Tarih: 7 Mayıs 2017

Görüntünün olası içeriği: 5 kişi, oturan insanlar ve iç mekanSayın Divan, değerli dava arkadaşlarım, BULTÜRK’ün değerli  üyeleri, Kıymetli konuklar.

Değerli dostlarım,

Güçlü olan,  insanın eğrilmeyen kırılmayan iradesi, karanlıkları delen zekâsı ve ona kanat açan ruhudur.

Bir de şu var, eski kütüğün üstüne yeni fidan dikilmez. Zamanını dolduranı çıkarıp atmak, Yerini açıp umudu temiz yere dikmek gerek.

Yeniden kanatlanabilmemiz için içimizden söküp atmamız gereken; geçen asırdan kalma korkular, kâbuslar, unutamadığımız zulüm ve karanlıklar var. Yedinci Kongremizde BULTÜRK’ü bir basamak yukarı taşıyabilmemiz için, önce özgür olmalıyız. Biz henüz tam anlamda özgür değiliz…

Diyalektiğin birinci yasallığı şöyle der:

Niceliklerin birikiminden nitelik doğar. Bu, beş sepet ceviz toplarsak bir çuval olur anlamında değil, bin ceviz fidanı dikersek, bir ceviz ormanı olur anlamındadır.

Ceviz ormanından bin çuval ceviz toplayabilirsin. Özgür düşünce, özgür atılım, oyun kurma ve büyük olma, işte budur.

Biz, 15 yaşında, 7.Kongremizi toplayan bir derneğiz. 20.yüzyılda gelen göçmenlerin secdeye durup “ben geldim” dediği ve bir çay içmek için uğradığı Beyazıt’taki Balkan Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneğini söküp attık ve onun yerine dikildik. Bundan sonra “umut biziz” dedik. Demesine dedik de, kuş sürüleri fidanlara konmaz.

Birbirimize hesap vermek için yedinci defa şu küçük yuvamıza toplanıp “biz artık 5 bin 860 BULTÜRK ailesiyiz” derken, inanın gözlerim yaşarıyor. Memleketimizde 5 bin sakinlik köy yoktu. Biz artık Mestanlı’dan, Eğiri Dere’den, Kemallerden, Yeni Pazar’dan büyük bir şehir olduk.

Köylü değil, kentliyiz, yeni nitelimiz işte budur.

İstanbul’da 20 milyon içine dağılmış olsak da, biz bir nüveyiz. Çarpan bir yürek olarak İstanbul 2 bin kilometre etrafını nasıl etkiliyorsa, bizim sözümüz de İstanbul’da, Türkiye’de, Bulgaristan’da duyuluyor, yayınlarımız Kana’da ve Avustralya’da bile okunuyor. Her fikir bir tohumsa, biz kendi tarlamıza değil, dünyaya fikir saçıyoruz, diğer halklarla etkileşim içindeyiz, binlerce ve yüzbinlerce okurumuz, arayanımız, kitaplarımızı baş tacı eden dostlarımız var. Tay durduk, artık yürüyoruz, çok yakında koşacağız, çocuktan ergin, reşit, kemal olacağız. Yolumuz açıktır.

Türkiye’mizin 21. yüzyıl şafak yıldızı AK Partiyle birlikte, 2002’de doğduk.

Bu yollarda beraber yürüdük!”. Darbe teşebbüsüne, terör eylemlerine karşı aynı siperdeydik, anavatanımızı bir dünya öncüsü, Türkiye’mizden Büyük Türkiye yapma atılımlarında, “Yenikapı’da” yeni Türkiye ruhu doğarken, mayasında biz de vardık.

Yüzde yüz katıldığımız ve “evet” dediğimiz anayasa değişikliği referandumuyla halk oylamasıyla büyük hamlemizi gerçekleştirdik. Büyümüş Türkiye’ye yeni gömlek diktik.  Büyük bir halkın, büyük önderimizin Başkanlık taçlanmasına katkımızı verdik.  Hepimize uğurlu, kutlu olsun!

Burada yeni olan, nitelik olan, “bizi o limana çıkaracak” fikri, kaptanı, oyun kurucuyu bulabilmiş olmamızdır. Bu, bir yere kadar büyük bir şanstır. Şanslı olan biziz, şanslı olan Türkiye’mizdir, tüm Türk Dünyasına kutlu olsun!

1) Fikir, Türk halkının birlik ve beraberliği, bükülmez iradeye sahip oluşu ve 21. yüzyıl hedeflerini görüp taktik ve stratejiye dönüştürmüş olmasıdır. Türk halkının bölünmez ve yenilmez birliğidir. Fikir, sayın dostlarım, dere boyunda taş toplamak, yamaçlarca papatyadan demet derlemek değildir.

Fikir geçmişi geleceğe taşıyan motordur.  Dip dalgasını meydanlara sokaklara taşıyandır. Bizim gibi küçük nüveleri dev olanın içinde tutan ve yaşatandır.

Biz bir STK’yız. Büyük Türkiye içinde bir özüz.

Kongremizin, tüm çalışmalarımızın işlevi, bu özü yaşatarak ve güçlendirmektir. Bakıyorum son günlerde, son 10 yılda bir tek kitap okumamış ama siyasetçilikten geçinen, hatta kolluk kuvvetleri olan bazıları, STK’alara dayanmayan yeni AK Parti siyasetinden söz ediyorlar. AK Partinin ve tabi ki Büyük Türkiye’nin altını oymak istiyorlar.  Kardeşlerim bu denizde dalga köpüklerine basarak yürümek hayaldir. Bastığın an batarsın. BULTÜRK Bulgaristan konusunda basılması gereken Türkiye devlet siyasetinin sağlam kale duvarlarından biridir.

Biz kendi kendimize örnek olan bir STK’yız!

2)Sayın Devlet BAHÇELİ ve Kaptanımız, yürütmeyi de eline alan, Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız ve AK Parti Genel Başkanı, Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN’dır. Büyük Türkiye’nin yüksek mimarı, geleceğimizin tablosunu çizen üstat ressam, yol haritasını işaretleyen onlardır. Kabuğumuzdan taşacağımız ilk durak, Cumhuriyetimizin 100. yılı – 2023,   bölgesel güçten küresel güce büyüyeceğimiz 2053 yakın hedefimiz,  uzaklardaki hedefimiz ise 2071’dir.

3) Oyun kurucu. Biz hepimiz daha 1878’den beri kendimize göre oyun kurucuyuz. 139 yıllık öz tarihimizde kimseden nasihat dinlemedik. “Bismillah” demeden “ekmeğimizi bölmedik” / “Komşumuz açsa, biz tok yatmadık” /  “Aynı hayalleri yaşatarak var olduk”. Çekiler bizim, zulüm bizim, ölülerimiz ve canlılarımız hep bizimdi. Peygamberimize inandık. Halk zekâmız varken, Bulgar okulunda yetişip başımızı beladan kurtaracak, oyun kurucu, kurtarıcı bir Mesih geleceğine asla inanmadık. XX. asır boyunca bize dayatılan ateizmin mağlup olacağına ve kendi mezarını kendisinin kazacağına inatla, sabırla inandık. İnanca dönüşen umutlarımız gerçek oldu. Hepinizi kutlarım!

Büyük oyun kurucularımız, kendilerine kayıtsız koşulsuz inandığımız önderlerimiz şunlardır:

  • İlk sırada XIX-uncu asırda, Alman kansleri Bismark’in “dünyada 100 gram akıl varsa % 95’i II. Abdülhamid’de” dediği Padişahı önderimizdir.
  • XX-inci yüzyılda, emperyalizme diz çöktüren, 17-ıncı Türk devletini kuran, Cumhuriyetimizi, egemenliğimizi ve istiklalimizi ilan eden, Türk halkının ve dünya mazlum halklarının büyük lideri Mustafa Kemal Atatürk, biz Bulgaristanlı Müslüman Türklerin de önderimizdir. 1878’den beri o mazlum halklardan biri de, biz, Bulgaristanlı Müslüman Türkleriz.
  • XXI-inci yüzyıl önderlerimiz, MHP Genel Başkanı Devlet BAHÇELİ ve Büyük Türkiye sevdalısı, şanlı zaferler kurgulu, küresel lider adayı, devlet, hükümet ve parti başkanı Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır.

