BULGARİSTAN TÜRKLERİNİN TRAJEDİSİNİN GALİP SERTEL’İN ŞİİRLERİNDEKİ YANSIMALARI
Doç. Dr. Mehmet GÜNEŞ
Marmara Üniversitesi
Giriş
¨¨¨¨¨¨¨¨¨¨¨¨¨
Toplumların/halkların yaşadıkları acıları edebî eserlerden izlemek mümkündür. Bazı şair ve yazarlar, özellikle var olma mücadelesi verilen günlerde içinde yaşadıkları toplumun sözcüsü olurlar. Ait oldukları millet ya da toplumların acılarını, sevinçlerini, millî hislerini eserlerinde çoğu zaman romantik duyuş tarzını öne çıkararak yansıtırlar; duyguların bu şekilde ifade edilmesi “milli romantik duyuş tarzı”1 olarak adlandırılmıştır.
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Balkan/Rumeli coğrafyasında siyasi istikrardan söz edilemez; bu topraklar sürekli kan gölüne çevrilir. Özellikle 1877-1878 yıllarında gerçekleşen literatürde daha çok 93 Harbi olarak bilinen büyük savaş esnasında bu coğrafyada büyük acılar yaşanır, katliamlar gerçekleşir. Bu tarihlerden sonra çoğu bölge/yörede Osmanlı’nın yönetimi teslim etmesi üzerine Türkler buradan göçe başlar. Asırlardır bu topraklarda yaşayan Müslümanların birçoğunun bu toprakları terk etmesine karşın azımsanamayacak sayıda Müslüman/Türk burada yaşamakta kararlılıklarını sürdürür. Onca baskı ve zulme rağmen bu topraklarda yaşamaya devam eden Müslüman Türkler, bu coğrafyada Türk varlığını korumak için direniş gösterirler. 9 Eylül 1944 ihtilali sonrasında Türklere ait dernek ve kurumların kapatılmasına, Türk okullarına gelir sağlayan tarlalara el konulmasına, özetle Türk halkının can ve mal güvenliğinin kalmamasına karşın Türkler her türlü tehlike ve işkenceyi göze alıp mücadelede kararlılıklarını sürdürürler.
14 Mayıs 1945 günü Sofya’da Işık gazetesinin yayınlanması ve faaliyetleri millî uyanış bağlamında çok cesur bir harekettir.2 1984’ün sonu 1985 yılının başında askeriye ve milis kuvvetlerinin işbirliğiyle, ülkede yaşayan iki milyon “millî Türk azınlığı” nın Türkçe adları değiştirilir. Son derece zorbaca gerçekleştirilen bu uygulamaya direnen Türklerin yüzlercesi öldürülürken bir o kadarı da kayıplara karışır. Binlercesi işkence kamplarına sürülür ya da cezaevlerine gönderilir; kız/kadınlara da tecavüz edilir. 3 Bulgar hükûmetinin bu uygulamaları ani bir gelişme ve kararın ürünü olmayıp alt yapısı hazırlanan uzun bir sürecin sonucudur. 4 Daha öncesinde de sürekli bir göç dalgası yaşanmakla birlikte1985 yılında Bulgar hükûmetinin asimilasyon politikasıyla Türklerin adlarını değiştirmeye karar verip mezarlardaki adları bile kazımasıyla başlayan işkence ve zulümler sonrasında burada kalan Müslüman/Türklerin çoğu Türkiye’ye göçmek zorunda kalır. 1989 yılı, “Bulgaristan Türk halkının hayatında bir dönüm noktası” olup “kanlı işkenceler” halkı uyandırır.
1942 yılında Bulgaristan Dobruca bölgesinin Silistre ili Akpınar köyünde doğan şair Galip Sertel, kendisi de Müslüman/Türk olarak maruz kalınan duruma bizzat tanık olur; kendilerine reva görülen yaşama biçimine tepkilerini, Taş Toprak Dobruca adlı eserindeki şiirlerde son derece sade bir anlatımla ifade eder. Sertel’in şiirleri, biyografik ve sosyolojik okumaya müsaittir. Bugün/2016 yılından bakıldığında oldukça sert bir eleştiri ya da hamasi metin örneği olarak görülebilecek olan bu şiirlerin döneme özgü şartların dikkate alınıp okunması gerekir.
