Dr.Nedim BİRİNCİ

Dalgalar dinince deniz süt liman olur. Bu olmazdan önce dalga boyları kısalır ve denizin kıyıya akılında bir yorgunluk ve bir bezginlik sezilir, sanki soluk soluğa ve takatsiz kalmıştır kocaman deniz.

Toplumsal yaşamın dalgalanması da ancak denizin dalgalanmasına benzer. Milyonlarca beygir kuvvetinde dev dalgalarını yalçın kayalıklara çarpan denizi göz önüne getirdiğimizde, DENİZ ANANIN KUVVETİNDEN ÜRPERİZ. Toplumsal olayların kabarması, isyanlar, toplumsal formasyonların değişmesine sebep olan olaylar da toplumdaki dip dalganın hareketlenip küremesiyle olur.

Denizi eline bir çubuk alıp karıştırarak dalgalandırmak ne kadar imkânsızsa, sunu müdahale ve yalan dolanla toplumu kükretmek de o kadar zor ve olanaksızdır. 1978 Rus-Osmanlı savaşından sonra Bulgaristan toplumunda meydana gelen en büyük kükreme yüzde yüz 1989 Mayıs Ayaklanması ve ardından gelen BÜYÜK GÖÇ oldu.

1989 Mayıs Ayaklanması Bulgaristan’da halk tabakalarının derinden derine hareketlenmesi ve isyanıydı, bütün toplumu ve azınlıkların başında Türk hak topluluğunu harekete geçirdi ve ardından pansuman edilmez, sarılsa da savmaz yaralar bıraktı ve Bulgar toplumunu “nokaud” olmuş boksçu gibi yerde bıraktı.

Bu toplum kendi içinde kendini diriltecek yeni bir kudret bulamadı. O gün bugün ülkede 300’den fazla politik parti kuruldu ama hepsi dinen deniz dalgaları gibi sahile ulaşırken ufalıp köpük bile yapamadan kaybolup sönüyorlar. Hiç birinin tarihte ismi ve esemesi olmayacaktır dersek, abartmış olmayız… Demokratik Güçler Birliği (CDC) zirve yaptı yok oldu. Bu seriden ardıl bir dalga olan Başbakan olan İvan Kostov’un Demokratik Güçler Birliği (DCB) partisi 2013’te meclise giremedi, söndü; 2001’de iktidar olan II. Simiyon partisi sıfırlandı, Çar II. Simiyon ülkeden kaçtı yani silindi; Sosyalist Parti (BSP) kendi başına iktidar olabilirken zor nefes alıyor vs. Bu örnekler bir sürecin söndüğünü ve belki 5–10 yıla kadar Bulgar toplumunun yeniden kökten arınması gerekeceğine bir işarettir. Çünkü B. Borisov’un GERB partisi de sosyalist dalgadan sonra aynı tabandan gelen ikinci komünist dalgasıdır. Meclise dolan ırkçı ve faşizan çakallarsa kendiliğinden yok olmaya mahkumdur. 1990 kükremesi hurdaları sahile attı fakat onlar o gün bu gün tutunmaya çalışıyorlar. Geçiş Dönemi iskartolarından da kurtulacağız. Deniz dalgalamadan yaşayamaz, toplum da iç mücadele vermeden dirilemez, yücelemez, gelişemez ve dönüşemez…

Bu arada şunu özellikle vurgulamak istiyorum. Bulgaristan Komünist Partisi’nin (BKP) enternasyonalizmden yani insanların ve halkların kardeşliği ideolojik ilkesine sırt çevirip tek uluslu Bulgar devleti oluşturma etnikleri ve kültürel ve dinsel farkları yok saymakla burjuva ulusçuluğu konumlarına geçti. Ülkeyi ve halkı faşistlerin bile uygulamadığı bir gaddarlık ve zulümle yönetmeyi tercih ederken, tamamen suni, hiçbir temeli olmayan ve geleceği de olmayan bir saçmalığa saplandı. Bulgaristan’da sosyalist ideoloji ve pratiğin başını yiyen yanlış azınlıklar politikası, faşist nitelikli olan insanların kimliğini değiştirme politikası olmuştur. Örnekleyelim:

Şöyle düşünün lütfen, içinde lahanadan başka havuç, biber, yeşil domates vs. olan bir turşu fıçısından, kapağını açıp elimizdeki bardakla tatlı su çıkarmaya çalışsak mümkün olabilir mi? Olamaz! Çünkü fıçıdaki turşusuyu tuzludur. İçindeki lahanayla birlikte havucun, biber ve yeşil domatesin de kokusundan koku, tadından tat almıştır.