Değerli Dava arkadaşlarım, Sevgili kardeşlerim,

Bir lider ne kadar büyük olursa olsun ödevi, denizi kurutmak değildir. Dalgalarla dirilip kuduran denizin nereye döküleceğine işaret ederek insanlara ve canlılara kaçıp kurtulma yolu göstermektir. Bu bazen olabilen, bazen da olmayandır. Bazen olabilmesi için bugün erken yarınsa geç olandır. Onun için biz bugün, Büyük ve Güçlü Türkiye’nin yanındayız.

Görüntünün olası içeriği: 4 kişi, ayakta duran insanlar ve iç mekan

1878’e dönüyorum:

Şurada, “Atatürk Hava Limanı” önünde, Yeşil Köy’deyiz. Rus ve Osmanlı heyetleri, Anavatandan koparılmış, “kılıç artığı” Türklerin asla küçümsenemeyecek, ihmal edilemeyecek, vazgeçilemeyecek bir kitle olduğu bilinciyle, Trakya’daki Bulgar nüfusla değiştirilerek, bire bir hepsinin Balkan Sıradağlarından güneye çekilmesini teklif etmiş, ama koparıp alamamıştır.

Burada,  Osmanlı İmparatoru için, en değerli olanın, dereler tepeler, hamamlar, dükkânlar değil, İnsan, Müslüman Türkler, bizler, her bir canlı fert olduğunu görüyoruz.

1878 Berlin Barış Konferansı hükümleri Bulgaristan Türklerinin dinlerinde serbest olmasını öngörüyordu. Bu hükümler anayasa niteliğindeydi. Çiğnenemeyecekti. “Din ve mezhep farkı gözetmeksizin herkesin din ve mezhep özgürlüğü olduğu” esas alınmıştı. Biz ilk andan bugüne kadar hesaptan silinmiş, defteri kapanmış, gözden çıkarılmış olan olmadık.  1909 İstanbul protokolü imzalandı.

Bulgaristan Türklerinin haklarıyla ilgili ek sözleşme onaylandı.

Balkan Savaşlarından sonra, 29 Eylül 1913 tarihinde Türkiye ve Bulgaristan arasında varılan Barış Anlaşmasında 2.numaralı eki,  yine “Bulgaristan’da Müftülükler örgütünün yeniden düzenlenmesi” oluşturdu. Bu anlaşma Müftü ve kadı yetiştirecek bir “Nüvvab” okulu açılmasını da öngörmüştü.

Birinci Dünya Savaşından sonra, 1919 Paris Nöy konferansında da, bu hep böyle olmuş ve hak ve özgürlüklerimiz devletlerarası anlaşmalara başarıyla işlenmiş ve kabul ettirilmiştir. Buradaki esas fikir, din olduğu yerde dil olur. Din olduğu yerde hukuk, ahlak, eğitim, kültür olur anlayışı olmuştur. Büyük bir devlet zekâsıyla geleceğimiz bina edilmeye çalışılmıştır.

Haklarımızın uluslararası sözleşmelere ve hukuka dayandırılması açısından bu denli yoğun çaba gösterilmesine ve ilk bakışta, sanki başarılı olunmasına karşın, Bulgaristan Müslümanlarının hak ve özgürlüklerinin tanınmamasının da, bir çığı gibi üzerimize gelerek, hem birey hem de topluluk olarak bizi ezdiğini ve ezmeye devam ettiğini görüyoruz. Kötü olan da, kötülüğün hep albenili çikolata paketinde ve içimizden olup ruhunu satmış birileri tarafından yapıldığı gerçeğidir. Daha da kötü olansa, geçen yüzyıl aynı faciaya 3 defa tekrarlanmış olsa da, uyanamamış olmamızdır. Örnekliyorum:

1929 yılında Sofya’da toplanan Bulgaristan Türklerinin Birinci Milli Kongresi’nde, müftü ve Baş Müftü seçimi usulüne çok büyük önem arz edildi. Ne var ki, Baş Müftüleri İstanbul’dan seçimlerin önüne geçip Bulgar makamları tayin etmeye başladılar. İşte bundan sonra Türkiye’ye ve Atatürkçü Bulgaristan Türklerine karşı kullanmaya başladılar. Bunun ilk tipik ve sonra da tekrar eden örneğini Bulgarlar tarafından tayin edilen Hüseyin Hüsnü Efendi’nin Baş Müftülüğü döneminde izliyoruz.  O, 1928 – 1936 yılları arasında Sofya’da Baş Müftülük yaptı.

İstanbul medreselerinde okumuştu. Damat Ferit Paşa çizgisinde koyu bir Hürriyetçi olarak Bulgaristan’a döndü. Çar emniyetinden gizlice aldığı parayla “Medeniyet” gazetesi çıkardı.

Atatürkçü, yeni alfabeyi benimsemiş Türk aydınlarına karşı âmâsız bir savaş açtı. “Dini İslam Müdafileri Cemiyeti” adlı bir gerici dernek kurdu. Daha sonra Tedrisat-ı Diniye Baş Müfettişi oldu. Atatürkçü eğitim öğretim vermeye çalışan Türk okulları ve öğretmenleri üzerine saldırttı.

Faşist hükümetin desteğini buldu. Hafiyelik yaptı. Birçok aydını ekmeğinden etti. Bir çoğunu da Memleketimizden kovdurttu. Kraldan fazla kralcı kesilip biçimlenmeye çalışan Atatürkçü, medeni Bulgaristan Türkü kimliğimize karşı daha önce görülmemiş gizli bir savaş açtı. Eski yazıyı diriltti. “Elinde katran kovası” jurnalcilik yaptı.

1934 faşist darbesinden sonra tutuklanan Turancılarımızı liste halinde ele veren de odur. Bulgaristan’da Türkiye’ye saldırmayı meslek haline getiren de odur.

İhanet kuyusu o kadar derinleşti ki, zaman geldi Sofya Türk Baş Müftüsü Bulgaristan Türklerinin Bulgar–İslav adlarını “kendileri seçti” deyecek kadar alçaldı ya da alçaltıldı. Biz bu alçaklığın birinci tekrarını 1970 – 1989 döneminde okullarımızın yeniden kapatılmasında, Pomak, Türk ve Çingenelerin isimlerinin zorla değiştirilmesinde, dernek ve encümenliklerimizin yasaklanmasında, Türkiye’den ders kitabı getirilmesine izin verilmemesinde, Türkçe müzik dinleme yasağında, din adamlarına baskılarda, yargısız infaz, tutuklama, sürgün, “Belene”de ve zindanlardan feci örneklerde yaşamadık mı?

Başta olanlar Şükrü Tahir, Salif İlyaz, Baş Müftü Topçu, son komünist Baş Müftü Nedim Gençev ve bazı başka Türkler değil miydi? Bütün Türk okulları, gazeteler, dergiler, tiyatrolar, radyo, basın – yayın onların zamanında kapanmadı mı?

Aynı trajedinin üçüncü sahnesini, 1992-94’te Türklerin oylarıyla Başbakan Olan Lüben Berov, “Türk çocukları anadillerini seçmeli ders olarak Bulgar okullarında öğrenebilir”, Kırcali’de Türk Tiyatrosu yeniden açılsın, dedikten tam 15 yıl sonra I.Borisov hükümetinde Kültür Bakanı olan Vejdi Reşidov’un kendi anasının adını taşıyan Kadriye Latifova tiyatroyu %50 kapatınca 2009’da yeniden yaşamadık mı?

2000 yılında Türkçe derslerine 95 bin öğrenci girerken bu sayının 2010’da 14 bine düşmesinde de üzülerek yaşamadık mı?

 Şahsen bana kalsa, Bulgaristan’da 20 kat derin bir kuyu kazmak ve Bulgaristan Müslüman Türk halkına ihanet ve kötülük edenleri, 20 kat derinliğe gömüp, asla açılmamak üzere, üstüne 5 metre kalın beton dökmek gerekir. Bu hainlerin eski Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanları ile öpüşe öpüşe Bulgar’ın gözünde “adam” olup kullanılmalarına ise akıl erdiremiyorum.

Evet şu an Bulgaristan’da kululan üçüncü Borisov hükümetinde ilk defa Türk Bakan yok. Olmaması daha hayırlı!

Çünkü faşistlerle ortaklık yapan bir iktidarın kazanında kaynamak yürek ister. Ne oldu şimdi? HÖH partisinden kopan 170 bin oyu GERB yuttu. Sanki herkes haklı, aldatılan yalnız biziz…

Şunu da eklemek istiyorum.

