Şakir ARSLANTAŞ
Konu: Kendimizi kendi geçmişimizde aramalıyız, başka bir yerde değil.
Büyük Atatürk’ün 5 bin kitap okuduğunu okuduğumda çok gururlanmıştım. Toplumun okumuş, bilgili, kemale gelmiş, olgun ve bilge lider tarafından yönetilmesi binde bir rastlanan bir mutluluk ve bir şans eseridir. Bu bakıma biz Türkler gururlanmayı hak etmiş bir milletiz.
Ve bugün biz 15 Temmuz gecesi şehit düşenlerin halkımıza verdiği gururla gururlanıyoruz. Çünkü Atatürk’ümüz tüm Türklerin evladı ve önderi, tüm Türklerin atası ve ebedi lideridir.
Bu memleket bizim. Bu cumhuriyet bizim. Bu demokrasi bizim diyen bir halktan biri olmaktan daha büyük bir gurur kaynağı olamaz! Her millet kahraman olamaz. Benim milletin kahramanlar kahramanıdır
***
Bulgaristan Türkleri arasından gönül dolduran, sevilen, övülen ve kendisiyle gururlandığımız bir lider çıkmaması beni sık sık düşündürmüş, demeden edemeyeceğim. Bu sorunun cevabının kitaplardan fazla halkımızın psikolojisinde ve içinde bulunduğu ortamda gizlendiğine inanıyorum. Bu eksikliğimiz büyük ölçüde Bulgarların bizimle ilgili ve bize karşı uyguladıkları siyasette de gizlidir. Bu nedenleri mutlaka bulmamız gerektiğine inanıyorum. Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi BGSAM bu çalışmalarında yeni adımlar attıkça irkiliyor, daha derin araştırma azmiyle çalışmalarına devam ediyor ve içinde, yan yana, birlikte yaşamak zorunda olduğumuz ortamda, komşumuz olan ama bizi kendinden bir parça saymayan toplumla ilgili oyun kurma yol ve yöntemleri üzerinde irdeleme yapıyor. İnsanın komşusunu seçemediği tarihsel bir gerçektir. Öyle kurulmuş ki hayat düzeni, komşular birbirileriyle yarış halinde, rekabet ederek, yan yana koşarak varılabiliyor. Samimi, iyi niyetli, hayra vesile yarışma ile kıskançlık ve düşmanlık arasındaki çizgi ise, her yerde kıldan incedir. Kirpinin yavrusu dikenli kirpidir, gül dalında gül açar mantıyla düşündüğümüzde, hoşgörüden (tolerans) hoşgörü doğması gerekir. Ama öyle midir? Hayır toplumsal rekabetten düşmanlık doğabiliyor. Biz, Bulgaristanlı Müslüman Türkler bunu yaşadık. Hoşgörümüzün, iyi komşuluğumuzun, yardımlaşarak yaşamanın istenmediği bir asır boyu yaşadık ve bu böyle olmaz deyip torbamızı sırtladığımız gibi soluğu ana-vatanda aldık.
***
Ne yazık ki, Bulgar milleti “BU MEMLEKET BİZİM” şarkısını koro halinde söylememizi çok buldu, gururuna yediremedi, bizi kıskandılar. Türkiye sevgimiz kıskanıldı. Büyük Türkiye hamleleri kıskanılıyor. Sözünü ettiğim milli korodan Türkleri, Pomakları, Çingeneleri vb azınlıkları çıkarma, atma, uzaklaştırma çabaları kesilmedi. Biz Türklerse bu buket koroyu ne bozmak, ne dağıtmak, ne de gelişmesini engellemek istedik, birlikte söyleyip şarkılarımızla göklerde dalgalanmaktı arzumuz. Bu şarkıları yalnız biz Bulgarlar söyleyebiliriz havası zehirliydi. Öteleme, egoizm, düşmanlık, ırkçılık siyasetlerinin kökünde olan hep bu oldu.
