Musa VATANSEVER
Tarih, insanlığın hem onurlu mücadelesini hem de derin acılarını yazar.
Bulgaristan’ın kuruluşundan bu yana Türkler, bu tarihin en ağır yüklerinden birini sırtlanmışlardır.
Osmanlı’dan sonra Balkanlar’da Türk varlığı bir türlü hazmedilememiş, özellikle Bulgaristan’da bir devlet politikası haline getirilen asimilasyon ve zulüm, Türklerin kaderini şekillendirmiştir.
Kuruluş yıllarından itibaren Bulgar çeteleri, Türk köylerini basmaya başladı. Bu sistemli saldırılar, Türkleri korkutmak, topraklarından sürmek ve onların varlığına son vermek için yürütülen planlı bir siyasetti. Amaç açıktı: Türkler terk etsin, malları, toprakları, evleri Bulgarların olsun. Ne yazık ki bu plan kısmen başarıya ulaştı; pek çok Türk, malını mülkünü geride bırakarak canını kurtarmak için ana vatan Türkiye’ye sığınmak zorunda kaldı.
Türklere yönelik zulüm yalnızca göçlerle sınırlı kalmadı. Pomak kardeşlerimiz bu sürecin en büyük mağdurlarından biri oldular. Onların isimleri tam beş defa zorla değiştirildi. Çoğu, baskı ve zorbalık altında Hristiyanlaştırılmaya çalışıldı. Yine de, Pomakların yarısı Türk ve Müslüman kimliklerine sahip çıkmayı başardı. Bu, kimliğe ve inanca bağlılığın, direncin en güzel örneklerinden biriydi.
Ancak Bulgaristan Türkleri, yalnızca zulme boyun eğen bir topluluk olmadılar. 1905 yılında, Türkiye dışında ilk Türk Öğretmenler Birliği bu topraklarda kuruldu. Ardından gençlik teşkilatları ve Turan dernekleri faaliyete geçti. 1933’te yapılan ilk Bulgaristan Türkleri Milli Kongresi, birlik adına atılmış önemli bir adımdı. Ne var ki, 1934 darbesi her şeyi yerle bir etti. Türkler, siyasi baskı ve ayrıştırma politikalarının hedefi oldu.
Böl-yönet siyaseti bu tarihten itibaren en etkili silah haline geldi. Atatürkçü ve Osmanlıcı ayrımları yaratılarak Türk halkı birbirine düşürüldü. Birlik bozuldu, kavgalar bitmedi ve ne yazık ki Türkler, toplumsal olarak ilerleyemediler. Bulgaristan yönetimi, Türklerin içinden kendi ajanlarını, yöneticilerini çıkarmayı öğrendi. Ne yazık ki, bu tuzağın farkında olmayan aydınlarımız hala aynı hataları tekrarlıyor.
1970 Roman Türkleri, 1972 Pomaklar ve nihayet 1984 yılında tüm Türk ve Müslümanların isimlerinin değiştirilmesi zulmün zirvesini oluşturdu. Sadece isimler değiştirilmedi; mezar taşları kırıldı, Müslüman cenazeleri gece karanlığında yeniden ve gizlice defnedildi. Müslüman kimliği yok edilmeye çalışıldı.
Okullarda Türk çocukları, öğretmenlerinin ve istihbaratçıların baskısı altında büyüdüler. “Evde namaz kılıyor musunuz? Hangi dilde konuşuyorsunuz? Sünnet olan var mı?” gibi sorularla küçücük çocuklardan bilgi toplandı. Çocuklar, anne babaları tarafından yalan söylemeye tembih edildi. Öyle bir ortamda büyüdüler ki, istihbaratçılığı daha çocuk yaşta öğrendiler.
1984 sonrası, Türkçe düşünmek bile yasak hale geldi. Bu, kimliği yok etmek için yapılan en ağır darbeydi. Ama zulüm her zaman bir direniş doğurur. Ve tarih, bunu bir kez daha kanıtladı.
18 Mayıs 1989, Kırcaali’den yükselen direnişin sesi, Bulgaristan’ın dört bir yanına yayıldı. Tüm Türkler ayaklandı, mitingler düzenlendi, iş bırakıldı. Bulgaristan ekonomisi o gün sarsıldı ve bir daha toparlanamadı. O gün Bulgaristan, Türklerin gücünü anladı ama hala kabul etmedi.
Bugün Bulgaristan, ekonomik çöküşün pençesinde kıvranıyor. Ülkeyi bu bataklıktan çıkaracak olan, yine Türklerdir. Türkiye’nin sağladığı ekonomik, siyasi ve kültürel destek, Bulgaristan için bir çıkış yolu sunuyor. Ama bu gerçeği kabul etmek yerine, Türkleri dışlamak ve ötekileştirmek, Bulgaristan’ı daha da derin bir çıkmaza sürüklüyor.
Unutulmamalıdır ki, Türkleri yanında tutan parti, Bulgaristan’ı yönetir. Tarih boyunca yaşananlar, bu gerçeği defalarca kanıtlamıştır. Büyük Türkiye, dostluk elini uzatmış bekliyor. Seçim Bulgaristan’ındır: Ya Türkleri dışlayarak çöküşü sürdürmek, ya da Türkiye’nin sağladığı desteği kabul ederek birlikte yükselmek.
Türkler bu toprakların kaderini değiştirebilecek güçtedir. Ve tarih, bunu bir kez daha yazmaya hazırdır.