Filiz SOYTÜRK
Konu: Yolun sonuna kurulacak sofra.
Çakıl dense çakıl taşlarını düşünürüz. Rodop dere ve çayları çakıllıdır. Bizimde onlar yalabık, renkleri parlak ve irili ufaklıdır. Mutfak kültürümüzde “Çakıl Çorbası” yoktur. Bir defa işkembe çorbası için pek “takıl tukul” dendiğini işitmiştim.
Çakıl çorbası sözüne “Bulgar Halk Masalları” kitabında rastladım. Bu masalın seçilip yeni baskıya alınması ve çok ucuz bir fiyatla genç okula sunulması çok anlamlı olabilir. Çünkü her masal geçmişten bir hatıradır, insana, eşe dosta bir şey hatırlattır. Üstüne bir de geçmiş adına bir uyarıdır. Bulgaristan Türkleri masal ve efsanelerinde “Çakıl Çorbası” diye bir masalı yoktur.
Olayın beni iyice düşündürmesinin bir başka nedeni daha var. Bilirsiniz bu yaz sığınmacılar yılıydı. Yaz aylarında Ege’den Skandinavya ülkelerine uzanan savaş kaçakları seli ilerledikçe daha da kalabalık olduğunu gazeteler yazmıştı. Önce nedendir acaba diye düşünsem de, artık olay ortaya çıktı. Sığınmacılar seline Sırbistan, Arnavutluk, Makedonya, Hırvatistan vb Balkan ülkelerinden Romanlar da katılıyormuş. Bulgaristan’ın Kuzey Batı yöresinden, Vidin, Montana ve Vratsa gibi illerde yaşayan Çingeneler de, Bulgar kimliklerini ve Pasaportlarını sıkı saklayıp çocukları koltuk altında kafileye sokulmuşlar. Zaten kimse kimseyi tanımadığından yürüdükçe yürümüşler. Zor zar Avusturya’ya vardıklarında karşılarına dikilen kayıt memurları:
- “Buraya gelme nedeniniz?” Deyince bizimkiler, kimsenin anlamadığı bir dilde,
- “Çakıl Taşı Çorbasına” doyduk, açız demeye başlamışlar. Önce bu çorbanın çok özel bir çorba olduğunu düşünen makamlar, tercüme isteyince, karşılarına “Salzstein Suppe” (Kaya Tuzu Çorbası” çıkmış. İlk anda kimse bir şey dememiş, Çünkü onların Salsburg (Kaya Tuzu Dağı) bir şeyler çağrıştırmış. Taş Tuzu Dağı yöresinde benzer çorba içiliyormuş. Almanlar araştırmada bulunmuşlar, AB standartlarında “Çakıl Çorbası” tescili olmadığından, ilk anda kendi ülkelerinde yenmeyen işkembe çorbasını da düşünmüşler. Onlar için kokusu itici olduğundan dolayı dosyayı hemen kaparken, bizim Çingeneleri haklı bulmuşlar.
Yani “Çakıl Çorbası” bu kadar ciddi bir konu olurken, Arapsaçı gibi karman çorman yani içinden çıkılmaz bir hale gelmiş, fakat bizimkilerin Avrupa sosyal fonlarından yardım almasına yaramış.
Asıl masal ise şöyle:
Harmanda top oynamaktan ter su içinde soluk soluğa dönen torun nenesine:
- Çok acıktım, bir şeyler yok mu?, yesem, demiş ve masa başına çökmüş. Dolap kapaklarını çocuğun da işiteceği şekilde vura çarpa açıp kapayan yaşlı kadın,
- “Yok, yok evladım! Bir şeycikler yok. Sofraya konacak bir şey kalmadı, diye yakınmış. Bunu işiten oğlan,
- İyi nene çiğim. Öyleyse ben tez elden bir çorba pişireyim de ikimiz yiyelim, demiş ve hemen işe koyulmuş.
- Ne çorbası pişireceksin ki? Diye sormuş ninesi.