Bizler her platformda Lütfi Mestan bizden biri değil, ajandır, gizli görevleri olabilir, dedik, kulak veren olmadı. Gelen haberlere göre, Başsavcılık “DOST” partisini yasaklayacakmış. 2015 Aralığından beri gaflet sahnesi seyrediyoruz. Bu yüzkarası işlerin hesabını kim verecek?

Hapishanelerde zorla ajan edilen ve Sofya’da dosyaları açıklanan 3.016 kişi bu kaşarlı hainlerin ettiği kötülüğün bir zırnığını bile etmemiştir. Nefes alamaz duruma getirilip 500 binimiz birden bir ayda kapı dışı edilmemiz de bir tuzaktı!

Birinci örnek faşizm zamanından, ikinci örnek totaliter komünizm yıllarından ve işte şimdi üçüncü sahneyi Ahmet Doğan, Vejdi Raşidov ve Lütfü Mestan sahnesini izliyoruz. Tekrarlıyorum: Üçüncü sahnede Bulgaristan Türklüğüne kan kusturan, Ahmet Doğan hainidir.

Vejdi Raşidov ruhunu satmış bir onursuzdur. Lütfi Mestan ise, başımıza daha ne gibi belalar getireceği belli olmayan, mazlum rolü oynayan,  gizli bir ajandır.

Geçmişte Baş Müftü Hüseyin Hüsnü Efendiye gazete çıkar diye para verenler, okulları felce uğrat diye onun başmüfettiş yapanlar ve dernek çalışmalarıyla Türklerin kafasına örümce ağı ör diye, ona dernek kurduranlar, Ahmet Doğan’a hiçbir mahkemede kaydı olmadan, Hak ve Özgürlükler Hareketini altın tepside verdiler.

Ne var ki, Bulgaristan Türkleri 1989 Mayısında artık siyaset sahnesine çıkmıştı, örgütlü direnmişlerdi, aramızda bulunan Sabri İskender Beyin Genel Sekreteri olduğu “Demokratik Lig” başı çekmiş, 27 diğer legal ve illegal örgüt direnişlerin motoru olmuştu.  Demek istediğim, biz yeni bir nitelik olmuştuk.

Türk sürüsünden, direnen bir halk topluluğu olmuştuk.  Bulgaristan Türkleri hak ve özgürlükleri için ayaklanmıştı. İşte burada Bulgar gizli polisi “DS”, Rusya KGB-si ile el ele verdi ve “33 mahpusçunun bir araya gelmesiyle Varna’da 4 Ocak 1990’da kurulmuştur, Genel Başkanlığına Ahmet Doğan seçişmiş, adı da HÖH’tür deyip ” zehirli çikolata bonbonunu hepimize yedirdi.

Türkiye diplomatlarından bazıları; 9 Ağustos 1985 akşamı Sofya’da Vatan Cephesi Merkezinde “Türklerin isimlerinin değiştirilmesini destekliyorum” adlı Türk aydınlar deklarasyonunu imzalayan ve daha sonra HÖH partisinin kuruluşuna ilişkin yalanın da doğru olduğunu tasdik edenlerin yazdığı kitaplar, yazılar, halk önüne çıkıp konuşmaları, insanımızın kafasını tam 20 yıl bulanık tutmaya yetti.

Bu hainlere verilen mükâfat nedir? İbrahim Tatarlı profesör oldu.

Sadık Ahmet, Cengiz Hakov profesör oldular. Vejdi Raşidov ise Bakan oldu. Adına “soya dönüş” süreci denen Bulgarlaştırma yıllarında Bulgaristan’da daha birçok kişi “bilim adamı” olmuş, hatta “Belene” ölüm kampında hafiyelik yapanlara Sofya Üniversitesi diploması dahi verilmiştir. Ahmet Doğan da o yılların “feylesofu”dur. Fazla uzatmak istemiyorum, fakat biz hepimiz bugün de bu zehirli sisin içindeyiz kardeşlerim.

Türk düşmanlığı değirmenine su taşıyan Ahmet Doğan, Kasım Dal, Lütfi Mestan ve yeni ortaya çıkan ve “talonçesi” bile olmayan subay Orhan İsmailov – hepsi- bütün tayfa –yeminli ajan gibi davranıyorlar. Hepsi de yeminli hain gibi hareket ediyorlar, hepsi de aynı yönde Türkiye’ye karşı çalışıyorlar. Yaptıkları tüm çalışmalarında Türk Halkı kaybediyor, bunlar hepsi tesadüf mü?

Ben buna inanmıyorum. Türklere kan kusturmak için her oyuna gelmeyi, her tuzağı kurmayı, bol keseden yaşayıp, palyaçoluk yapmak için yeminlidirler herhalde.

Belki kiminiz içinizden “çok ileri gittin be Başkan” diyebilirsiniz.

Ama şu gerçeğe bakın: Son seçimlerde Türkiye’ye, soydaşlarımıza, Bulgaristan Türklerine demedikleri kalmayanlar Hak ve Özgürlükler Konusunda hep sustular. “Ben konuşmamak için imza attım,” diyemediler.  A. Doğan da ininden başını çıkarmıyor. Fakat Türkiye’den 2 600 DPS’li soydaşı yağdan kıl çeker gibi Bulgaristan’a götürdü, oy kullandırıp geri getirdi.

Sanki ne gören oldu ne duyan oldu, yer yarıldı ve gerçek içine girdi.

Resmi propaganda Doğan-Mestan oranına %40’a %60 dese de, oyunu bir sıfır kazanan yine hain Doğan oldu. Son oyunda Bulgar, bizi daha da parçaladı. Türklere karşı Türkleri sahneye saldı. Kavgaya hakemlik yaptı. Bu bakıma, biz, BULTÜRK olarak,  son maça bilet almadık, çünkü hain soytarılığına karnımız toktu. Öyle de, kurtlar arasına düşen kurtlarla dans eder atasözü aklımızdadır.

Yine başa dönelim: Ata vatanımızda kalanlara, 1.723 okulumuza, 2.343 cami ve mescidimize, taşınmazlarımıza, köy ve kasabalarımıza sahip çıkarken ezilseler de dayanmalarına ama Türklüğümüzü yeniden ve yeniden üreterek var oluşumuzu yaşatmalarına yanlış bir strateji veya aldatılmışlık, demiyoruz, o gözle bakmıyoruz.

Bu gün Bulgaristan’da yetişmiş 1 kişimiz yok neden? Bunun suşlularını değil ileride bunları nasıl ve ne yapmalıyız onu nasıl değiştiririz onu konuşmalıyız.

Osmanlı, 1908’de Bulgar Krallığı ilan edilene kadar ve daha sonra öğretmen ve hocalarımızı Edirne ve İstanbul’da okutarak, öğrencilerin okul kitaplarına kadar göndererek medeniyetimizin, ruhumuzun, kültürümüzün ayakta kalmasına, irademizin güçlenmesine, her Türk’ün aydınlanmasına yardım etmiş, kol kanat açmış, zulme dayanamayanlara sınır kapılarını asla kapatmamıştır.

Ne var ki, baştan sona Bulgar ve Türk kimliği arasında her yerde de, hele okullarda bizim için amansız bir mücadele yüzyılı olan XX.asrın daha başlarında, 1907’de Sofya’da çıkan “Uçilişten Pregled” dergisinde Türk özel okulları konusunda, yok edilmemizi hedefleyen zihniyeti şu cümlelerde ifade bulmuştur: Özel olarak seçtim:

Türk azınlık okulları ortadan kaldırılmalıdır. Bunun çeşitli yolları vardır. Devlet Türk okullarına yardım yapmamalıdır. Türk halkının da bu okullara yardım etmesi yasaklanmalıdır. Böylece desteksiz kalan Türk okulları kendiliğinden kapanır. Büsbütün ortadan kaldırılamazlarsa bu okullar ezilmelidir. Bunun da çeşitli yolları vardır.

Sözgelimi, sağlığa elverişli olmadıkları, ahlaka uygun eğitim vermedikleri, öğretmen maaşlarını zamanında ödemedikleri vb gibi gerekçelerle bu okullar kapatılmalıdır.”

Bulgarların Türkleri tam cahil bırakmak için stratejileri buydu. Karşılarında Osmanlı olduğu için, o zaman kanunlaştırılmamış ama hep uygulanmıştı.

Bulgar Krallığını tanıyan Osmanlı, yeni devletle 1909’da imzaladığı ilk protokolün ekindeki sözleşmeye “Bulgar hükümeti, ülkesindeki Türk azınlığın hak ve özgürlüklerine saygı göstermeyi bir kez daha taahhüt eder” cümlesini yazdırmış ve imzalatmıştı.

