Tarih: 18 Eylül 2018
Yazan: Rafet ULUTÜRK
Konu: Sorunların çözümü Anayasa değişikliğinde ve totaliter kalıntının devlet biçimi ve yönetim sisteminin sökülmesinde gizlidir.
Bulgaristan’da federatif bir devlet düzeni tercih edilmesi koşulları daha 1984-1989’da olgunlaşmıştı. 1944’te monarşi bizim koşullarda işe yaramaz bir rejim olarak tarihe gömülürken, yerine gelen ve 1973 anayasasıyla totaliter komünizme geçen, etnik, dil, kin ve kültürel azınlıklara karşı şiddetli baskı ve zulüm uygulayan, kemlik değiştiren diktatörlüğe karşı Bulgaristan’daki Müslüman Türkler hak ve özgürlükleri için 1989’da ayaklanarak zorba gidişe son verdiler.
72 bin civarında bir ordu olarak ulusal çapta ayaklanan Müslüman Türkler, zulüm eden devletin silahlı baskı ve terör güçlerine karşı bir tek silah patlatmadan zafer kazandılar. 35 yıl iktidar olan totaliter düzenin diktatörü, BKP MK Genel Sekreteri ve Devlet Konseyi Başkanı T. Jivkov’u devrildi. Bu zafer Bulgaristan Türk kimliğinin zaferidir. Bu mücadelede dökülen kanı yaşadığımız toprakları hepimize bir daha vatan etmiştir.
Zulüm dönemi sonlarına doğru Avrupa kıtasında değişim rüzgârları esiyordu. Almanlar “Berlin Duvarını” yıkarken, Polonya’da “Dayanışma” sendikası iktidara uzandı.
Çekoslovakya 1968 kanlı olaylarından intikam alır gibi Çek Cumhuriyeti ve Slovenya’ya ayrılma hazırlıklarını tamamladı. Macaristan devlet yapısını ve yönetim biçimini değiştirme kararlarını açıkladı. Yugoslavya Federatif Cumhuriyeti var olabilmek için yediye mi dokuza mı parçalanma görüşmeleri başlattı. Litvanya, Latviya ve Estonya da sosyalist dünyadan kopmuştu.
Gözden uzak ama yalnız Bulgaristan’ı düşünenler, 1989 Mayıs Ayaklanmasını gerçekleştiren Müslüman Türklerinin haklarını sonuna kadar isteyeceğinden, kültürel otonomi isteklerinde ısrar edeceklerden korkuyorlardı.
İşte böyle bir ortamda, ülke nüfusunun % 25’ten fazlası olan, belirli bölgelerde yaşayan Müslüman Türk azınlığın Bulgaristan’da aynı devlet sınırları içinde kalarak, aynı bayrak altında, federatif bir devlet yapısında örgütlenmesi gündeme gelmişti. Bunu önlemeye çalışanlar sınır kapısını açarak, Türklük omurgasını Türkiye desteği ile sınır dışı etmeyi başardılar.
1990’da isimlerimizin iade edilmesi ve din haklarımızın yeniden tanınması gibi bir kısım hak ve özgürlük zaferlerimizde, sosyal ve ekonomik değil, kültürel otonomi özü vardı. Coşkunun ilk günlerinde aşırı milliyetçi güçlerin karma bölgelerdeki miting, protesto eylemleri ve yerel isyanı, Müslüman Türk zafer selini durdururken, kültürel özerklik yolumuzu kesti, federatif bir Bulgaristan’a geçmeyi baltalarken güç topladı. Bu gelişmeler isim değiştirerek Bulgarlaştırma dalgasının en azgın güçlerinin bir daha hareket ediliş ifadesi oldu.
Yüz yüze gelen ve henüz meşruluk kazanmamış demokratik bir ortamdaki bu depreşme, toplumu ve Bulgar kamuoyunu yeniden parçalarken, en az 5-6 etnik azınlık olan ülkede, çoğulcu demokrasiye yönelimi kesmek, milliyetçi güçlerin, örgüt ve partilerin, hatta devlet iradesinin temel gayesi olmuştu. İşte böyle bir ortamda, Bulgar totaliter – ırkçılık ve insan ayrımı içeren – milliyetçilik zehri, maskeli bir sahte hümanist ülkü olarak, sözde demokratik topluma taşınıp akıtıldı.
Parti kurma, parti kapatmak, bazı güçleri sindirme ve başka operasyonlara hiçbir başka anlam yüklenemez. 28 yıldan beri devlet himayesinde toplum zehirleniyor. Avrupa’da da İslam aleyhtarı milliyetçi bir dalgadan da esinlenerek bizdeki aşırı milletçilik kol kanat açtı. Oysa kapatılması, yasaklanması gerekiyordu.