***
Ben bu yazımı 15 Ağustos 2016 sabahı yazıyorum. Sağ duvardaki TV programında “Zaman Bulgaristan” gazetesini yayımcısı yerli Türklerden ruhunu FETÖ’ye satmış Mehmet Ömer Türklüğümüz, Atatürk’ümüzden sonra Türk halkının en çok sevdiği büyük liderimiz Sayın R.T. Erdoğan’a, güzel Türkiye’mize tükürüyor. Neymiş efendim, Türkiye sığınmacıları kendi lehinde politik amaçlar için kullanmak için topluyormuş, aynı hesaplarla onlara vatandaşlık öneriyormuş. FETÖ’nün Bulgaristan hain “imamı” Abdullah Büyük’ü savunuyor. Avrupa’ya sığınmacılar konusunda baskıda bulunulduğunu saçmalıyor. Türkiye’de gerçekçi gazete olmadığını iddia ediyor. Demek istediğim şudur: Biz, Ahmet Doğan, Lürfi Mestan ve diğer 3 bin ruhunu satmış ajandan sonra, bu iş bitti hesaplarına kapılmayalım. İşte yeni kahraman Şumnulu Mehmet Ömer, neymiş efendim “Bulgaristanlı Türkleri temsil edecekmiş” falan filan. Uyarıyoruz FETÖ-cular Bulgaristan’da ajanlık yapıyorlar. Biz Bulgaristan Türk aydınları bu gazetenin (Bulgaristan Zaman) halkımız için zararlı olduğunu duyururken, kapatılmasını ve yerine anadilimizde çıkan yeni bir yayın başlatılmasından yanayız. Lütfen hiçbir kardeşimiz FETÖ organına abone olmasın, “Zaman” satın almasın, okumasın, okunmasını engellesin. “Bulgaristan Zaman” FETÖ zehri yayıyor. Uyanın! İşte size kuzu postuna bütünmüş yeni bir kurt – FETÖ-cü Mehmet Ömer.
Ve onun bunu halkımızın şehitlere ağıt yaktığı bir zamanda söylemesi:
Mezar taşı yastığımız,
Kar yorganımız olsun!
Biz bu yoldan döner isek,
Namus bize ağır olsun!
Seni gözümüzde, bilincimizde ve hatıramızda tamamen sıfırlamıştır.
***
Şimdi geçelim “Çok Farklıyız” konumuzun özüne.
Neden çok farklıyız ve bu farklılığın derin kökleri nereden su alıyor, besleniyor.
Değişmeyen, bozulmuş, kendisini toparlayamayan ve dünyaya ayak uyduramayan nedir?
***
1887 – 1894 yılları arasında Bulgaristan Prensliği Başbakanı olan Stefan Stambolov’un “Hey Hayat, Beni Unutma!” kitabında şöyle düşüncelere rastladım:
“Bulgar aristokrasisi 600 yıl önce yok edilmiştir. Halkımız, kendi aralarında aynı haklara sahip olan, türdeş diyebileceğim bir sosyal denize dönüştürülmüştür. Bulgar’ın “farklı”, “daha yüksek”, “daha saygın” insanlar olamayacağım düşüncesi daha o zamanlar belirmiştir. Hak edilmiş nesnel saygınlık dağıtıcılığı yok olunca, bizde saygın kişiler yok sendromu oluşmuş ve yayılmıştır. İnsanlar arasında ayırım yapan, bazı kişilere ayrıcalık tanıyan bir gücün olması aslında zararlıdır. Zararlıdır, çünkü herhangi birine öncelik tanındığında, o bunu “doğuştan eşit olanlara” yani bize karşı kullanır.”