Ne var ki, 1954 yılında Bakanın açıklaması gerçekleri gözler önüne sermiştir. Bulgar hükümetleri 76 yılda Türklere ettiği eziyeti Milli Eğitim Bakanı Demir Yanev şu sözlerle açıkladı:

Bulgar burjuva yönetimleri, Türk halkını tam cahil bırakmak için canla başla çalıştı. Onları yok etmenin bir yolu cahil bırakmaktı. Milli eğitim Bakanlığı arşivlerinde öyle belgeler var ki, bunlar, faşistlerin Türk halkına karşı izlediği cahil bırakma politikasına tanıklık etmektedir. Denetim Komisyonunun 1937 yılı raporunda Türk okullarıyla ilgili şu satırlar yer alıyor:

  1. Krallık idaresindeki Türk azınlığı eğitimini mümkün olan en aşağı düzeyde bırakmak için bütün yasal tedbirler alınmalıdır.
  2. Türk azınlığı gençlerine bilgilerin en basiti verilmeli, Türk okullarında dini eğitime daha geniş yer verilmesine dikkat edilmelidir.
  3. Türk özel okullarına Bulgar öğretmenleri pedagojik amaçla değil, istihbarat amacıyla atanmalıdır. Yani Türk bölgelere atanan öğretmenler.

1939 – 1944 yılları arasında Bulgaristan Türk eğitimi çok zor yıllar yaşadı.

Türk okulundan üçte ikisi kapatıldı. Bugün AB üyesi Bulgaristan’da ise Türkçe okul hiç yok. Çocuklar okula gidemiyor, okula giden de kitap bulamıyordu.

İlk kez 1934’ten sonra, ikinci olarak 1970’den sonra değerli öğretmenlerimizin çoğu görevden alındı. Sürüldü. Türkiye’ye göçe zorlandılar. Can çekişen Bulgaristan Türk eğitimi kaç defa öldürüldü ve kaç defa dirildi…

Burada 15–20 senede bir tekrar eden bir dalgalanma görüyoruz.

Bu, geçen yüzyıl boyunca böyle gelip gitmiştir.

Hedeflerinde, strateji ve taktiklerinde medeni var oluşumuzu yok etmek olsa da, bunu bir devlet siyaseti haline getirmeleri kolay olmadı. Önce Osmanlıdan sonra da Türkiye Cumhuriyeti’nden korkuyorlardı. İki formül uyguladılar:

Birisi bizden göç yoluyla kurtulmaktı. İkincisi de, akıllarından geçeni aramızdan seçtikleri ve maşa olarak kullandıkları içimizdeki hainlere yaptırmaktı.

Üzerindeki şiddet sürekli tırmandı.

1920’lerde Stamboliyski zamanında ortam liberalleşti. 1934’te faşist iktidar kuruldu. 1941’de Hitler Orduları Bulgaristan’a girdi.

1945–1960 arası sosyalist demokrasi özgürlüğü yaşandı.

1970’lerden sonraki Sovyet destekli totalitarizm toplumu kasıp kavurdu. Tamamen yok edilmeye çalışıldık.

1990’dan sonra demokrasiye geçiş dönemiyle avutulduk.

4 Nisan 2017’de kurulan III. Borisov hükümetinde “isimlerimizi değiştiren askeri birliklerin komutanlarından biri olan, Avrupa Konseyinin “faşist” dediği, Bulgaristan’ı Kurtarmak için Milli Cephe partisi başkanı Valeri Simyonov Başbakan Yardımcısı, ortağı VMRO partisi başkanı Krasimir Karakaçanov da başbakan yardımcısı ve Savunma Bakanı oldular.

Bulgaristan’ı sözde “Türkiye tehlikesinden” ve yerli Müslüman Türklerden kurtarmak için iktidar oldular ve meclisten oy aldılar. Anlatmak istediğim faşist öz ve belirtili totalitarizm yeniden göreve geldi ve bu defa fark Avrupa Birliği kılıflına sığınmıştır.

Görüntünün olası içeriği: 4 kişi, oturan insanlar

Kendi kendime soruyorum:

Osmanlının, ardından Türkiye Cumhuriyeti devletinin, biz göçmenlerin, dernek ve federasyonlarımızın, orada kalan kardeşlerimizin yok edilmesi planlarına karşı taktik ve stratejisi, uyguladığı tavır, tutarlımıydı?

Ne kadar başarılı olduk? Ne kadar eksik kaldık?

Çok kurban vererek neden hep geriledik. Yoksa ben olayları kendime ve size yanlış terimlerle mi izah ediyorum. Tabii bu, bir az da bakış açısı sorunudur.

Şu örnek üzerinde birlikte düşünelim:

2004’te Bulgaristan NATO’ya alındı. Türkiye Cumhuriyeti meclisi “aman alınsın” diye karar aldı, garantör olduk. O zaman, neden, Türkiye Cumhuriyeti devleti ve diplomasisi, “sizin Bulgaristan’daki Türk azınlığıyla ilgili imzaladığınız ve uygulamadığınız kararlar, sözleşmeler var.

Önce siz şunları bir uygulayın, biz size garantör oluruz” demediler?

Biz, Bulgar’a her şeyi bağışlamak ve karşılıksız yardım yapmak zorunda mıyız?

İki, şimdi de 3milyon 600 bin sığınmacı ve savaş kaçağına bakıyoruz.

Biz baktıkça, onlar çoğalıyor. Musul’dan, Şam’dan daha kaç milyon geleceği belli değil. Bulgar sınırda bize karşı havlıyor. Avrupa’yı itler korosuna kışkırtıyor.

Bu defa imzalanan sözleşmeleri bir tek Bulgar değil, 27 AB ülkesi birden yerine getirmiyor. Sofya’daki Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi TV yıldızı olsu, her gün demeç veriyor, ama bir defacık, “ya biz sizi koruyoruz, sığınmacıların yolunu kestik, ama siz de şu bizim buradaki soydaşlarımızın haklarını tanıyın da bu hizmet karşılıklı olur demiyor.

Sığınmacı silahı gereği gibi kullanılmıyor. Bir gecede 50 bin savaş kaçağı Bulgar telini toplasa ve denize atsa, bak sen üslupları değişir mi, değişmez mi?

O günü gelmesini bekliyoruz!

Üçüncü, Ahmet Doğan Bulgaristan Türklerine en büyük ihaneti ne zaman yaptı? Hiç düşündünüz mü? 2007’de Bulgaristan’ın Avrupa Birliği’ne girmesi için “Bulgaristan Cumhuriyeti’nde Etnik Sorun Yok” Deklarasyonu imzaladı.

Bu bildirgeyi imzalamayaydı, Bulgaristan AB’ye hiçbir zaman kabul edilmeyecek ve 10 yılda 27 milyar Euro götüremeyecek, Bulgaristan’da totalitarizmin polisi, ordulusu, itfaiyecisi, gizli polisi siyasete katılamayacak, iktidar olduk diye kutlama masasına oturamayacaklardı. Doğan “saraya” 2007’de girdi. Bu mükâfat Bulgarlar tarafından ona az bile.

Dört, olaya bir de Bulgar tarafından bakalım.

Komşularımız Sırbistan, Makedonya, Arnavutluk Avrupa Birliği üyelik kapısını çalıyor. Bulgaristan ne diyor?

Sizde yaşayan Bulgar azınlığı var, onların hak ve özgürlüklerini tanımadan ben AB üyeliğinize oy vermem. Oysa tablo hep aynı!

Makedonya nüfusunda Bulgar yok. Sırbistan’daki durum da aynı! Arnavutluktaki toplam sayıları 20 bin kişi? Ey Türkiye’m sen neredesin? Yoksa biz Kürtlerden Peygamber yapıp, her yıl onlar için kurban kesmeye devam mı edeceğiz.

Türkiye’yi beğenmeyenlere alıp şapkasını gitme hakkı tanınmalıdır? O demokrasi olan AB ye gönderilmeliler, herkes istediği ülkeye serbest olmalı. 1989 da bize yaptıkları gibi onlara da yapılmalı amma tek gidişli olmalı. Çünkü biz zorunlu geldik onlar ise gönüllü gidecekler.

Yanıt sorulara ararken, önce Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, Bulgaristan Türklerinin dış Türkler statüsüne girdiğini hatırlatıyorum.

Aynı millet olsak da, daha Osmanlıda anavatandan kopmuşuz.