Şu nokta önemlidir. Bulgar aşırı milliyetçiliği (faşizmi) 1990-91 anayasasıyla kurulan devlet ve yürütme biçimine, rejime ters değildir. Tek dilli, tek uluslu Bulgar devleti ve azınlıkları ötekileştirme konusunda politik sınıfın iradesinde kızışmış çelişki yoktur.
Bu konuya önemle değinmemin nedenleri var tabi. Arkadaşımız Şakir Aslantaş’ın bu hafta kaleme aldığı yazısında anlattığı 16 Eylül 2018’de Sofya’da yapılan dış ülkelerden gelen Bulgarların mitingi, 6 aydan beri hazırlanan bir eylemdi. Bu örgütlenme, Bulgaristan dışında, Batı ülkelerinde, fecebook kanalıyla 34 000 (otuz dört bin) gurbetçi arasında gerçekleşti. Bunlar arasında AB ülkelerinde çalışan, toplam sayıları 250 bin olan Bulgaristanlı Müslüman Türk öncüler de vardı. Sofya Meclisi basamakları üzerinden yükseltilen ana sloganda “İsviçre Modeli Bulgaristan!” dillendi. Olay, güncellik ve derin fikirsel ve anayasal anlam taşıyordu.
Birçok azınlığı, dilli, dini, kültürü ve uygarlık yönelimi, hatta farklı alfabeleri, yazım geleneği olan Bulgaristan’da çoğunluk ve çeşitlilik içinde birlikte var olma sembolü ilk kez Hak ve Özgürlükler Partisi’nin 1990 Haziranındaki Büyük Halk Meclisi (BMM) seçim programında yer almıştı. Aynı yılın Mayıs ve Haziran aylarındaki kitle mitinglerinde program tanıtımı yapıldı. Bulgaristan kokan gül demetinde çeşitlilikten oluşan birliğimizin sembolüydü. Bu sözlerin politik anlamı, kültürel alanda federatif devlet yapısını ifade ediyor ve bu ufuk tüm azınlıklar tarafından desteklenmişti.
1990 -1991 yılında BMM (Büyük Millet Meclisi) anayasa hazırlama komisyonunda 2 büyük endişe ve korku baş gösterdi. Bunlardan biri, Bulgaristan’ın çoğulcu demokrasiyi seçmiş olmasıydı. Bunun anlamı Müslüman Türklere ve diğer azınlıklara tüm eğitim, öğretim, kültürel haklarının tanınması, anaokulu, ilkokul, ortaokul ve Üniversite açmaları, halk yaratıcılığını, öz sanatlarını tiyatro sahnelerine taşımalarını, basın yayın özgürlüğüne, radyo ve TV programları başlatmalarını, sportif ve özenci sanat kulüpleri çalıştırmalarını öngörüyordu. Bu istekler, 1989 Mayıs Ayaklanması ruhunda da vardı. 28 direniş hareketinin kuvvetinden kudret almıştı.
Bulgar dili ilk dönemde resmi dil olarak kalsa bile, azınlık dillerine yaşama hakkı tanınması üzerinde düşünülüyordu. Bu eğilim güçlendikçe, o 2 yıllık, demokratik anayasa hazırlama dönemde, Hak ve Özgürlük Partisi Parlamento grubunu yöneten Ahmet Doğan milletvekillerimizi meclisten çıkmaya, oturumlara katılmamaya, öneri sunmamaya, inisiyatifi kendi eline almaya, aktifliği azaltmaya, diğer partilerin tekliflerini kabul etmeye zorlamıştı.
Burada söz konusu olan, totaliter baskı ve terör seli mevzilerini korumaya çalışırken, ülkedeki azınlıkların hepsini ateşin odunu yakarak yediği gibi kül etmek isteyen zihniyetle ilk kez yasama organında bir mücadele verilme zamanının gelmiş olmasıydı. Milletvekillerimiz bu konuda olumlu enerjiyle yüklüydü. Milliyetçi-totaliter kalıntıları yaşatma zihniyeti, bütün güçlerini sosyalist parti etrafında toplamış ve demokratik içerikli ve azınlık haklarıyla birlikte insan haklarına sahip çıkan bir anayasa değişikliğini kesin engelleyecek bir vesaik sistemi oluşturmaya çalışıyordu. Bunun anlamı, devlet yapısı (yönetim sisteminin biçimi) ve yürütme sistemine ilişkindi.
Bu, şöyle anlaşılmalıdır:
Yeni hazırlanan Anayasaya bu 2 sistemde – devlet biçimi ve yürütme sistemi – değişiklik yapılabilmesi için meclis bileşiminde üçte iki çoğunluk aranacaktı. Örneğin, devlet sistemi olarak seçilen parlamenter cumhuriyetin parlamenter monarşiyle değiştirilmesi yolu kesildi.
Monarşı istekleri vardı.
