Osman BÜLBÜL
Tarih:02 Ocak 2017
Konu: Çocuklarınıza anlatacak masalınız yoksa, işte okuyun ve gerçekleri anlatın!
Burası Viyan’a, Bulgaristan’dan farklıdır, Türkiye’den daha da farklı ve burada masallar kulağa okunur.
Burası Bulgaristan dendiğinde, herkes bildiğini herkese anlatma yolları bulur.
Burası Türkiye dendiğinde, dua etmesi için hoca beklenir. Birinci ve son söz sabırdır ve iki arada olacak olur.
Bu noktada biz sanki hepsinden biraz farklıyız. Biz isyan etmiş ama hiç kimseye savaş aşmamış bir halk topluluğuyuz.
Bizim olan hepimse, hepimizindir. Hepimizin olan, Allah’ın verdiğidir ve her birimizindir. Açlıktan ölenimiz olmamıştır, çünkü son lokmamız da ortaktır. İşler henüz o duruma gelmedi.
Öyle olduğundandır ki, biz çocuklarımıza masal okumayı, ya da bildiklerimizi özel olarak paylaşmayı, adetlerimiz listesine almamışızdır. Çünkü halkımızın kulağını dolaşan fısıltı gazetesi, ne de olsa herkesi bulur ve en sonunda herkes her şeyi öğrenir.
Tarihimiz de öyledir. Anlatmaya başlasak ya yalan dünya diye başlarız ya da kalburu saman içinde dolaştırırız. Yalan bile olsa uzamasın diye kısa keseriz. Adaletin bu dünya diye sormayız? Çünkü adaletin bizi bulmayacağına, bizim onu bulmamız gerektiğine inanırız. Onun için savaşırız. Çözüm yokmuş gibi çabalarız.
Dünümüzün, bugüne göre tarih olduğunu inandığımız içindir ki, bugünkü işimizi yarına bırakmayız. Özellikle de uzak geçmişimizi pek kurcalamayız. Tarihi çarpık okuyanların, dünümüzü, hatta bugünümüzü ters yüz göstermek istediklerini biliriz. Tarih yenmez, ama onsuz da olmaz, çünkü o bir uğultudur, işitmezsek huzur bulamayız.
Geçmişi kazanların işinde gücünde insanların ortak yaşamına gölge düşürmek istediklerini biliriz. Bize, “siz bizdensiniz” deyenleri çok işittik. “Biz sizdensek, siz de bizdensiniz!” dediğimizde hır gür çıktı. Bizi kendi ocaklarında yakmak isteyenler, kendileri kuru ve kuytuda kalmak istediler. Kimse kimseye sebepsiz iyilik yapmaz. Bulgarin da tohumunun kuruduğu ve hayat yoluna sırtımızda devam etmek istediği şakıyıverdi.
Hiç bir şey yarım anlatılmamalı. Hele okullarda yarım bilgilenme insanın yolunu şaşırtır. İslam’ın çarptırıldığına tanık oluyoruz. Sebebi, 20. yüzyılda okullarda dinler tarihi okutulmamasıdır. Özellikle son din olan İslam dini üstüne sunulan bilgi yeterli değildir. Sanki bizim Araplardan öğreneceğimiz bir şey kalmadı. 60 dil konuşan ve birbirlerini anlayamayan bu insanların Arapça çadırı altına toplanması cahillerden alim üretmiyor. İslam felsefesindeki büyük gerçek, cahiller tarafından yorumlandıkça hır mır çıkıyor. Görüyorsunuz neredeyse 30 yıl savaşına girdik. Suriye kışı kolay kolay kalkmaz…
Etrafımız Avrupa’da okumuş boş kafalılarla doldu. Avrupa’da yetişen gençlerin bilgiye susamış ve su arayan kitle oluşturduğuna tanık oluyoruz. Hafıza boşluğu bir hastalık ve bozuk ruh hali olarak ortaya çıkıyor. Türkiye’de ve birçok başka ülkede FETO okulları da aynı hedefe hizmet ettiklerinden toplum yaralandı. Okuyoruz diye okuyup da hiçbir şey öğrenmediklerini, babalarının tasarruflarını tüketip de bir baltaya sap olmadıklarını gören genç kuşak bugün isyan ediyor. Hepsi benzini bitmiş araba gibi, benzini dolduran, dümene yön veriyor. Bu gidişle bir kazalar kuşağının trajedisini film gibi seyretme acısını yaşama talihsizliği halkımıza düşüyor, ne yazık…
İslam dininin doğmasıyla birlikte ret ettiği, ötelediği, olumsuzladığı birçok eski sapıklıkların İslam ilkeleri olarak dayatıldığına tanık oluyoruz. Devlet parasıyla din işleri önderliği yapanların bizdeki çaresizliği de acı yaşatıyor.
- yüzyılda bütün dünyanın okullarında din tarihi, namus ilkeleri, ahlak konuları şekil ve öz olarak okutulmadı. Modern dünya yeni ahlaksal düzenini oluşturamadı ve moralde anarşi mayaladı. Gelenek ve göreneklerin sökülüp çöp tenekesine doldurması boşluklar yarattı.