Önce Osmanlı sonra da Türkiye Cumhuriyeti ile Bulgar Krallığı ve Cumhuriyeti arasında devletlerarası ilişkilere konu olmuşuz.

Azınlık durumumuz, Türkiye üstelemesiyle her yerde, –1878 Berlin, -1913 İstanbul, -1919 Paris-Nöy Konferansında, -1925 Ankara Sözleşmesinde – önceliğini korumuştur.

Ne var ki zaman zaman önceliklerin değiştiğini görebiliyorum.

Bir defa Osmanlının son çöküş döneminde nüfus erimiş, nüfus sorunu belirmiş.

1918’de Çanakkale Savaşına Balkanlardan Türk asker toplanmış.

1976’da Türkiye sanayileşmeye açılırken erkek ve kadın meslek sahibi fabrika işçisi, usta ve uzman ihtiyacı kapıyı çaldığında, planlı kitle göçleri başladı.

Bütün bu yıllarda Bulgaristan Türklerinin ana motifi “canımız anavatana feda” oldu. Hele 1960’tan sonra “çocuklarımızı anavatan Türkiye’ye bir atabilsek!” havası belirdi. Topraksız, medeniyetsiz, dinsiz kalan Türkler konsolosluklara göç başvurusunda bulundu, sınırı göğüsledi.

Söz göçten açılmışken, doğru olan söz şudur:

Türkler Bulgaristan’dan göç etmediler, göç ettirildiler.” İstemeye istemeye geldik, gözlerimiz arkamızda kaldı, canlarından, namusumuzdan, dinimizden, adımızdan, Türklüğümüz için geldik, dediler.

Son 139yılda Bulgaristan’da çıkan hiçbir Türkçe gazete göçü kışkırtmadı.

Bulgar eziyetine rağmen, her zaman hepsi göçe karşı çıktı.

Vatan sevgisi hep üstün geldi. Analarımız “Türkiye bize yaramaz” derken, dedelerimiz ata yurdunun elden çıkarılmamasını öğütledi. Yazarlarımız “Cennet gibi vatanın içinde asırlarca yaşayan Türk köylüsü, göçe kalkmayı düşünmemelidir, aklından geçirmemelidir.” Diye yazdılar.

 

Şöyle örnekleyebiliriz:

1876’da Bulgar topraklarında yapılan sayıma göre, burada 1.800.000 Müslüman Trük vardı. 1985’in 23 Martında 1.253.386 Türk’ün ismi değiştirildi. Bütün sayımlar yanlış olsa bile, bugün yine 1.8 milyon varız.

Olay şu ki, biz Türkler hocalarımız, aydınlarımız, öğretmenlerimiz dolayında kenetlenen ve kendi kendine Türklük enerjisi ve Türk zekâsı üreten bir milletiz. Onun için okullarımızı kapattılar, öğretmen ve hocalarımızı kovdular, ruhumuzun kızışmasından, birbirimize sarılmamızdan korktukları için bizi hep kovdular, ezdiler veya hainlerin koynuna ittiler. Biz kendi kendine yeni niteliğe yükselebilen bir halk topluluğuyuz. Özümüz Türk mayalanmış ve kendiliğinden kabarıyor. 1989 Mayıs Ayaklanması buna kanıttır.

93 Harbinden” sonra, Türklerin Balkan Sıra Dağlarının kuzeyinden, Tuna boyundan Trakya’ya çekilmesi için yapılan teklifi çok isabetliymiş. Bir şansmış. Koca Balkan önünde aşılmaz bir kale olacaktık. Türk halkının bir yere toplanıp kimliğini yeniden üretmesi, güçlenme stratejik olarak çok iyi düşünülmüştür. Onlar, baskı yaparak bizi kovmayı seçtiler. Olmayınca, bizde nüfus olarak büyüdükçe diriliriz, dayanırız, sabırlı olalım inancı üstün geldi. İstikrar ve eğitim hamlemiz, kendi kültürümüzle yar olmamız, bu yüzden bu kadar önemliydi.

Yeşil Köy’de” masaya yatırılan Bulgar’ı Türksüz bırakma fikrinin ardında bir de şu vardı:

1878’de Prenslikte yapılan nüfus sayımında, Türk nüfusun % 60’ı -40 yaş üstü, Bulgarlarınsa 14 ile 25 yaş arası olmasıdır.

Şu da var: 1908’de 4–5 milyon olan İstanbul-Anadolu Osmanlısı, kaybettiği topraklardan göç alarak kendini üretmek zorundaydı.

2017’de 80 milyonluk bir dev bölgesel ve Avrupa gücü olabilmişsek, göç kanın önemi büyüktür. Balkan diasporamız 10 milyonu aştı. Bu yeni niteliğin içindeki milyonlardan biri biziz. Türkiye Cumhuriyeti gücünden gücüz.

Büyük Türkiye umuduyuz. Ben daha 1878’de zeki ve derin, uzun vadede başarılı olan Türklüğü bir araya toplama ve yeniden üretip şahlandırma stratejisinde hayır alameti görebiliyorum.

Biz bugün bu stratejinin içinde yer alıyoruz. Bulgarın bizi Türkiye’den koparma, parçalama, birbirimize düşürme tuzakları, ancak söküp atamadığı büyük korkunun eseridir. Bulgar’ın korkusu bizim nefes almaya, uyanmaya ve başımızı kaldırmaya devam etmemizdir. Onu yok edecek olan işte bu korkudur.

Düşünsenize! Bulgar gibi tohumu kurumuş ve 2050 yılında 600 bin kişi kalacak bir etnik topluluk var karşımızda… Kara Deniz sahiline Ruslar dolmuş. AB 10 milyon genci Bulgaristan’a yerleştirme planları yapmış. Yabancı nüfus istilasına uğrayıp eriyip gidecek. Bulgar’ın ki bir feryattır. “Eden bulur!” “Başa gelen çekilir!” Öyle bir çıkmaza düşmüş ki, sorma! Bir gazeteci olayı şöyle anlatıyor:  “Hakikatten Türk düşmanlığı Bulgar için maddi ve manevi gıda olmuş. Türk sınırına duvar çekmek için 168 milyon Euro almış. Müslüman Çingeneleri entegre edip eritmek için Brüksel’den 3 defa para kopartmışlar.

Şu olaya bakın: “Bulgar çocuğu dünyaya gelir gelmez Türk aleyhinde ninni dinler ve onunla uyur, rüya görür. Okula gider gitmez, sınıflara gider gitmez sınıfların duvarında beş süngüde bir Türk ve aleyhinde bin bir yalanla dolu tarih derslerini okuya okuya büyür. Onun içindedir ki, en ufak Bulgar köylüsünden en büyük devlet adamına kadar her Bulgar’da Türk düşmanlığı bir ihtiyaç, bir iman, bir ülküdür. Bu, kaşıdıkça kaşınmak istenen bir uyuzdur. O, her şeyi unutur ama Türk düşmanlığını asla unutmaz.”

Bu bakıma BULTÜRK olarak biz, 26 Mart’ta sınır kapısında AB Genel Kurulu üyesi Bulgar ırkçı milletvekillerin 80 yaşında ninelerimize ve bastonlu dedelerimize saldırısına şaşmadık, defalarca uyardık! Duyan olmadı, çünkü bizim uyuzumuz farklı, hırsımız farklı, ne yazık ki onlar gibi bizdekiler  de hasta!!! Yenilmeye, dövülmeye, rezil olmaya alışmışlar. Biz XXI. yüzyılda yenilenlerin saflarında olmak istemiyoruz…

Şöyle de bir olay var: Biz böbürlenmeyi seven bir milletiz!

Soruyorum: DPS’nin 845 aracından ve 52 otobüsünden hiç biri Bulgar Türk sınırında neden durdurulmadı da, “DOST Birliği” Türkü tartaklama rezilliği yaşattı bize?!. Çünkü “DOST Birliği” otobüslerinde baştanbaşa “Bulgaristan’da neredeyse istenmeyen adam ilan edilen” Lütfi Mestan resimleri yapıştırılmıştı. Marşlar çalınıyor, sanki seçime değil Bulgaristan’ı istila etmeye gidiyorduk. Gürültüden başka bir şey yoktu. Koşukavak’ta “Burgaz dere” boyundaki kavaklara ve söğütlere 5 bin adet Lütfü Mestan postalı yapıştırılmış. Bölgede 5 bin oy yok. Postallar İstanbul’da basıldığı için hesap kitap tutan yok.