Komünistler bu işi böyle görmek istemediler. Aslında onların ideolojilerini yaratan Kr. Marks ile Fr. Engels’in kafasında yalnız işçi sınıfların değil, aynı zamanda tüm mazlum halkların ve etniklerin de kardeşliği vardı. Onlarda vaktiyle Birleşik Avrupa kurmayı düşmemişlerdi. Hatta Amerika ile Avrupa’yı birleştirme de vardı hayallerinde. Bunun üretim güçlerinin gelişmesi sonucu olacağına inanmışlardı. Ne ki, her şey düşlenip kuram olarak biçimlendiği gibi olmuyor. Hayal etmek iyidir de, düşlenen kuramlaşsa bile, uygulanışı olmayınca ölü doğmuştur. Burada şuna değinsek iyi olur. İnsanların eşit haklı kardeşliğini düşleyen Marks ile Engelsin kafasında kristalleşen örneklemeler, Avrupa’dan ya da Amerika’dan olmayıp, Osmanlının ümmet gerçekliğinden alınmıştır. Yaşanmış bir ırk, etnik, din ve medeniyet kardeşliği esas olmuştur onların düşlerine. Klasik düşünürlerin birlikte kaleme aldığı 153 cilt eserden 100 cildinde, Osmanlıya ve Osmanlı’nın halklar, uluslar ve etnikler sorununa yaklaşımının olumlu oluşu nefes alıyor bugün. Kurama giren etnikler ve dinler arası adaletin temelinde ise Kr. Marks’ın Osmanlıyı misallerken kendi yazılarına aldığı  “cennet” kavramı ve nitelemesi vardır. Ne yazık ki, bu gerçeğin Avrupa’da bıraktığı izler Balkan ülkeleri ile kıyaslandığında çok daha derin ve anlamlıdır. Turşu örneğiyle gidersek, Balkanlarda ulus, dil, özgün kültür, din ve etnikler arası adalet olmamış (ham) turşu gibidir, ne suyu içilir, ne de yaprağından sarma sarılır. Sosyal alanda bu işlerin olgunlaşması ise yıllar, on yıllar ve yüzyıllar isterken, hiç arasız fıçıyı bizim dilimizde suyunu aktarma dediğimiz yani fıçımım suyunu duvar dibine monte edilen kurnadan alıp üstten geri dökme işlemi arasız sürmelidir. Bunun sosyal anlamı toplumun içten kaynaşmasıdır. Bu işlem yapılırken kimsenin gözyaşına bakılmaz. Fıçıdaki turşu suyu aynı kıvam ve bir tat olacaktır. İçindeki domates, biber, havuç ve lahanalar ise bütünlüğünü ve özgünlüğünü koruyacaktır, sosyal yaşamda bunun ifadesi, etniklerin özgün (özellikli) kimliği korunacak ve bütünselliği bozulmayacaktır. Bu olmadan, bu iş olmaz, ne turşu domatesten salata ne de lahana yaprağından sarma sarılır, turşu, ifadem yerindeyse (gevşer)  balçıklaşır ve çöpe atılır. Bizde olan budur. Bize anaokullarımızda ve ilkokullarda Türkçe okutmamalarının, TV ‘lerde haber ve eğlence yayınlarımız olmamasının, cami saldırılarının, devamlı horlanmamızın, devlet görevlerine atanmamızın önlenmesinin, hattan öz partimizden atılmamızın, işsiz kalmamızın ve yurdumuzdan kovulmaya devam edilişimizin vs. vs. hepsinin ve toplamının ana sebebi budur. Bu bakıma lütfüler, Ahmetler ve rakılarını üstü kırmızıbiberli ve zeytinyağlı turşu salatasız içmeden yudumlamayı kabul eden, tüm obur politikacıların ve şu çok isabetli değimi kullanmadan geçiştiremeyeceğim – öz davamızın hainliklerinin –özünde, kimliğinde, geçmişinde ve geleceğinde, suyunda ve tuzunda olan bir tek ve yalnız bu zehirdir. Onlar geleceği olmayan, sonu balçık ve yeri çöplük olan hedeflere hizmet ediyorlar.

Türkiye Cumhuriyeti Büyük Elçisi Sayın Gökçe’nin de son demecinde son hedefte bizi zehirlemek için üretilen  “Bulgar Etnik Modeli” sözünü nasıl olur da ağzına aldığına bu bakıma ve gerçekliği yaşatma adına akıl erdirmek gitti. Türkiye şu “Bulgar Etnik Modeli” saçmalığına, bizim ezilmişliğimize “eyvallah” diyorsa, gelin iskambil oynayalım.