Galip Sertel; dört bölümden oluşan Taş Toprak Dobruca adlı şiir kitabının “Dönüşümler” bölümünde Dobruca yöresi özelinde Bulgaristan Türklerinin 1985 yılında başlayıp 1989’da Türkiye’ye göçe kadarki süreçte maruz kaldıkları işkence ve zulümleri, yaşadıkları acıları son derece sade bir anlatımla aktarır. “Göç 89” bölümünde öz yurt Dobruca’dan ana yurt Türkiye’ye göç süreci ve göçün muhacirlerin ruhî dengesini nasıl sarstığı dramatik biçimde ifade edilirken; “Unutamadıklarım” ve “Hasretiyle
Bir Daha Geçmiş Zamanlar” bölümlerinde de maziye ve öz yurt Rumeli’ye duyulan özlem işlenmiştir.
Sertel’in şiirlerine bugün/2016 yılından bakıldığında duyguların son derece keskin bir dil ve sert üslupla ifade edildiği hükmüne varılabilir. Ancak bu metinlerin yazıldığı/hadiselerin yaşandığı dönem ve şairin biyografisi dikkate alındığında şairin niçin böylesine sert bir dil kullandığı daha nesnel bir yaklaşımla okunabilir. Şüphesiz ki bu şiirler, kurgusal metinlerdir bu metinlere sosyal tarih belgesi olarak bakılamaz. Bununla birlikte “sanatçıya dönük eleştiri” yönteminin edebî metinlerin sanatçının biyografisinden, yaşadığı dönem ve çevreden bağımsız düşünülemeyeceği şeklindeki yaklaşımı göz ardı edilmemelidir. “[S]anatçının kişiliği ile eserleri arasında sıkı bir bağ olduğu ilkesine dayan[an]” bu eleştiri yönteminde sanatçının biyografisinden yararlanılarak eserleri değerlendirildiği gibi, eserlerinden hareketle onun psikolojisi, kişiliği ve hayat hikâyesine ilişkin saptamalarda bulunulur. 6 1985-1989 yılları arasında kendisi ve soydaşlarına uygulanan baskı ve zulümlere bizzat tanık olan, acılar yaşayan şairin aradan uzun yıllar geçse de kendilerine reva görülen yaşama biçimini unutması mümkün ol(a)maz, bu durum şiirlerine de doğrudan yansır.
Bulgaristan Türklerinin 1985-1989 Yılları Arasında Maruz Kaldığı Zulümler
Galip Sertel “Zamanla Beş Gerçek” üst başlıklı şiirin altına yazdığı uzun epigrafta Dobruca’da yaşayan Türklerin 1985 yılında maruz kaldıkları uygulamaları özlü biçimde ifade eder:
“… ve gelmiş geçmiş bütün peygamber ve azizlerin hüsnüniyet buyruklarına rağmen, İsa’dan bin dokuz yüz seksen beş yıl sonra, ve tuna boylarında ve Dobruca’da binlerce Türk’ün köyü, evi, bağı bahçesi kuşatıldı tankla, topla, tüfekle, askerle… yolu, suyu, rızkı, kesildi… bir komünist hükümetinin emriyle Müslüman adlar değiştirildi Hıristiyan adlarla… direnenler oldu, tutuklananlar oldu, hunharca öldürülenler oldu… sığına bildiğim ve kucaklayıcı Zaman’a yakarıştır bu şiir…
Âmin
Ocak 1985, Silistre”7 Bu sözler asırlardır Türk olarak yaşadıkları topraklarda, kültürel soykırıma uğrayan halkın duygularına tercüman olmaktadır. O tarihlerde Bulgarların zulmüne maruz kalan Müslüman/Türklerin tepkileri de bu sözlerden farksızdır. Osmanlı Devleti, Rumeli’nin yönetimini terk ettikten sonra öksüz/yetim çocuktan farkı olmayan Bulgaristan Türkleri, Bulgar hükûmetinin ani ve keskin bir emirle Türkçe adlarını değiştirme kararı alıp mezarlardan bile atalarının isimlerini kazıması üzerine karşılaştıklarını, ölümden beter bir durum olarak görür. O tarihte kendisi kırk üç yaşında olan Galip Sertel, “Zaman’la Beş Gerçek” şiirinde adeta suçlu gibi görülen masum halkın karşılaştığı durumu şu şekilde
