buluşup konuşmaya başlamışlar.
Saray bahçesi de ne bahçe. Bir yanda sular şırıldıyor, bir yanda bülbüller şakıyor. Renk renk çiçekler burcu burcu kokular saçıyor.
Kervancıbaşı da karısıyla beraber gelip çıkmış. Saray bahçesinde bir saray kurup karısını oraya bırakmış. Karısını kimseye güvenemiyormuş. Bahçedeki çocukları kadını beklemeleri için çadıra göndermiş, kendisi saraya girmiş. Çocuklar çadırdaki kadınla tanıştıktan sonra oturup konuşmaya başlamışlar. Kadın çocukların başlarından geçenleri dinlerken birden heyecanla ayağa kalkıp karşılarına geçmiş:
- Siz benim çocuklarımsınız. Söyleyin padişaha, beni bu zalimin elinden kurtarsın.
Padişah, o kadının ananız olduğunu nereden biliyorsunuz derse, şu yüzüğü gösterirsiniz, demiş.
Çocuklar yüzüğü alıp padişahın huzuruna çıkmışlar. Olanı-biteni anlatmışlar ve yüzüğü padişaha sunmuşlar. Padişah odasında oturanları dışarı çıkarmış. Sonra tahtına kurulmuş, yüzüğe bakmış bakmış, çocukları da yine iyice dinlemiş. Tahtından yekinip ayağa fırlamış:
- O benim karımdır! Siz benim çocuklarımsınız!
Bunun üzerine padişah derhal Kervancıbaşı’nın öldürülmesi için ferman çıkarmış. Kervancıbaşı sarayın bahçesinde o saat ipe çekilmiş.
Padişah çocuklarını kurtarıp büyütenlere teşekkür etmiş, her birine birer kese altın bağışlamış. Şölende koşu ve balığı da yemişler. Ve tekrar eski mutluluklarına kavuşmuşlar.
Onlar ermiş muradına bir çıkalım kerevetine.
Bu bizim öz masallarımızdan biridir. Her kötülüğün mutlu sonu olduğuna işaret eder. Biz de bir asırdır çeke çeke geldik ve nihayet devlet kuşu mu, Kader Kuşu mu neyse işte, ille bizim başımıza konmazsa omzumuza konacaktır. Bekliyoruz. Kaderin bir vazifesi de kötüleri cezalandırmak, iyileri de mükafatlandırılmaktadır. Bu böyle gelmiş böyle gider.