Sözüm anlayanlaradır, büyük yanılgıların yarısı dil sürtüşmesi eseridir. Mesela, T.C. Cumhurbaşkanı, cuntacı General K. Evren zalimlerin başı Todor Jivkov’la görüşmesinde bizim hakkımızda “Eti senin kemiği benim” demişti, cani etimizi sırtımızdan indirip 500 bin kardeşimizin kemiklerini sınır öte teslim edebilmek için, bizi Bulgar cehennemin 20. katında katran kazanında kaynattı. Nasıl isterseniz öyle anlayabilirsiniz. Bu işte gücenmek yok. Söylenmiş söz atılmış taştır.  Dil sürtüşmesinin bir benzerliği olarak Türk Dil Kurumu’ndan “cahilliktir” kavramını çift anlamlı sözler sıralamasına anlamasını rica ediyorum. Çünkü pratiği olan şeyler gerçektir, bizim başımızdan geçmiş ve sızılarımız dinmemiştir.

Bu misallerden bazılarını bir daha anımsatalım:

Sayın Prof. Ortaylı, olabilir çok büyük ve ünlü bir tarihçidir, ama bizim için “Onlar göçebeydiler, Anadolu’dan Balkanlara sürüldüler.” dediğinde, bizim için değeri bir köy hocasından azdır.

Kırımdan koptuktan sonra Karpat Dağları vadilerinde dolaşa dolaşa Amerika’da İngilizce ders okuyacak duruma yükselen başka bir Prof. Sayın Karpatlı da “Osmanlı bir Çınardı, Balkan savaşlarından sonra Trakya’ya sınır çekildi ve çınardan bir dal kesildi, sınır ötesine düştü ve olay bitti. ” dediğinde, bizi Bulgar’a, Sırplara, Rum’a ve bilmem kime terk etmiş “alın isterseniz kışlık odun yapın bu dalı” dedik, demiş olmuyor mu?  Oluyorsa ve adam insafa gelip dal kurumasın diye bir ucunu bir bataklığa itip başlamışsa dallarını budayıp çubuk aşılamaya, kalemlerse bambaşka ağaçlardan ve gün gelir çınar karaçalı dikeni olmuşsa…. Ah! Ah!..Kimse kusura bakmasın, biz son 25 yılda kendimizden fazla başkalarından ve onların dillerinin sürtüşmesinden çektik ve deniz aynı şekilde dalgalanmaya devam ediyor.

Sayın Mesut Yılmaz’ın T.C. Dış İşleri Bakanı olarak 1989 Ağustosunda Kuveyt’te yapılan Bulgar-Türk ikili görüşmesinde Bulgaristan Türklerinin geleceği masaya yatırılırken ve ne hikmetse Bulgaristan Müslümanlarından tek bir temsilcinin bulunmadığı bir ortamda tabii… Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlarımız hakkında “Bırakın yorgan altında Türkçe konuşsunlar” sözleri, bizi bir etnik halk topluluğu olarak, milyonlardan fazlayız,  yok etme politikasına “Bulgar Etnik Modeli” biçiminde devam edilmesine kapı araladı, açtı ve şimdi de felaketimizin alkışlandığına tanık oluyoruz. Devan edelim, bu sözler geleceğimizin kaderinin “eh” deyici bir Varna şoparının eline bırakılmasına yeşil ışık yaktı. Hepimizin kaderi (milletvekili bile seçilsek, bilim adamı olsak, askeri okul mezunu olsak, zengin olsak, dünya güzeli olsak)  bir şoparın eline verilmiştir. Mesut Yılmaz Bey ve Ahmet Doğan ajanının iki dolaplarda ortaklığı üstüne, ikiz kardeş düşleri üstüne daha çok kitaplar yazılacağına, şimdi Bulgar servislerinin çevirdiği övgü filmlerinin ise beyaz perdeden indirileceğine kesin inanıyoruz.

Örneklemelerimiz ciltlere sığamaz. Anlatmakla ne de yazmakla biter, çünkü çilemiz henüz bitmemiştir.

Bu anlamda Marks ve Engelsin yarattığı hümanist özgürlükçü kuramın çarpıtılmasıyla enternasyonal olan öz yani insanın insana kardeşliği ilkesel esası, insanın insana düşmanlığına, bugünkü değimiyle ırkçılık ve “öteki” düşmanlığına, totalitarizmde zulüm politikasına, “soya dönüş” saçmalığına dönüştü ki, toplum yapısı çöktü. Öyle çekti ki, insanlar yuvalarından kaçmayı tanımadıkları yerlerde, dilini ve kültürü bilmedikleri topluluklarda yaşam hakkı dilenmeyi seçtiler ve geri dönmemeyi tercih ettiler. Başka bir değişle komşu kapıları kapandı, hoşgörü ötelendi, şimdi dertleri sınır boylarına tel örgüler germek ve ellerinde olsa Müslümanlara girişi yasaklayıp geri dönmemek üzere çıkmaları için para bile vermektir.