- Çakıl Çorbası, diye cevap vermiş oğlan ve dolaptan tencereyi aldığı gibi ocağa koymuş ve cebinden çıkardığı çakıl taşlarını da tencereye atınca üstüne su doldurmuş. Biraz sonra, yüksek sesle:
- Nene, nene! Kaynadı bana patates ver. Nene bana soğan uzat. Bahçeden kopar domates biber, maydanoz getir derken çorba olmuş. Duvardaki çarpığa uzanan oğlan çorbayı iki çanağa paylaştırmış ve sofraya oturmuşlar. Genç aşçı çorba içinde kaşık gezdirip çakıl taşlarını usulca ayıklamış ve cebine koymuş. Ninesi ise onları ezmeye çalışırken dişlerini kırmış…
Bulgarların “Çakıl Çorbası” masalı işte böyle. Nenelere ders olsun, tencereyi çorbasız bırakmasınlar diye mi düşünülmüş, yalanla karın doyurmak için mı icat edilmiş, günümüzde ailelerin olağanüstü yoksullaşmasıyla ve mahzendeki son yedekler olan eski konservelere saldıranlara ima olsun diye mi yeniden basılmış bilmiyorum. Ne ki, bu gibi hallerde başka defa da olduğu gibi, bu defa da üstün çıkan bizim Çingenelerin AB fonlarından birazcık daha kemirmesine yaramış. Bu durumda biz Türkler ne yapalım? Tarhanaya kaçık uzatmaktan başka çare yok gibi.
Bulgarlar kendileri için yeni bir çıkış yolu daha bulmuşlar. Şaraplar kaynamış ve “Soğanlı Şarap Çorbası” içiyorlar. Bu yıl da Allah vergisi memlekette bağlar doğurdu da doğurdu. Şarap fıçılarının çemberleri patlayacak gibi şişmiş. Yıl bir de soğan yılıydı. Onların işi iş! Bu yıl paçayı kurtardılar. Göbek bağı çorba olan biziz, biz ne yapalım?
Olay Ahmet Doğan’ın da kulağına gitmiş. Deliorman kalelerinin düşmesinden sonra burnu iyice kızarmış, çok hiddetli olduğundan sert tepki vermiş:
- Ben 20 yıldır ekmek yemedim, yalnız viski ile yaşıyorum. Onlar da bulsunlar içecek bir şeyler, yemeseler de olur, demiş.
Lütfü ise, çoluk çocuk talika ardından gider gibi Tuna boyunca Avrupa’ya uzanan Çingenelerin şu yaptıklarından çok rahatsız. Bulgar evraklarını gizlemişlerse artık seçimlere de katılamazlar, evraksız dalavere olmaz gibi düşüncelerle çok meşgul, soran sorsun o hiçbir şey diyememiş, ama “Çakıl Çorbası” onda “Çökelek Çorbası” çağrıştırmış. Onların orada “Ekşimik Çorbası” adıyla da bilindiğinden ve çocukluğunda dadı damağında kaldığından
“İyi işte! İyidir, Afiyetle yesinler!” diye cevap vermiş.
Olay bu, bizi “fırın ekmeğini” bilmediğimiz yıllara geri çevirme planı var gibi. Çingeneler bizden uyanık, tası tarağı toplayıp gidiyorlar. Bu Karaçalı Dağları’nın, ırmak boyu ılgınlıklarının, nadasa kalmış tarlaların, yaşlı dalları budanma bekleyen kirazların, son yıllarda dibi kazılmamış ve kesilmemiş bağların, toplanmamış cevizlerin, sıçramak için baharı bekleyen çekirgelerin, ışımak için ağustosu bekleyen ateş böceklerinin, yuvası yıkılmış kuşların bekçisi olarak biz kaldık bu memlekette. Bizi bekleyen ise bu gidişle yüzde yüz adı ne olursa olsun çorbaların çorbası “Çakıl Çorbası” olabilir. Bulgar masalları her zaman çıkar.
Sağ olun.