Stambolov eserini 1890’larda yazdı. O, 600 yıl öncesini anlatıyor. Bir başbakan olarak sanki “subaşında durmuş”, Nazım’ın dediği gibi, suyun aynasının derinliğinde halkını arıyor, görüyor. Zaman, Bizans esareti dönemidir. Zengin ve aydın Bulgarların kellesi kaydırılmış, iş yol bilmez, sağlık bilgisi olmayan, okumasız, yazmasız köylü statüsünde “koyun sürüsü” bir kitle.. . Kitap ilk kez 1993’te basıldı. Keşke basılmasaydı. Çünkü basılınca bir şey değişmedi. Okuyanların kafasında Bulgar Milli Korosu’nda ülkede yaşayan her etnikten solist ve korocu olması gerektiği fikri yeşermedi. Azınlıklar milli korodan kovulursa daha iyi söyleriz inancı güçlendi. Azınlıklara karşı Bizans’ın Bulgar halkına uyguladığı taktik uygulanmaya devam etti, öncüsüz, zengini olmayan, dervişsiz, aksakalsız, hocasız, bilgesiz, zor durumda kapısı çalınabilecek birilerinin asla olmayacağı bir azınlıklar topluluğu yani “koyun sürüsü” yaratılma işi devam etti.
***
Şu soruyu sormakta haklısınız. Stanbolov’un yazdığı dönem 1200 yılları. Daha sonra 500 yıl Osmanlıda beraber yaşamadık mı? Hiç mi değişmedi bu Bulgar ırkı! Gibi sorular ard arda gelebilir..
Bulgarlar kendilerini nasıl anlatıyor? Orta Çağlarda Avrupa’ya yolu düşen her boy-soy, kavim bizim buralardan geçmişti. Bulgaristan toprağından Uzlar, Hunlar, Peçenekler, Tatarlar, Macarlar…. geçti. Olabilir ya bu nedenle olacak bazı halk incelemesini konu eden uzmanlar “Bulanmış Bulgar kanı” değimine saplandılar. Bu damarlarda “istilacıların genetik belleği” pıhtılaşmış dolaşıyor. Sırlar kalmış, manevi izler var bu topraklarda. Ve beklide bu “kan bulanıklığı” ve manevi ve maddi hayattın gizemli olmasıdır, Bulgar topraklarında yaratıcı bir ruhun hakimlik kuramayışına neden olan?! Bu sorunun cevabı Bilmem olmalı…
“Bulgarlar Kitabı”’nın yazarı olan Petır Mutafçiev konuya şöyle yanaşıyor: “Bulgarların hayat boyu ardında bıraktıkları bir kırmızı çizgi var. Geçmişten ders çıkarmıyorlar. Sebatlı değiller. Süreklilik göstermiyorlar.”
***
Osmanlıdan ayrılan Bulgar milletini halk psikolojisi araştırmalarında bu işin üstadı olan İvan Haciyski iki ciltlik “Bulgar halkının yaşayışı ve maneviyatı” kitabında aynen şöyle diyor:
“Bulgar halkı hiçbir zaman derin topluluk için şartlanmışlığa kurban olmadı. “Her kurbağa göldeki yerini bilsin!” sentezi Bulgarların zihninde yer yapamamıştır. Osmanlıda Bulgar cemaatlerinin demokratik örgütlenişi ve topluluk içindeki öz yönetimimiz, yarı feodal rejimlerin topluluk içinde herkesin yerine uygun psikolojiye sahip olmasını sağlayamaması; Uyanış Döneminde kurtuluş hareketlerinin kitleselleşmesi; Tırnovo Anayasası’nın demokratik ruhu – Bulgar halkının demokratik bilincini oluşturan unsurlardır. Formel olarak bizde herkes eğitimde, zenginleşmede, iktidar elde etmede ve şan şöhrete kavuşmada doruklara çıkabilir.
Fakat bu yarışta kazananların parmakla sayılacak kadar az olduğundan dolayı,yeni günlerde her şey kıskançlık, nefret ve başkasının felaketine sevinme, bayram etme şekli alıyor. Bu yüzden, maddi ya da manevi değerler elde etmede başarısız olan küçük ölçekli üretici için kıskançlık, cimrilik, egoizm temel nitelik oluyor.”