Osmanlı 100 sene dağıldı ve mezar taşı dikileli de neredeyse bir asır oluyor. Ve biz bugün 1 Aralık 2014 tarihinde ne dersek deyelim, Bulgaristan’ı ve dünyayı güzel görebilmek için hangi renk gözlük takarsak takalım, gördüğümüz gerçekliğin akışı devam eden dalgaları Osmanlı zamanından kaynaklanır. İnsanlar birçok defa yeni bir şeyler yaratmak için değil, eski olanı canlandırmak ve yeniden hayata çağırmak için de ayaklanırlar ve direnirler. Bu direnişlerin özü kuralsız ve kuramsız olabilir ama yanan ateş tüter. Hurda toplayan Roman kardeşlerin metal aletleri oturup incelediğine içindeki bakır, gümüş, kalay, nikel vb. metaller parçaları varsa ayrı bir yerde sattığını veya koruduğunu defalarca görmüşümdür. Toplumlar da iyi, olumlu, yararlı ve hayırlı olanı gömmek istemez. Korur, yaşatmaya çalışır. İslam’da hayat ışığı ve huzur gören, bin derde deva bulan Pazarcıklı Roman kardeşlerimiz kendilerini ve son haftalarda başlarına gelenleri anlatırken zorlansalar da, yürekten konuştuklarını, huzur aradıklarını, birbirine destek olmaya çalıştıklarını görüyoruz. Okuması yazması eksikli olan, belki ömürlerin birkaç kitap bile okumamış olan bu genç ve yaşlı insanlar, tekrar ediyorum okul görmemiş oldukları yüzlerinden okunsa da, adaleti, hürriyet güneşini savunurken bir başka konuşuyorlar. Adalet ve huzuru kitapta değil hayatta aradıklarını anlatmaya çalışıyorlar. Süngü ucunda adalet olmadığını, tutuklamanın, hapse atmanın, yıllarca yargılamanın adalet üniversitesi olamayacağına inanmış olduklarını dile getiriyorlar. Gönül verdikleri dava uğruna tutuklanan eşlerinin ardından kadınlar ve kızla ağlamıyor, yırtınmıyor dövünmüyorlar. Durumda nitel değişiklik var ve Hürriyetin adı artık ne zulüm, ne zindan ne de dipçik ya da kurşun. Hürriyetin yeni adı artık “Bulgar Etnik Modeli” de değil. Polisleri, komandoları, kırmızı baretleri camilere, mescitlere, hanelere dolduran bir Model barış modeli olamaz. Bu kapı başka bir anahtarla açılmalıdır.

Evet bugün bu yazımızda Marktan, Engels’ten, Kuranı Kerim’den, Romlarda, Bulgar siyasi oluşumlarının art arda eriyip yok olmasından, bizi eritme denemelerine dalga dalga devam edenlerin küstahlığına karşı dayanmaya devam etmek zorunda olduğumuzdan ve mutlaka edeceğimizden ve dış ülkelerdeki geliştirilen, politik yetkililerin  savundukları yargı değerleri ve mevzilenmelerin bizim için çikolata şekeri olmadığından ve bazen diş kıran taş parçası olduğundan yani her gün, her yerde dikkatli olmamız gerektiğinden söz ettik, yazdık çizdik. Gerçek bizden yanadır. Çünkü bu işleri eleştirmeden hiçbir şeyin ıslahlaşmayacağına, rende gezmeden düz gibi görünen tahtalardan bile yonga çıkarılamayacağına kesin inandığımızı anlatmaya çalıştık. Aynı düşüncelerle dalgaların akışını, coşup kudurmasını ve sakinleşip köpürürken sanki çiçek açtıklarını da anlatmak istedik. Yalnız olaylar sosyal olunca, dikenleri bize batıyor ve kendimizi kâh kirpi gibi büzüyor kâh dikenleşip saldırıyoruz. Her iki haklimizde de mutlu olmak elimizdedir. Bu işlere bir başka açıdan bakınca kavgamıza devam etmek sanki huzur ararken mutlu olmak gibi bir durum oluştu.

Konuza devam edeceğiz.

Reklamlar