ifade eder:
“Tuna Boylarında gecelerin boyu kısa
Babaları kayıp çocukların öyküleri uzun
‘Soya Dönüşlü’ soy kırımlı Zaman’da
Ölüm geldi kapımıza haykırdı usul usul…”8
Baba, Osmanlı/Türkiye’yi, “çocuklar” ise Bulgaristan özelinde Balkanlarda kalan Müslüman Türkleri sembolize eder. Bulgaristan’daki Türkleri sahipsiz gören Bulgar hükûmeti adeta modern bir soykırım uygular. Şair “Mezar taşları kırılmış gömütlükte/feryat ediyor sükût içinde yatan…”9 mısralarıyla Bulgar hükûmetinin sadece yaşayanları değil, ölü Müslümanları dahi huzursuz ettiğini ifade eder. Çaresiz Türkler için tek umut Türkiye’dir. “Bir yol var / Gidelim mi dostlar?/ Bir yol güneye/ Güneşe…/ Bir yolculuk yalınayak/ Çırılçlplak”10 mısralarıyla kendileri için tek kurtuluş yolunun Türkiye1ye göç olduğunu işaret eden şair, bu durumda da bütün maddi varlıklarını bırakmak zorunda kalacaklarını ifade eder. Galip Sertel “bütünü kara soya dönüş” şiirinde de Bulgar hükûmetinin masum halka uyguladıkları baskıları şu şekilde anlatır:
“bütün coplarım geldiler o gün
tanklarım, toplarım, kalaşnikoflarım bütün
Kurt pınar üstünden geldiler ansızın
biraz korkak, biraz zalim
bir şeyler istediler benden
benden beni istediler ben gibi beni
kelimelerimi aldılar
kelimelerle adımı ve adımı
türkülerimi aldılar türkülerim acı tatlı
alıp götürdüler Sofyalı mankurt tanrılarına
meziyetsiz tanrıları memnundu, memnundular çok
o benim yakındakiler
o benim uzaktakiler
kifayetsizler, kozmopolitler, komünistler çok çok”11
Bulgar hükûmeti, ansızın Kurtpınar şehri taraflarından Dobruca üzerine gelerek Müslüman Türklere zulme başlar. Zulüm ve işkenceye maruz kalan Müslüman Türklerin sözcüsü olan şair “ben” kişi zamiriyle kendilerine nasıl bir muamelenin reva görüldüğünü ifade eder. Müslüman Türklerin Türkçe kelimeler ellerinden alınarak ana dilleriyle konuşmaları yasaklanmıştır. Şair “türkülerimi aldılar türkülerim acı tatlı” mısraıyla millî değerlerini ve inançlarını “türkü” kavramıyla sembolize eder. Türk milleti asırlardır acılarını, sevinçlerini kısacası tüm samimi duygularını çoğunlukla millî nazım biçimi olan türkülerle dillendirmiştir. Yeryüzündeki farklı coğrafyalardaki Türk halkları gibi, Bulgaristan Türkleri de acılarını, sevinçlerini, kahramanlıklarını, mağlubiyetlerini hep türküleriyle dillendirmişlerdir. 1985’teki zulüm de birçok türkü/şiirde işlenmiştir. Çaresiz Türk halkının acılarını yüreğine gömüp mısralara yansıtmasına karşın onlara zulmeden komutanların önderleri ise uygulamalardan çok memnundur. Şair, bu kişileri “Sofyalı mankurt tanrı” şeklinde niteler. Bulgarlar; asırlarca Osmanlı hâkimiyetinde ana dillerini konuşup Hristiyan inancına uygun biçimde huzur ve barış içinde yaşadıklarını unutarak ilk fırsatta Osmanlı çocuklarına/evlatlarına zulmetmeye başlayıp Müslüman Türklerin dinlerine uygun biçimde yaşamalarına, ana dilleriyle konuşmalarına tahammül edememektedirler. Bu nedenle şair onları mankurtlara benzetir.