Bakanlar kurulunun meclis içinden seçilmesi ve meclis önünde sorumlu olması, cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanların meclis tarafından onaylanması gibi maddeler zorunlu oldu. Anayasa Mahkemesi Başkanı, Temiz Mahkemesi, Baş Savcı vb kurum yöneticilerinin üçte iki çoğunlukla meclisten atanması ilkesi geldi. Bugünkü Yüksek Mahkeme üyelerinin hepsinin eski istihbarata çalışmış kadro olmasının temelinde yatan da işte budur. Üçte iki desteği ancak onlar alabilir. Meclis bileşiminin üçte birinin 7.BMM’den beri hep (1990) devlet güvenliği (DS) kadrosundan olması gizemi budur. Devlet kurumu başkanlarının ancak üçte iki meclis çoğunluğu ile değiştirilebilmesi kuralı getirildi. Ve yönetim sistemi – seçim sistemi – vb ancak üçte iki meclis çoğunluğuyla yenilenmesi ilkesi yerleşti, Bulgaristan’da siyasi sistemi değişikliği ümidi dondu.
1991’de şimdiki anayasa Müslüman Türk Milletvekilleri tarafından imzalanmadı.
Demokratik Güçler Birliği’nden 39 milletvekili tarafından da onaylanmadı. 28 yılda 9 değişiklik yapılsa da devlet yapısında ve yönetim sisteminde değişikliklerin kapısı açılamadı.
1994 yılında (o zaman) HÖH partisi örgüt sekreteri olan Osman Oktay, Demokratik Kanat (DK) partisi açılımıyla, Demokratik Güçlerle birleşerek, Bulgaristan’da İsviçre Modeli kurulmasını siyaset sahnesine taşıdığında hemen partiden (HÖH’ten) atıldı, demokrasi kanadı ikinci kanadını da kaybetti.
İkinci Borisov hükümetinde (2014-2017) Adalet Bakanı olan Hristo İvanov – ABD’de okumuş bir hukukçu, halen “Evet Bulgaristan” Partisi Başkanı – tarafından hazırlanan Yargı Sisteminde Demokratik Reform Yasası, bugünkü DOST partisi lideri, o dönem HÖH Genel Başkanı ve meclis grubu başkanı olan Lütfi Mestan’ın tuzağıyla – oyunuyla – suya düştü ve önlendi.
Bu reformun hedefinde “mafyanın Bulgar siyaset sisteminden sökülmesi” vardı.
16 Kasım 2016’da Cumhurbaşkanı seçimleriyle birlikte gerçekleşen ve 2,5 milyon (iki buçuk milyon vatandaşın – soydaşlarımızın oyları da bu rakama katılmıştır – oy alan politik sistem değişikliği reformu da tutarsız gerekçelerle yasallaşamadı, o da suya düşürüldü.
Demek istediğim, 1990–91’dе Bulgaristan’da demokratikleşme üzerinde siyasi – parlamenter – vesayet kuruldu.
Devlet yapısı ve yürütme sistemi olarak – işçi sınıfı ile BKP’nin toplumdaki yönetici rolü dışında – hiçbir ödün vermeden ayakta kaldı. Şimdiki seçim sistemiyle bunun aşılabilmesi yani faklı görüşe – gerçek demokrasiyi savunan – bir dünya görüşüyle yüklü yeni bir kütlenin meclisin üçte ikisini ele geçirmesi sanki olası görülmüyor.
Hele seçim listeleri eski siyasi partilerle yapılmaya devam ettikçe ve dış ülkelerdeki seçmenlerin ancak % 10’u oy kullanabilirken, gerçekten olası görülmüyor.
Yazımı dikkatle okuyanlar, Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan çifte vatandaş 720 bin Bulgaristanlı soydaş seçmene oylarını yüzde yüz kullanma hakkının sağlanmada yolun uzunluğunu ve yokuşunu düşünsünler. Devlet ve yönetim sisteminin anayasa ve elde edilemeyen meclis çoğunluğu vesayeti, Bulgaristan’da totalitarizmi ve otokrasiyi betonlamış durumdadır.
Bu nedenle, bu durumdan memnun olmayan, hoşnutsuzluğunu gizlemeyen, mafya başlarının – oligarşi – yürütmenin son köşe başlarını da ele geçirmeye çalıştığı şu günlerde atacağı her adımı dikkatle izlerseniz iyi olur. Üç bakan istifa etti ama yerlerine adam gösterilemiyor, çünkü gösterilenler hep mafya kazanında kaynamışlar. Yaşanan seri krizleri etkisiz kılmanın mümkün olmadığı bir ortamdayız.