Bu bir oyun kuruculuğu değildir.

Bu Türkiye devletini küçük düşürmektir. Samimi söylüyorum, “DOST” tuzağına düşürülmeseydik, bugün Bulgaristan’da GERB-faşistler ortaklığı hükümet olmayacaktı, siyasi tablo çok farklı olacaktı.

“DOST” partisini bostan korkuluğu yapan faşist güçler, it sürüsünü av kovalamaya uyandırabildi. Bundan sonra dersler çıkarmalıyız bundan sonra bizim ile ilgili kararları biz kimseye bırakmaya niyetimiz yok. Artık biz kendimiz alacağız yeter artık nesillerimiz yok oluyor…

Beyler, burada müsaadenizle küçük bir yorum yapmak istiyorum:

1990’dan beri yapılan hataların dosyasını açmak istemiyorum. Çünkü biliyorum, siz, bana, Bulgaristan’ın Varşova Paktından çıkarılıp NATO’ya katılması, İstanbul’u hedef almış

SS–22” füzelerini sökmek zorunda bırakılması, 3 bin Rus tankını kesmesi, ordusunu dağıtması vb yeter de, artar, diyeceksiniz.

Bu savaşa girmeden kazanılmış büyük bir zaferdir.

Bunlar çok iyi de, ben olaya biraz başka açıdan bakmak istiyorum: Biz Türklük davasına sadık büyük sayıda kadro kaybettik. Alevlenmiş isyan ateşi söndürüldü. Sürgünde kurulan 28 direniş hareketi kurutuldu.

Şöyle bir bakalım. 1960’tan sonra parçalanmamız, körelmemiz, 1950’de 160 bin, 1976’da 130 bin ve 1989’dan sonra sadece Türkiye’ye 720 bin göç vermemiz ve arkada kalan Türklük bozkırı ve hükmeden güvensizlik.

Tüm buna rağmen Bulgaristan’da ana iç çelişki bizdik. Bir defa biz Bulgar ulusuna ve devlete entegre edilmek istenirken eritilirken, 1990’dan sonra devletten söküldük. Bu sökülmek de kolay olmadı, güllerle durulmadı.

Türkler toprağına sarılmıştı. 1983’te bankalardaki sıcak paranın %33 ‘ü Türklerin hesaplarındaydı. Bulgar devletinin dış pazara sürdüğü ürünlerin %49’unu Türkler üretiyordu. Bu ciddi bir olaydır. Görüyorsunuz 1989 Ağustosunda palamızı pırtımızı alıp yollara dizilince, Bulgar devleti çöktü ve hala bir türlü dirilemiyor.

En sonunda yeniden faşizme sarıldı. Sımsıkı da sarılıyor.

Ne var ki bu çileli süreçte biz de fakir düştük ve HÖH yönetiminde “biz parayla her şeyi yaparız inancı” belirdi. Rüşvet, aldatma, dolandırma sayfası açıldı.

Bu sayfanın satır aralarına savcılığın ve polisin gözü önünde “Türkleri soyma işinde birlik olalım” fikri işlendi ve pratik oldu. Türkiye’deki derneklerle ilgili olarak ise, Bursa’da göçmen çevresinde ileri gelenlere el uzatıldı, fırsat sunuldu, çocukları HÖH kotasından okutuldu vs ve duruma hâkim oldular.

Kimse anlamadan bu defa 7 bin kişiyi araç ve otobüsle bir gecede yola çıkarabiliyorlarsa, olayın derin kökleri olduğu ortadadır.

26 Mart seçimlerinde ipleri ele geçirenler, 3 defa Bulgaristan’a gidip “uzman” kesilenler, “son söz sahibi olanlar” Lütfüleri, Kasımları, Orhanları okuyamadılar.

Biz soydaşlar arasında ve Bulgaristan’da bir anket yapıp, Bulgaristan Türkleri’nin HÖH’ü okuduğunu, oyuna getirildiklerini, tuzağa düşürüldüklerini anlayınca partiyi terk etmeye ya da pasifleşmeye karar verdiklerini ortaya çıkarıp yayınladıktan 2ay sonra, Kasım Dal ile Korman İsmailov HÖH’ten ayrıldı ve yeni Halkın Özgürlük ve Demokrasi partisini kurdular.

Görüntünün olası içeriği: 13 kişi, oturan insanlar ve iç mekan

Bu parti, sayadan kaçan koyunları toplamak için mi kuruldu.

2014 seçimlerinde Kemaller ve İsperih (kemallerde) Türk seçmenin HÖH Yönetiminden dayatılan listelere uymayıp, “tercihli sistemden yararlanarak Güney ile Palev’i meclise göndermelerine tepki geçikmedi.

17 Aralık 2015’te Lütfü Mestan ve 4 arkadaşı HÖH’ten atıldı. Onların vazifesi de oğul otu olmak ve sandıktan çıkan arılara hem “BEY” olmak hem de onlara yeni” sepetlerini” göstermekti. Bu da tutmadı. Oğul yarı yolda durdu ve Mestan Beyin gösterdiği sandığa toplanmadı.

6–13 Kasım 2016 Cumhurbaşkanı seçimlerinde 170 bin oy “sola” Radef’e kayarken, 26 Mart 2017 erken seçimlerinde aynı kitle sağ merkezdeki GERB partisine kaydı. Ortada aradığını bulamayan, bocalayan, çaresizliğinden “bilinçsiz de olsa” Bulgar faşistlerinin iktidara tırmanmasına ne yazık ki basamak olan bir kitle var. Bu kitle dayatılmış lider kabul etmiyor. Bilinçlenme kaynakları arayışı içinde. Kulağını açmış dinlemek, gözünü açmış gerçekleri görmek ve bilinçli seçim yapmak istiyor.

DOST” %2.5’ten fazla oy alamaz, meclise giremez, dedik bizi neredeyse düşman bildiler. Ne oldu, 2.8 aldı ve havada umut bulutları dolandırmaya çalışıyor.

Biz BULTÜRK olarak Cumhurbaşkanı adayı çıkardık, ilk hamlede 50 bin oy aldı. Seçim sonrası bizi Kutlayan bile olmadı.

Yeni Türkiye’de artık Kimse hesap vermekten kaçamaz.

Yanlışların hesabı verilmez ise ileri gidemeyiz. Büyük Türkiye sevdasına ulaşamayız. Bu dünyada kurumayan ağaç yoktur. Bazı ağaçlar ayakta ölür. Bulgaristan Türkleri Doğan, Dal ve Mestan grubundan kurdukları tuzakların hesabını soracaktır. Deniz uğulduyor, gemiler sağlam dursun kıyıya atılan parçalanır kaçış yok…

Ama bu hesap verme işi yalnız Bulgaristan’da da değil, burada da olmalıdır. BULTÜRK’ü yok etmeyi aklından geçirenlerin sakin uyuduğunu sanmıyorum. BULTÜRK Türkiye’deki büyük dönüşümün içindedir.

Dalgalanan al yıldızlı bayrağımıza dolan yeni rüzgardır.

Başımız dik, gönlümüz hoş ve vicdanımız temiz, verilecek hesabımız yoktur. Akşam yastığa başımı koyduğumda çoook rahat uyuyoruz.

***

Devam ediyorum: Anlatmaya çalıştığım siyasi özellik şudur.

Birinci ve İkinci Balkan Harpleri ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Bulgar Çarlık milliyetçilik ve ırkçılığının kabardığı ve ilk önce Müslüman Pomak kardeşlerimizin isim, dil ve din haklarına saldırışı da öz ve biçim olarak yüzyıl boyunca değişmeden tekrar eden bir vahşettir. Süreğen bir devlet siyasetidir.

Hedefi ve adı Müslümanlar başta olmak üzere, tüm etnik azınlıkları ne pahasına olursa olsun Hıristiyanlaştırıp Bulgarlaştırmaktır.

Kabul etmeyenlerden acımasızca göç yolu ile kurtulmaktır.

1908’da kurulan Bulgar Çarlığı, kuruluşundan hemen 3 yıl sonra, 1912-13’te bu saldırgan siyaset bir devlet politikası olarak yürürlüğe koydu.

1942’de, 1972’de 1984-89’da yüzüne maske takıp tekrarladı.

Bulgar devletinin bütün makamları, polisi, askeri ve diğer kolluk güçleri baskı ve terör uygulamasına, zulme katıldı. Baskı, terör derken, soykırım ve katliamlara tırmandı. Bu bir devlet siyasetiydi. Dünyaca kınandı. Kitapları henüz yazılmadı, filmleri çekilmedi ama yakındır.