Galip Sertel “o gece” şiirinde de Dobruca’daki Müslümanlara yapılan zulümleri dramatize eder:
“ve Kurt Pınar üstünden eserken Dobruca’nın poyrazı
yediden yetmişe Koyunlu köylüler
köy meydanına dikildiler
adlarını savunuyorlardı adlarını
ve Sarı Saltuk Baba’dan kalan mirası…
adları suydu, ekmekti, topraktı, taştı
köy meydanı dolup dolup taştı, taşıp şaştı…”12
Sakin bir hayat süren Türkler, Bulgar hükûmeti/yetkililerinin kişisel hırs ve öfkeleri sonucu huzursuz edilir, çaresiz bırakılırlar. Türkler bu coğrafyada, millî değerlerini koruma mücadelesi verirken, en aslî kimlik unsurları olan Türkçe isimleri ellerinden alınacaktır. İnsan hayatında su, ekmek, toprak, taş nasıl maddi öneme sahipse isim de manevi/millî olarak o kadar hayatidir. Şairin de dikkat çektiği üzere manevi önder olan Sarı Saltuk
ve onun etrafında gelişen menkıbe/anlatmalar, bu toprakların Müslümanlaşmasında nasıl tesirli olmuşsa, onca olumsuz gelişme ve dayatmaya rağmen halkın kültürel değerlerini ve özlerini korumasında da hâlâ tesirlidir. Galip Sertel, tabiata kişisel anlam yükleyerek çaresiz halkla tabiat arasında benzerlik kurar:
“ay habersizdi bulutlar koynunda
deniz uzak ve kirliydi
çocukların ve balıkların rüyalarına
kirli sular akıyordu bir yerlerden
ay kara, deniz kara, dünya kara
Koyunlu köy köy meydanı kapkaraydı
Ve hep o gece Dobruca…”13
Şiirde geçen “deniz” umudu, kurtuluşu sembolize eder. Ne yazık ki o tarihlerde Dobruca’daki Müslümanlar için kurtuluş eli, barış ve huzur da deniz gibi çok uzak ya da kirletilmiştir. Dobruca’daki Türklere umudu çağrıştıran tüm nesne/varlık unsurları hep karanlık içindedir.
Galip Sertel’in “Hikâye” şiirinde şair anlatıcı, 1985’te yaşadıkları acıları, asırlar önce yaşadığına inanılan “Aliş ile Zeynep” adlı ünlü aşk hikâyesinin/efsanenin kahramanı Aliş ile paylaşır:
“Alişim, Alişim, civan Alişim
Bu kaçıncı bozgundur
Tuna Boyları’nda melem melem
Ve dedemin mezarından yükselirken bir ah
O günleri ben nasıl anlatam?”14
Bu şiirde Aliş bir sembol olup Rumeli coğrafyasında medfun bulunan Müslüman Türkleri temsil eder. Ne yazık ki asırlardır Balkanlar/Rumeli coğrafyası bitmeyen kavgalara, trajik vakalara tanık olmuştur. Bu coğrafyada yaşamakta kararlı davranan
Müslümanlar hep bedel ödemek zorunda kalmışlardır. Durumu dramatize etmek isteyen şair, yaşanan trajedinin sadece yaşayanları değil, ölüleri de acılara boğduğunu ifade eder.
