Tarih: 13 Mayıs 2019
Yazan: İbrahim SOYTÜRK
Konu: Büyük zalim insandır. Ramazan günahları.
Öyle bırakıp gitme. Sarılmadan doya doya.
İstersen helallaşalım, istersen vur, çıksın canım!
Ama özgürlüğüme dokunma. Özgürlük Benim!
Bu satırlar Ali Asker’indir. Gönül tellerinden dökülmüştür.
Ben hiçbir sazın tellerinden “çözümsüz sorunlar” şarkısı döküldüğünü işitmedim.
Sağ eli geçmişte, sol eli geleceği açan ozanlarımız her zaman sorunların sorunlarına çözüm aramıştır. Şimdi aşık kıtlığı var. Gönüllere sazın derdi, ilham dolmuyor.
Bulgar’ın saz sapı kırdığı yılları hatırlıyorum. Sonra onlara “zulüm yılları” dedik. O yıllardan bir anımı anlatmak istiyorum.
Köyümde bir “kör” Mehmet vardı. Yaz aylarında 2 inek ve bir dana ardında gezerdi. Bir akşam sığırları ahıra kapadıktan sonra, dört lokma atıştırıp, uzanıp yatacağına, dükkan önüne geldi. Elinde bir kısım vafla (gofret). Hepimize birer uzattı. Şaştık. Daha önce böyle bir jest yapmamıştı.
“Para nerden Memet?” dememizi beklemedi, açıldı.
“Kuz Kaya” altında, hayvanlar yattı, ben de gürgen gölgesine uzanacağım, başımın altına yassı bir taş bakıyordum. Hışırtı geldi. Kopekse kovalayayım diye kaltım. Çalı ardında iki sarışın baş belirdi. Kısa boylusu gözlüklü. Öteki sırık gibi ince uzun. Konuştular, anlamadım. El işareti yaptılar. Ben de el işareti yaptım. Onlar bana karşı kol salladılar, ben de onlara karşı. Sonra ileri geri kafa salladılar ve hemen işaret ettiğin yöne sık adım yöneldiler.
Yeni uzanmıştım, yüreğim geçti geçecek. Sınır askerleri çullandı başıma. Biri subay:
Bulgarca “2 kişi”, dedi.
“Evet” dedim. Subay sokuldu. Sırt çantasından bir defter çıkardı. Adımı, köyümü, yaşımı sordu, yazdı ve elindeki kalemle işaretlediği yere imza atmamı istedi. Çaldım kalemi. Çantasından 15 leva çıkardı. Uzattı.
“Al” dedi. Aldım ve cebime soktum. Nasıl vaflalar iyi mi?
Çocukluğumda birkaç defa subaylardan para aldığım oldu. Bir defasında, nereye gittiğini gösterdiğim kişinin düven şeklinde geniş bir tahta üzerine sımsıkı bağlanmış katır ardında sürüklendiğini gördüm. Adam ölü müydü, yaralı mıydı anlayamadım.
Fakat o zaman, ele vermekle, ben adamın ölümüne sebep ve ortak olduğumu düşündüm. Korktum. Çok korktum. Ben para karşılığı insan ölümüne sebep oluyordum. Tiskindim. İnsan hayatı 15 leva mıydı.
Sınır boyunda köylüler ihbarcıydı. Bu, para karşılığı yapılıyordu. Hudutu geçmek isteyeni öldüren asker 15 gün izin alıyordu. Askerler üç kişilik gruplar halinde dolaşıyorlardı. Onlardan biri sınırı geçmeyi denese ve arkadaşları onu öldürmezse, askeri mahkemeye çıkarılıyor ve çok ağır ceza alıyorlardı.
Kendini “sosyalist demokrasi” olarak tanıtan totaliter sistem kendi içinde katil eğitiyordu.
Yıllar sonra Demokratik Almanya’da 3 bin kişinin 1989 yılına kadar bizim sınırımızdaki telleri göğüslediğini, birçoklarını elektrik çarptığını, bazılarını kurt köpeklerinin parçaladığını, daha fazlasının da kurşunlanarak öldürüldüğünü, yaralıların ve tutukluların iade edildiğini öğrendim. Memeleketimiz üç sınır bölgesine ayrılmıştı. Birinci bölgede işlenen suçlar, kasten insan öldürme, silahla yaralama suçtan sayılmıyordu. Bu işlerin dosyaları hiç açılmadı. Bu ajanların isimlerini kimse öğrenemedi. Fakat “sınır muhafızları” özgürlükten korktular, köyler boşaldı, “suçlu” olma bilincine yenik düşenler çok uzak ülkelerde gurbetçiliği seçtiler
Bu kadar çok yerli ve yabancı insanın öldürürüldüğü, nereye defnedildikleri bilinmeyen bu “kayıp” kişilerin tarihini yazmak veya onların çilesini, zulümden kaşıp özgürlük arayışını konu etsek elde hiçbir belge, fotoğraf, bir ip ucu verecek bir eşya yok. Bu “Belene” ölüm kampı mağdurlarının durumunu anımsatıyor. O yıllarda Hudut Askerleri Bulgar Halk Ordusu Genel Kurmayına bağlıydı ve tüm vesikalar korunsa bile , hiç kimseye gösterilmedi. Tabi bu, Türk isimleri askerde değiştirilen Türk gençler için de geçerlidir. Onlardan kışladan kaçarken kör kurşuna hedef olanlar oldu. Zulüm yıllarıydı. Araya “Büyük Göç” girdi. Defter kapandı. 12 bin kişiyi ilgilendiren bir tek dava sonuçlanmadı. İz, delil yok saçmalığı yaşatılıyor…
Özgürlük mücadelesinde halkımız çok baskı gördü.