Her şeye rağmen, dünya gören, kapitalist sömürü çarkının daha ince dişleri arasından ezilen, kuru ekmekle gurbet acısı banan, Rodop dağlarında ahı dutları kurda kuşa kalmışken Londra bayırlarında börtülen toplayarak para biriktirmeye, kendi tarlaları eşek dikenliği olmuşken, İspanya’da domates toplayanların Sofya’ya gelip “İsviçre gibi memleket isterim!” şiarı yükseltmesi, çok derin anlamlıdır.
Biz de İsviçre demokrasisi, İsviçre güvenliği, İsviçrelilerin insan haklarını ve huzurunu istiyoruz.
Öyleyse neden buluşmayalım? Bu slogan bizim de şiarımız olsun!
Neden birleşmeyelim! Onlar memleketi ekmek parası için terk ettilerse biz de kovulduk, sürgünden döndük de terk ettik. İnsan hakları, insan kardeşliği, adalet, demokrasi ve mutluluk adına buluşalım, kaynaşalım ve her şeyi birlikte değiştirelim!
Bizler, dış ülkelerdeki seçmen kitlesi olarak, Bulgaristan’da kalan ve tamamen pasif, yaşlı, debil ve amorf durumda ezilen seçmen tabakadan çok daha kalabalığız.
Biz, 28 yıldan sonra değil, kötülüklerin kaynağını çok önce görebildik.
1989 Mayısında ayaklanırken, “Büyük Göçü” çıkış olarak seçerken, totaliter komünizmi yaşatma planları çizenlerin demokratik parlamentarizm koşullarında, aşılmaz bir kale olarak Anayasa, devlet Yapısı ve Yürütme Sistemi üzerinde üçte iki çoğunluğa kilitlenmiş bir yasal devlet yapısı kurdukları ortadadır.
Bu yolun tek çıkışı otoriter yönetimdir.
Borisov bu basamakları çıkıyor. Ufuktaki oligarşi diktatörlüğüdür. Faşist rejim. Tek dilli, tek uluslu insan hakları topyekûn yasaklı bir rejimde Müslüman Türkler devamlı kullanılmıştır. Demokratik güçlerden uzak tutulmuşlardır. Memleketi terk etmeleri için elden gelen yapılmıştır. Müslüman Türksüz bir Bulgaristan hayali için çalışılmıştır. Bulgar devletine en yakın olan ve sürekli hizmet edenlerin bile vakti dolmuştur.
50 yıl İspanya’da çürüyen Çar II. Simyon maskeli demokrasi oyununda sahne almış ve artık çöpe atılacak duruma getirilmiştir.
6 yıl önce siyaset sahnesinden indirilen ve uzun müddet yeni bir lütuf beklemesi boşa çıkınca bir çöpçü şirketine ortak olan Ahmet Doğan’ın deniz “köşkü” tel örgüsünün kenarında kurşunlanarak öldürülen ve 10 gün sonra denizden gelen meltemle karışık burunlara vuran çürümüş ceset kokusunda çok önemli bir sinyal vardı.
17 Eylül 2018’de (dünkü gün) 44 yıl totaliter Bulgar devletine Müslüman Türkler aleyhinde – en acımasız ve zalim bir biçimde – hizmet eden, Müslüman Türkleri uyutup aldatarak ve zulüm ederek manevi damarlarını kesmeye çalışan, ajan kokuşmuşluğunun en derin iğrençliğinde yüzen Ahmet Doğan’a guguk kuşu böyle öttü. Bilirsiniz o kuşçağız yem su istemeyen bir habercidir. Kara haber bildirendir.
1990 yılının 04 Ocak günü Kırcali şehir merkezinde Bulgarlar – Türk ölüm kalım yüzleşmesinde Bulgar milliyetçilerin saflarında yer alanlar. Ayrıca en “yüksek” Bulgar madalyalarını hainlikle hak eden şerefsizliği son boyutta çıkan A. Doğan’ın 24 saat silahlı korumalarının kaldırılmasına doğru ilk büyük adım, aşırı milliyetçilik ve Türk düşmanlığı babası, Başbakan Yardımcısı Valeri Stoyanov tarafından atıldı. Onun, Milli Koruma Amirliği Şefi General Danço Dyakov’a gönderdiği mektupta, biz bu “hiçbir işe yaramayan” özelci iş adamını neden koruyoruz, bu iş için kaç para harcanıyor diye sordu. Yani çanlar çalmaya başladı, cenaze yakındır…
Komunistlere (Gâvura) hayır yaramaz, diyen atalarımız bir daha haklı çıktı.
Artık iktidar oldular ve geleceklerini garantili görüyorlar. Yeniden ve yeni başka bizim de örgütlenmemiz, yabancı ülkelerde bulunan tüm kardeşlerimizle ve diğer gurbetçilerle birleşerek, barışçı mücadele bayrağımızı daha yükseklerde dalgalandırmamız gerekiyor.
Devam edecek.
Oku ve okur, lütfen paylaşınız.
Teşekkür ederim.