Bizim de şansımız var. 20 Kasım 1913 ile 20 Ocak 1915 tarihleri arasında Mustafa Kemal, Osmanlı’nın Sofya Büyükelçiliğinde Askeri Ataşedir. O, Bulgar siyasi partileri arasındaki çelişkileri ve iktidar kavgasını yakından izler. Pomaklar ezilmiş Türkler tedirgindir. Müslüman seçmen ve vekillerinin Liberal Parti (Radoslavov 1913–1918)  hükümetini destekleyeceği şartıyla, 250 bin Pomak kardeşimizin isimlerinin ve din özgürlüklerinin geri verilmesini sağlar. Bu çok son derece büyük bir diplomatik ve politik başarıdır. Osmanlı üstün diplomasisinin parlak örneklerinden biridir. Ne kadar teşekkür etsek azdır.

Bu,  bir de oyun kurma ve fırsat değerlendirmedir.

Eziyete dayanmamızın 111. yılında biz bir de isyan ettik. 52 bin 700 kişi birden şahlandık. Mayıs 1989 Ayaklanmamızda Jivkov diktatörlüğünün omurgasını kırdık. Ölümcül yara aldı. Yıkıldı. Bulgar sosyalizminin ve komünist totaliter devletin çatırdayarak can verdiği bir dönemdi. Bulgaristan’da yaşayan bütün Müslüman Türklerin isimlerinin, din, eğitim ve kültürel hak ve özgürlüklerinin toptan elde edilmesi şansı belirdi. Diplomatik görüşmeler, Ağustos 1989’da Kuveyt’te yapıldı. Berlin, İstanbul, Nöy sözleşmelerinde Osmanlı diplomatları tarafından şerefle temsil edildiğimiz gibi, bu defa Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakan’ı Mesut Yılmaz Ayaklanma ateşinden geçen bir halk topluluğunu layıkıyla temsil etmek için Kuveyt’e uçtu. Bulgar dize gelmiş, bütün isteklerimizi yerine getirmeye, hak ve özgürlüklerimizi tanımaya hazırdı.

Biz Bulgaristan’da nefes kesmiş radyo başındaydık.

Ne oldu!? Sayın Yılmaz bizim için yalnız yorgan altında Türkçe konuşma hakkı istedi. Biz sevdiklerimizle zaten koklaşarak bakışarak anlaşıyorduk. Yani bizim için hiçbir şey istemedi.

Ogün bu gün haklarımız şaştı kaldı. 47 şehidimiz var. 12 bin mahpusçumuz ve ata ocağından sökülmüş 700 bin mazlumumuz. Türk halkına saygımdan fazla konuşmak istemiyorum.

Vatan toprağına döktüğümüz ter toplansa göletler dolar.

Tüm umut ve edinimlerimiz Hak ve Özgürlük Partisi sahte kurucusu Ahmet Doğan’a düğün hediyesi gibi cici pakette sunuldu. Bize, “lideriniz o olacak deyenler, Türk diplomatlarıydı.” Bu gerçeğin ne kadar acıdığını, ne kadar umut kırdığını ve ne kadar hayal söndürdüğünü, kendime saklıyorum.

Mustafa Kemal, bize, Türk diplomatlarına karşılıksız inanma örneği verirken, dikkat edin, aralarında kofları vardır, sizi yakmasınlar diye uyarmadı. Keşke uyarmış olsaydı…

Olayın 2016 ve 2017’de Lütfi Mestan örneğinde yinelemesi, 170 bin Türk oyunun Bulgar Partisi GERB’e kayması sonucunu doğurdu. Kanımca, siyasetçilerin siyaset sahnesine çıkmazdan önce, halkının atasözlerini öğrenmesi gerekir. Bizde, ağaçtan kopan ya da koparılıp atılan ve yere düşen dalın meyveleri yenmez. Atasözümüz “kurt kuş hakkıdır” der.

Lütfi Mestan, Kasım Dal ve Orhan İsmailov üçlüsünün başkasının bahçesinden koparılmış ve bizim sokağa atılmış dal olduğunun anlaşılamaması feci oldu. Şimdi demeçler veriyorlar, ama maçtan sonra gol atılmaz.

Bu oyunun yanlış kurulduğunu da peşin söyledik.

BULTÜRK yönetimi olarak seçimi boykot karar aldık. Seçmenin %54’ü sandığa gitmedi. Rodoplar’da ve Deliorman’da birçok Türk köyü sandığa gitmedi. Bu olayın özünde çok acı bir gerçek var. Bunu anlatmaya söz hazinem yetersizdir.

Bu yüzden 1960’larda yazılmış ve 2016’da Evrovizyon birincisi olan kırımlı bir kadının kızına söylediği ağıtı hatırlatırken, seçim vesilesiyle köylerinde açan baharı bir daha koklamak isteyen yaşlımızın duygularını tercüman oluyorum:

 “Ben bu yerde yaşamadım.

Yaşlılığıma doyamadım

Vatanıma hasret kaldım

Ey Güzel Kırım… “

Siyaset sahnesine çıkıp figüran ya da “koltuk değneği” rolü aldılar.

Halkımız figüran olmak, sürünmek, silinmek için ayaklanmamıştı.

Sorun insanlarımızı memleketten kovmakla çözülebilecek bir sorun değildir.

3 bin kişi Batıya kovuldu. Değişen ne oldu. Bugün de Avrupa’nın en fakir, en sefil ülkesi Bulgaristan.

Dün İngiltere “brekzit” dedi.

Yarın Fransa “frekzit”, Hollan’da “holzid” deyecek.

O zaman ne olacak? Bu sorunun cevabını “yaşayalım görelim” diyorum.

Ama elimiz kolumuz bağlı gözlemci olmayalım diyorum, çünkü kopan da, bağlanan da, istila edilen de, kurtarılan da bizim dedelerimizin yattığı topraklar…

Değerli dava arkadaşlarım,

Durumumuz yağsa yağmaz, ısıtsa ısıtmaz, “uzaktan baktım pek çok, yanına vardım hiç yok” tekerlemesindeki gibi bir şey. Mesut Yılmaz sağdır. Türkiye Cumhuriyeti devletinin hangi yüksek menfaatlerinin, bir asır boyu ezildikten sonra isyan eden Bulgaristan Türkleri’nin hak ve özgürlük davasıyla çakışmadığını henüz ne açıkladı,  ne de yazdı. Açıklamasını bekliyoruz.

Yazar Aziz Nesin’in “Türkiye’de Kürtler, Bulgaristan’da Türkler” benzetmesine kurban gittik. Birbirine benzeyen olaylara aynı çözümü uygulamak, baştan sona cahilliktir, çünkü İnsanı yaratan, “benden sonra yaratıcı sensin.” Demiştir. Bu sözler Türk diplomasisi için de geçerlidir.

Diplomasi fırsatları ustalıkla kullanma sanatıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin XIX. yüzyıl diplomatlarını Sofya’da görmek istiyoruz. Hayat yeni fırsatlar sunacak, bunlardan yararlanalım diyorum. Temennimiz budur.

1989 Ağustosunda Türkiye kapısının sonuna kadar açılmasını da isabetli bir oyun kuruculuğu olarak görmüyorum. Aslında iyi oldu. Bunu Türkiye Cumhuriyeti diplomasisi başarısı olarak defalarca anlattım. Fakat 27 yıl önce Türkiye Cumhuriyeti’de nüfus sorunu artık çözülmüştü. Bu 500 bin kişi orada kalabilirdi. O zaman biz, bugün mecliste 60 milletvekili ile tüm düşmanlık yasalarına kolayca dur diyebilirdik. Parlamentoyu ve yürütmeyi istediğimiz gibi elimizde oynatabilirdik.

1989’da Bulgaristan Türklerine zulmeden,  fakat onlara yenik düşen, çöken ve son günlerini sayan bir zalim diktatör yanlış değerlendirildi. Yarım milyon kardeşim ata toprağından, evinden söküp atıldı. Sınır kapısını açmak bu açıdan bir siyası zekâ parlaması değildi. Bunu,  ancak kendini şans oyunlarına kaptırmış bir siyasetçi yapabilirdi. Burada da daha ileri gitmek istemiyorum.