Dinler ve barış, dinin siyasetten uzak kalması, dinin gençleri koşullandırmaması gibi ilkesel konularda yanlış üstüne yanlış yapılıyor. İslam’dan önce var olmuş, ama İslam’la unutulması gereken sapıklıklar siyaset sofrasına bedava sunuluyor. Kafası örümceklenmiş ve mantarlaşmış ulema umut doğuracak durumda değildir.
“Terör eşittir İslam” tezi düşmanlarımız tarafından uydurulmuştur.
- yüzyılın ilk 17 yılında kafasında boşluk olduğu tespit edilen her gencin kafasına aşılandı.
Bu yalanı kabul etmeyenlerin başına binlerce bomba yağdı. Yalanlara inanmayan ve uymayanlar “Kalaşnik 47” ateşine hedef oluyor. Katiller arasında kaç şarjörle kaş kişi öldürebiliriz yarışı var. En yüksek ödül “cennet”. Günümüz gençliğine kamu mekânlarında eğlenmek, sinema ve tiyatro salonlarında toplanmak haram edilmek isteniyor. Başarılı da oluyorlar. Katliamların mükâfatı hep “cennet!”
Derin düşman var karşımızda. O bir sapık, bir mezhep ya da bir grup değil, o bir kurum.
Paralı, hırslı, stratejisi olan ve çağdaş boş kafalılar sürüsünden katil beğenen bir kurum. 21. yüzyıl gençliğini topluca “cennete” göndermeye yemin etmiş. Gözü Çenkiz Hak kadar dönmüş. Terör akademisini kendisi yaratmış. Terör şarkısını piyano çalar gibi çalıyor. Bu partisyonun ne kadar uzun olduğunu kimse bilmiyor. Notalar sol anahtarsız yazılmış ve bombalar alt “do”dan üst “do”ya kadar ve yerde patlamaya hazır.
Müslümanların ülkeleri, devletleri hatta hepsini birbirine düşürmeye çalıştıklarını artık gizlemiyorlar. Burada, Viyana’da öğrendiğime göre, daha önce yazmıştım, Sovyetler Birliğinin parçalanması ve 15 devlete bölünmesi planı 1934’te hazırlanmış. Şimdi ise İŞİM- (DEAŞ) gibi İslam dünyasına gerekli zehirli tohumları ıslah işlerinin daha 1949’da kurgulandığı ortaya çıktı. Emperyalistler uyumuyor. Dünya zenginliklerinin nüfusun % 3’ünün elinden alınmasının doğuracağı sonuçları hissediyorlar. Halkları birbirine kırdırıyorlar. Son 100 yıl büyüyen, kendi kendine yetmeye başlayan ve kabuğundan taşarak kendi tarihsel ve doğal bölgesinde büyük güç olmaya namzet Türkiye’ye hırslan sürüsü mantığıyla saldırıldığını görüyoruz. Yani emperyalizm bizi üzmek, niyetiyle evlatlarımızı kurban almak için 70 yıl uyumamış, çalışılmış ve aramızda 3. kuşak kadro yetiştirmişler. Bunları köy kahvelerinde aramak yanlış olur. Bugünün katilleri 1949’dan beri önce dedeleri, sonra babaları ve şimdi de kendileri Çikago merkezleri kaynaklardan paracık alıp, kıtır kıtır yiyenlerdir. Bizim olmayan bir atasözü “her hesap sonunda ödenir der” ve belki de söyleyen bugün için söylemiştir.
Camide karşısında secdeye durduğumuz imamlardan süper hainler, FETÖ örgütü katil sürüsü çıktı. Bakıyorum burada da sismik sismik gezerken hala sümkürerek yolları kirletiyorlar. Kafaları bulanık, yok olma acısını yeni duyumsamış, çılgın tipleri düşmanlarımız yaratabildi. Olayın en kötü tarafı şudur ki, onlar aramızda ve yağmurdan sonra mantar gibi yeniden bitmeyi bekliyorlar. Kardeşlerim durum çok ciddi….
Size tarihimizden bir sayfa anlatmak niyetiyle başladım yazmaya, ama durumun olumsuz etkisi altındayız. Güzel olanı, yüzden kalma yeşilin içinde açmış çiğdemi gösterebilmek için, bir araba karaçalı dikeni kesmek ya da şu kış günü bir yol kar arıtmak zorundayım. Güzellikler kirlilikler içinden baş kaldıramıyor. Kötülükler bizi sıkıştırıyor. Umudumuzu öldürmek isteyenlerin saldırıları o kadar şiddetli ve amansız ki, insan ne anlatacağını unutuveriyor. Olay bu, hepimizi gergin bir ortama itebildiler. Karşımızda vahşet fotoğrafı var.
Oysa atalarımız 12. ve 13. yüzyıllarda vatan olarak sevdiğimiz memleketimize gelirken, en iyi niyetlerle, en kutsal ve bereketle dolgun umutlarla gelmişler. Sırtlarında barış dağarcığı taşımışlar. Geldikleri yere güneş, güven, huzur, iyi niyet ve hoşgörü getirmişler.