1944’ten sonra Bulgar devleti bu egoistliği değiştirmek için “Herkesten imkânlarına göre, herkese ihtiyaçlarına göre” sloganını gündeme getirdi. Gelişmeler insan ihtiyaçlarının sınırsız, sonsuz ve dipsiz olduğu göründü. İnsan gerekleri ne kadar bol doyurulursa o kadar daha fazla ateşlenir. Bu ahlak ölçütü Bulgaristan’da iki defa sınandı: Önce sosyalizm daha fazla paylaşmak için birikim yapmıştı. İkinci defa ise 1990’da açgözlülük ile kıskançlık ahlakla ayarlanan sınırlamayı çökertti. Olaylara bu açıdan bakıldığında Bulgar toplumu ileriye gideceğine geri gitti. Herkesin mutsuz olduğu ortamda bireyler durumdan memnunum tavrı takındı. Bu gerçek şu sentezde ifade bulmuştur: “Bireylerin durumu, ne kadar kötü olursa olsun, diğerlerin durumu da kötü olduğundan dolayı, çok kötü sayılmazdı!”
Geçen yüzyılda, Bulgar bilincinde hakim olan yargı değerleri arasında belirleyici olan: “hepimiz eşitiz” idi. Bu, hem faşizm hem de sosyalizm yıllarında böyleydi. Bu halkın psikoloji “hepimiz aramızda eşitiz” çizgisi Bulgar halkının yaşayışı için olağanüstü önem taşıdı. Toplum genelde demokratik ve sosyal açılımlı ideleri kabullenmeye yatkın olduğundan, Bulgaristan’da hiçbir dönemde güçlü muhafazakâr sağ parti kurulamadı. Bugün de yok.
Osmanlıdan gelen alışkanlıkla ahilikte ve esnaflıkla eşitlik ve saygı ilkeleri yerleşmişti. 1878’den sonra halkın yaşayışını kapitalist ilişkiler, serbest rekabet ve girişimcilik vb etkilemeye başlayınca, eski toplumsal ilişkiler bozuldu. Komşunun yeni ev kaldırması, bir akrabanın oğlunu Paris’te okuması vb gibi örnekler kıskançlık temellerine su taşıdı. İnsanlar komşunun, mahallede başka birinin ya da bir akrabanın başarı sırrını anlamak istediler. Başarının sebebi girişimde, akılda, atılganlıkta görülmedi. Hep hırsızlık, dolandırıcılık, kaçakçılık gibi şüphelerle yaşandı. Bu, Bulgar halk psikolojisindeki başarılı olanı “reddetme ruhu” ile örtüşür. Diğerlerin başarıları normal karşılanmadı. Bulgaristan Türklerinden madalyalı sporcuların, müzisyenlerin, ressamların Türkiye’ye kovulmasını böyle anlatabiliriz. Bulgarlar başka etnikten başarılı olan kişileri aralarında görmek istemiyorlar. Ortada aşılamayan bir egoizm var.
Bu noktada biz zengin Türklerin topraklarından kovulmasını, bağlı, bahçeli, kuyulu, çardaklı Türk evlerine Bulgarların yerleşmesini ve bu gibi örneklerin halk tepkisine neden olmayışını açıklayabiliriz. 1875 Stara Zagora Ayaklanması Türkleri topraklarından kovmak için alevlenmişti.
Halk psikolojisinde herkesin her zaman eşit olacağı inancının yerleşmiş olması Bulgarlarda şu fıkrayı doğurmuştur: “Ben sana ne gibi bir iyilikte bulundum ki, sen beni kıskanıyorsun ve benden nefret ediyorsun?” Bulgar halkının başarılı kişilere, zenginlere, okumuşlara karşı büyük bir nefret beslediği doğrudur ki, Osmanlıdan sonra ülkede kalan zengin Türkler birer bire zulme uğratılarak kovulmuştur. 1990’da sonra kapitalist ilişkilerin dallanmasıyla, bankaların özelleştirilmesi sonucu zenginleşen 76 Bulgar sokak ortasında, ofisinde, evinde kurşunlanarak öldürüldü. Geçen ay zengin iş adamlarından biri olan Sofyalı Banev’ın konağı ateşe verildi. 3 kat ev sahibi çingenelerin hepsi “Nereden buldun bu parayı?” maddesinden sorguya çekildi. Kırcaalide, Haskovo’da, Deliorman’da zengin Türklerin hepsine karşı davalar açılmıştır. Bu artık bir devlet politikası haline gelmiştir. 1996’dan sonra Moskova’nın Bulgaristan’daki oligarşi –egemenlik kurumu olan “Multi Grup” gölgesinde palazlanan Hak ve Özgürlükler Partisi Lideri Doğan ve Örgüt Sekreteri Dal 2. 500 aydınımızın kovuşturulması ve evinden barkından kovulmasının ardında duran ve bu alçaklıkta devlet imkânlarından yararlanan tiplerdir. Baskı gören aydınların sayısı 10 bin kişiden fazladır.