Birçok konuda karar almak çok zor oldu.
İnsanımız hainliğe zorlandı. O yıllarda ele vereyim mi, vermeyeyim mi ikilimiyle yaşamaya zorlandık. Bizi yok etmek isteyen aramıza böyle girdi. Ailemizin içine kadar sokuldu. Gerçeklerin tüm ayrıntılarını görebilmek için hayat bir film şeridi değil, geri saramazsın. Fakat izler var, bugün de susan tanıklar var, arşiflerde kaldıkça hiçbir işe yaramayan tonlarca belge var. Bu vesikalarda totalitarizm yaşatılıyor ve ülkede korku hakim…
Biz birçok zaman, bilincin değişmesinden söz ediyoruz. Fakat bilinç belleğin içinde esir alınmış, susuz bırakılıp kurutulmuş, dilini yutmuş, gözü çıkmış ve böylece cinayet dolu geçmişi bir korkuluk olarak yaşatanlara alet olmuş ve bize karşı hala kullanılıyor. Bunun için “büyük zalim insandır” diyorum, çünkü tüm cinayetleri işleyen bilinçli insandır. Baskı ve terör rejimini yönetenlerdir. 1913’ten 1989’un sonuna kadar Bulgaristan’da etnik azınlıklara karşı terör, yönetimde despotizm, sömürü ve istila, aç ve cahil bırakma şeklinde zulümün yüzlerce türü yaşandı. Son hedefte tüm azınlıklar ezgin, yorgun ve cahil kaldılar. Hep yalanla yönetildik.
Bir örnek vereyim.
1877’de Rus askerleri Tuna nehrinden geçerken bir emir almışlar. “Doğu Ortadoks Bulgar Kiliselerine girmek yasak!” Bulgar kiliselerini ikinci sınıf saydıkları için girmemişler. Bunlar sözde “kurtarıcı.” Rum Kiliselerinde duva etmişler. Ruslar daha ilk günde Bulgarlar’da “köle” duygusu yaratmaya gayret etmişler. Dil ve dinlerini hiçe saymışlar. Yalnız Rusça konuşan bir Prensik yaratmayı düşünmüşler. Halkı sindirmişler, korkutmuşlar, herkese saldırarak genel korku oluşturup özgürlük bekleyenleri köreltmişler. Bizim başımıza gelenleri anımsatan bir durum işte. Çığlık olmamıza, halkın sesi olmamıza fırsat verilmiyor…
Eski bir “Narodna Mladej” (Halk Gençliği) gazetesi geçmişti elime. 1960 yılında N. Milev adlı bir Bulgar gençin, o zaman 18 yaşındaymış ve Paris’e gidip Louvre’yi görmek istiyormuş. Şansı açık gitmiş, tellerinden elektrik akan sınırı geçmiş, Yunanistan, İtalya ve Parise kadar yürümüş, “Louvre” karşısına dikilmiş, oralara varmış da bilet parası olmadığı için içeri girip tabloları görememiş Bulgaristan’a geri dönerken sınırda yakalanmış . 15 sene ağır hapis cezası almış. Sebep: “Louvre içindeki eserleri görmek istemesi.” Totaliter. rejimin en fazla korktuğu bizim gözlerimizin açılmasıydı. Bugün de öyle. Bugün Türkçe okur yazar olmamızdan ve dünyaya Türklük pençeresinden bakmamızdan korkuyorlar. Özgürce bakmamızdan korkuyorlar. Son 150 yılda yaşadığımızı anlatırken zorlanıyorum. Bizim için “çözümsüz olan BÜYÜK SORUN” sanki ÖZGÜRLÜĞÜMÜZE KAVUŞMAMIZDIR. Zafer bizim olacak. İnanınız!
Ramazanınızı kutların.
Sağılıcakla kalınız.
Hepinizi seviyorum.
Dostlarınıza paylaşınız. Bizi izleyiniz.