Said Lokman’ın derinleri sorgulayan bir yazarın, burada elime geçen, “Oğuz name” adlı eserinde yer alan efsanelerde kendimizi buldum.Bilirsiniz, Orta Asya’da yaşayan halkları Yakın Doğu’ya, Balkanlar’a, eski kıta Avrupa’ya iten büyük korku, Çenkiz Han kasırgası olmuş. Bu kasırganın yarattığı can güvenliği tehlikesi önce Kırım Tatarlarını topraklarından söküp Balkanlara yöneltmiş. Karadeniz sularına atlayıp Anadolu’yu aramaya zorlamış. Daha sonra binyılın dünya düşünürü olan Mevlana Rumi gibi dehalar, can güvenliği ararken, bugünkü Özbekistan topraklarından koparak Konya Ovası’na yerleşmişler. Can güvenliği sorunu halkları hareketlendiren en önemli sorundur. Bugünkü DEAŞ dehşetinin Suriye’de insan bırakmadığını görüyoruz. Terör saldırıları hep onların işidir. Ejderha kana doymaz. Orasını saldırır buraya saldırır.
O eski ejderha Bizans’ın başkenti İstanbul’a yöneldiğinde Ankara Savaşında canı pahasına onu durduransa Osmanlı Sultanı Beyazıt’tır. Bugün de Yakın Doğu, Anadolu ve Balkanlar ve Avrupa için büyük tehlikeyi yine Türk halkı, Cumhurbaşkanımız Recep Tayip Erdoğan önderliğindeki TSK üslenmiş bulunuyor. “Fırat Kalkanı” olayı tarihsel bir olaydır ve 21. yüzyıl tarihini yazıyor. Ejderhanın inine gerip başını uçurma şerefi yine Türk ulusuna düştü görünür. Bu noktada da tarih yineliyor. Bu defa da ölümlerden ölüm seçmeyeceğiz.
Tarihin derinliğinde, biz, bugünkü gibi şiddetli bir kıyım ortamındaymışız. Bizans İmparatoru Mihail VIII. Paleolog, Moğol istilasından kaçan Selçuk Sultanı İzzedin II. Keykavus’a grubu ile birlikte Dobruca ovasına yerleşme izni verdiği efsaneleşmiştir. Gördüğünüz gibi, bugün tarih sanki tekerrür ediyor (yineliyor). Sığınmacıların geldiği topraklar sanki tarih kaynağıdır. Denizden karadan Avrupa’ya sığınan ve bugün burada Viyana’da da kalabalaşan Yakın Doğulu kitle “can güvenliğimiz yok o yüzden geldik” kültürünü taşıyor.
- yüzyılda sırtına İslam halk kültürünü yüklenmiş, Sarı Saltuk ve emrindeki 20 binlik kafilenin Dobruca’ya gelişini görebiliyorum. İslam halk topluluğunun bu topraklara dikenli yollarda yürüyerek geldiği ve yepyeni bir dünya görüşü getirdiği asla inkâr edilmez.
Öyle ki Osmanlılar Bulgaristan’a geldikte zaman bu ülkede, özellikle onun Kuzey Doğu yöresinde artık buraya yerleşmiş, İslam ahlak kurallarına göre yaşayan bir yerleşik halk topluluğu bulmuştur. Bu gerçeği birçok tarihi belge doğrulamaktadır. Bu açıdan bakıldığında Bulgaristan’da Ortaçağlar tarihinin doğru dürüst okutulması yakınlaşmamız, anlaşmamız ve birlikteliğimiz için son derece yararlı olacağı kanısındayım. Çünkü günümüzde yaşanan İslami çarpıklığın, hatta İslam’ın bir terör ve katliam dini olarak gösterilmesinin ancak doğru tarih ve din bilgileriyle aşılabileceğine inanıyorum. Bu bilgilerin taşıyıcılarının da kör hocalar olduğuna inanmıyorum. Barış ve savaş, haklı ve saldırgan savaşlar gibi konuların yeniden ama doğru bilgili aydınlarımızca açılıp halka indirilmesinin yararlı olacağı kanısındayım.
Bu yazımda demek istediğim, bizim dünya görüşümüzde, dinimizde, yaşayış şeklimizde zorlama yoktur. Kimsenin ne dilinde, dininde, parasında ve toprağında gözümüz olmadığı insanlarımıza doğru dürüst anlatılmalıdır. Aksi taktirde, komşu evinde yanan ateşin, sağ sola sıçraması an işidir. En büyük yangını yakan insan budalalığı, en büyük ateşi söndüren de insan aklıdır. Olayları kulaktan dolma takunyalı hocalara bırakmayalım, aydınların görev başına geçmesi zamanı gelmiştir. Yediden yetmişe herkese anlatmak istediğimiz büyük gerçek budur. “Büyük Göç”ün yaralarını henüz saramadık, yeni bir trajedi yaşamayalım.