Genelleştirildiğinde, Bulgaristan’da zengin olmak zordur. Bu toprak zenginleri sevmez. Bulgaristan’da hayata gözlerini kapamış ve huzur içinde toprağa verilmiş zengin birini tanımıyorum. Zenginliğin ardında bir yasa-dışılık ve dalavere olduğuna inanılır. Bu değişmeyen bir karakter çizgisidir. Buradan çıkarak “özelciye” karşı da bir nefretcik olduğu söylenir. 1989’dan sonra bunu anlamak kolaylaştı. İyi yaşayanların hepsinin başkasının malına mülküne konmuş oldukları ortaya çıktı. 1944’ten önce bunu kavramak zordu. Bulgarların tasavvurunda “kazanç“ bir şeytan işidir ve özünde yıkıcı bir güç gizler.
Başarabilen bireyin kıskanılması ve özellikle de başarılı olan bir etnik halk topluluğuna karşı manevi alanda da egoist yaklaşımı 1950’lerin kinci yarısından 1985’e kadar yaşadık. 1950’lerde Bulgaristan Türk halk kültürünün şahlanması, okullarımızın arı kovanı gibi çalışması, radyo, gazete, dergilerimiz olması, tiyatrolarımızı kurmamız ve özenci halk sanatının köylerde ve mahallelerde yeşermesi Bulgar’ın kafasına “şeytanlıklar” doldurdu ve biz bu çileyi bugün de çekiyoruz. Hakim olan sentez şuydu: “Bende olmaması önemli değil, önemli olan Türklerde hiçbir şey olmamasıdır.” Hayat sanki 1 200’lere dönmüştü. Bu defa balyoz Türkleri ezdi. Son 26 yılda HÖH liderliğinin “Doğan Doktrini” ve “Bulgar Etnik Modeli” geliştirerek Müslüman Türk halkının karşısında manevi hayatı yok edici bir siyasi konum alması çok acı sonuçlar doğurdu.
Şu Bulgar atasözü bir rastlantı sonucu sayılamaz: “Bir arkadaşına para verirsen onu kaybedersin.” Buna karşılık olarak Türkler de “Bulgar’dan para alınmaz ve onlara para verilmez” sentezine kilitlendiler. Burada şunu belirtmemiz yerinde olur. Bulgar toplumu yetenekli kişilerden şahsiyetler yetişmesini özendirmediğinden dolayı toplum baştan bala kıskanç, cimri, egoist ruhlu sıradanlıkla dolmuştur. Şimdi Batı Üniversitelerinde yetiştirilen kadrolar Büyük Şirketlerin himayesi altında geri dönüyorlar. Bu olmadan akılların birine hayat garantisi yok.
Bulgar karakterinin asırlar içinde kaydettiği gelişmelerin ardında kalan kırmızı çizgi budur. Ülkenin Osmanlıdan kopmasından 138 yıl geçmiş olmasına rağmen bugünkü Başbakan Boyko Borisov’un kıskançlık fıçısında baştan aşağı köpürmüş bu insan topluluğuna, her zaman düşman bilinen Türkiye konusunda “Her ne pahasına olursa olsun Türkiye ile en iyi ilişkiler geliştirmek zorundayız” demesinin nedem olduğu yeni içsel kükremeyi yeni yazımda anlatacağım.
Sağlıcakla kalınız.
En iyi günler sizin olsun.