Türkiye devlet çıkarlarının, 1878’de kaybedilen bir savaştan “kılıç” artığı olarak kalan,  bir dış tükler topluluğu ile her zaman her yerde örtüşeceği diye,  ne bir yasa, ne de bir yasallık olduğuna inanmıyorum. Olay budur. Yeni çözümler yeni yollar aramak bulmak gerek…

Kuşkusuz, her kötülük içinde bir de iyilik vardır. Bir yandan da iyi oldu. Türklük denizinde yüzdük. Hasret giderdik. Hem ilham aldık, hem de anavatan denizi içindeki yosunlu taşları ve köpek balıklarını görebildik. En büyük kazanımız ise, Türkiye’de halk denizinin dip dalgasından bir güç olabilmemiz oldu. STK düzeyinde de olsa örgütlenebildik. “Hadi siz de gelin dendiğinde” bayrağımızı alıp kahramanlık gecelerinde nöbet tuttuk.

Çanakkale ruhumuzu “Yenikapı” ruhunda parlattık. Anayasa referandumuna katılarak “Büyük Türkiye” atılımlarına “Evet” dedik.

Bundan böyle, FETO-ocuların, paralelcilerin,  damatların,  bacanakların Türkiye adına söz hakkı olmayacağına, Sofya’ya gidip de diktatör Jivkov’a bizim hakkımızda “eti senin kemiği” benim” deyen generallerin bir daha asla Cumhurbaşkanı olamayacağına kesin inanıyoruz. Güvencemiz Sayın Devlet BAHÇELİ ve Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır.

Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi ve iç mekan

Artık konuşmamın sonuna geliyorum.

İzninizle bir olaya daha değinmek istiyorum:

Biz Bulgaristan Türkleri büyük Atatürk önderliğinde, Türkiye halkıyla birlikte, aynı zamanda devrim yapmış bir toplumuz. Türkiye’de “Türk Harfleri Yasası” nin yürürlüğe girmesinden 2 ay 11 gün sonra Bulgaristan Türkleri için de Türk harfleriyle öğrenim yapabilme izni çıkmıştır. Bu işte o yılların Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçisi Hüsrev Gerede Beyin ve Bulgaristan Türkleri Öğretmenler Birliği’nin büyük emeği geçmiştir.

Bulgaristan Türkleri çağdaş uygarlığa doğru Türkiye birlikte adımlamak için 1929’da Sofya’da Bulgaristan Türkleri Birinci Milli Kongresini çağırmıştır. Kongreye 460 delege katılmış ve öncellikle 3 soru görüşmüştür:

Okullar sorunu; Türkiye ile Bağlar ve azınlığa karşı dikenleri çok sivrilen Bulgar zulmü. Zulmün amacı Türkleri göçe zorlamak ve emlaklerini ucuza ele geçirmek olarak belirlenmiş ve kınanmıştır. Bu kongrenin çok büyük önemi vardır. Bulgaristan’da Turan örgütleri tarafından desteklenen örgütlenme atılımları daha o zaman Bulgaristan Türklerini politik alana taşımaya, siyasi parti kurmaya yükseltme adımları atmıştır.

Ne yazık ki, 1934’te Bulgaristan’da başa geçen faşistler, bu hamleleri baltaladıkları gibi, Latin harflerine karşı da savaş açtılar. Türk harfleriyle yayın yapan gazetelerin hepsini kapatmıştır. Yeni yazıyı savunan aydınlar kovalanmış, ezilmiş, kaçırılmış, göçe zorlanmış, hatta ölüme yollanmıştır.

Alfabe işi uygarlık, Türkiye ile kaynaşma işiydi. Korktular.

Eski yazıdan yeni yazıya geçiş bizim Batı uygarlığına da geçişimiz demekti. Bulgar faşistler o zaman buna katlanamadılar, bugün de oy kullanma hakkımızı kullanmamıza katlanamıyorlar.

Faşistlerce kesilen yolumuza 1945’ten sonra devam ettik ve hamlemiz 15-20 yıl sürdü. Bulgar komünistleri tam faşistler gibi, 1973’ten başlayarak hamlelerimizi tamamen baltaladılar.

1989 Ayaklanmamız, şarkıda dendiği gibi “yine bahar dönecek” umuduyla şahlandı. Bu dünyada dili, dini ve adı için ayaklanan halklar varsa onlardan biri de biziz.

Kongremizin yüksek kürsüsünde,  Makedonya’da Arnavut dilinin ikinci resmi dil olması için amansız mücadele veren kardeşlerimizi en samimi duygularımla ve kalbimden taşan coşkuyla selamlıyorum. Davamız ortaktır. Balkan dağları şarkılarımızla açmak istiyor. Zafer bizim olacaktır. Sağ olun.

Perşembe gün (4 Nisan 2017) Sofya’da III. Borisov hükümeti kuruldu. Başbakan Yardımcıları faşist bozması albaylar! Durum 21. yüzyıl ruhuna uymuyor. Parlamento yeni kabineyi 133 oyla onaylarken, Meclis dışına 10 bin kişi toplandı. Onlar, 6 Kasım 2016’fa referandumda katılan 2.5 milyon Bulgaristan vatandaşından yalnız bir temsilci grubudur. O zaman bir de oy vermiş ve sosyal sistemde köklü değişiklik, çoğulcu seçim sisteminin majoriterle değiştirilmesini, içi ajan, komünist, faşist, hain dolu partilerin siyasetten dışlanmasını, partilerin devlet bütçesinden beslenmesine son verilmesini ve seçime katılma hakkının herkes için zorunlu olmasını istedik.

Bulgaristan’da Perşembe gün çakmak çakıldı.

Meclise halk oylaması sonuçlarını oylaması için 12 gün süre tanındı.

Yorum yapmak istemiyorum. Bekleyelim diyorum. Ne de olsa BULTÜRK kapısı hepinize her zaman açık. Ateşin bacayı sarmasını beklemeden hemen hepinizi yeniden davet ederiz. Bulgar toplumu gebedir. Birkaç defa düşük yaptı. Bu defa bu doğuma ebeliği biz olacağız ve bu doğumu yapmaya hepinizi davet edeceğiz…

Kardeşlerin, 139 yılı bir saatte anlatmak çok zor.

Ben, daha önce “50 yıllık mücadelemizi” 420 sayfada anlattım.

6.Olağın Kongreden beri geçen sürede en önemli olan, askeri darbe denemesine, teröre göğüs gerdik, geriyoruz.

Al yıldızlı bayrağımız altında toplandık, dağıldık ama hep aynı zafer yolunda yürüdük. Çok toplantı, açıkoturum, bilgi şölenleri yaptık. Gazete çıkardık, kitaplar bastık, tanıttık, dağıtık! Sempozyumlara katıldık, konferanslar verdik.

Derdimiz ortak, davamız ortak, birlikte anlatmaya devam edeceğiz. Şu çok önemli! HÖH partisini 20 sene yönetiminde 3 sene de başında olan Lütfi Mestan

Yani gerçek şu ki, 26 senede Türkçe bir kitap bastıramadılar.

Fakat Kazanlıkta “Bulgaristan Türklerinin Durumu” kitabını anadilimizde basan Sn. Osman BÜLBÜL Büyümüzü kutluyoruz, kitabını dağıttık, Deliorman köylerinde imza geceleri düzenledi. Kırcaali’de BULTÜRK temsilcimiz Mehmet kardeşimizin çabalarıyla dava kazandık ve Türk çocuklarına anaokullarında domuz eti verilmesini bulgar savcıları eliyle durdurduk.

Biz artık bir marka olduk.

BULTÜRK dendiğinde herkes, bu iş ciddi, aman “dikkat edin” diyorlar.

Yolumuz uzun kardeşlerim. Bu güzel günde bizi tercih ettiğiniz için hepinize teşekkür ederim.  Sağ olun! Var olun. Allaha emanet olunuz.

Görüntünün olası içeriği: 3 kişi, iç mekanMoldova Bilimler Akademisinden Sn.Olga RADOVA Hanımefendi Kongremizde konuşma yaparken

Görüntünün olası içeriği: 4 kişi, iç mekanBalkanlara Vefa Derneği Genel Başkanı Sn.Şaban HOCAOĞLU Kongremizde konuşma yaparken

Görüntünün olası içeriği: 3 kişi, ayakta duran insanlar, takım elbise ve iç mekan

İzmir İnsan Hakları ve Kültür derneğinden Sn.Celal ÖCAL

Bayrampaşa Giresunlular derneğinin yöneticileri kongremize ziyaretinden dolayı teşekkürler

 

 

 

Reklamlar