Galip Sertel “Dönüşümler” şiirinde de hâlihazırdaki durumla mazide yaşanan trajediler arasında benzerlik kurar. 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi yıllarında Müslümanların maruz kaldığı işkence ve şiddet dilden dile dolaşarak yaralı anılar antolojisine döner. Şair, Dobruca bölgesinde o yıllarda da benzer acıların yaşanmış olma olasılığına dikkat çeker:
“Anılarım savruluyor karanlıklar üstüne
Sabaha karşı uykusuz gecenin kahve telvesinde
Bir çocuk sarılmış boynuma
Bin dokuz yüz seksen beş’te
Silistre’de…
Cehennem korkuları demir atmış
Masum gözlerinin büyüyen karasına
Kıyamet mi geldi Tuna yalısına
Kalmış “nalla mıh” arasında”15
1985’ten yaklaşık bir asır önce de bu topraklarda çetin çatışmalar olunca büyük acılar yaşayan Müslüman Türklerin büyük çoğunluğu buradan göçmek zorunda kalmıştır. Uğrunda büyük bedeller ödeyip burada yaşamakta kararlı davrananlar da acılar
çekmeye devam ederler. 1985’te durum öyle hâl alır ki modern bir soykırım yaşanır, insanî duygularını/duyarlılığını yitiren Bulgar hükûmeti dünyaya meydan okuyarak asimilasyon politikası uygular. Uygar dünya masum halka yardım eli uzatmakta çok
geç kalmıştır:
“Anlatamıyorum bir türlü
Bunlar birer bahtsız öykü
Bunlar kör kaderin bilmecesi…
… Yirminci asrın “Soya Dönüş” düzmecesi
Hıristiyan adları yazıyorlar ezanlı adlarımız üstüne
Kırarak mezar taşlarını geceleri
Şeytanca sırıtarak…
Anıların mahşeri çığlık çığlık
Nuh’un gemisi alıp da bizi
Umut denizlerine götürmüyor artık.
Yelkenlerini korsanlar yakmış
Korsanlar vahşi bakışlı
Dalgalarda ölüm kalım telaşı
Ve orada sahilde
Amaz yeli çalmış uçurtmasını çocuğun
Dinmiyor gözünün yaşı…
Tuna ağlıyor dizimde
“Akmam” diyerek
Dalından kopmuş Hıdırellez salıncağı
Beyazlar içinde çırpınıyor bir beyaz melek.”
Bulgar hükûmeti, Türklerin adlarını değiştirip o toprakları Müslümanlardan tamamen arındırmayı planlar. Şair, halkın durumunu deniz metaforuyla yansıtır. Kendilerinin uçsuz bucaksız denizi andıran bir çıkmazın içinde olduğuna hükmeden çaresiz halk, hükûmet yetkilileri/güçlerini “vahşi bakışlı korsanlar”a benzetir. Çaresiz halk, kendilerini bu afetin içinden alıp götürecek bir kurtuluş gemisi bekler. Çıkmazın içindeki yetişkinler gibi çocukların da umutları çalınmış, istikballeri karartılmıştır. Şair, bu şiirinde de tabiata kişisel anlam yükleyerek Tuna nehrinin akışındaki değişimi, onun yapılan zulme üzüldüğü şeklinde yorumlar. Metinler arasılık tekniğiyle Plevne Savaşı için yazılan marştaki “Tuna nehri akmam diyor” mısraına göndermede bulunarak yaklaşık yüzyıllık zaman dilimine rağmen bu coğrafyada benzer acıların yaşandığına dikkat çeker.
Kenan Hulusi Koray’ın Osmanoflar romanından alıntılanan “Osmanoflar’ın oturduğum yerlerden yol geçecek, her şey silinmelidir, hiçbir şey hatırlanmamalıdır.”17 şeklindeki epigrafla başlayan “Türk Kahvesi” şiirinde Bulgar hükûmetinin Türk adını ve Türklüğü çağrıştıran her ne varsa hepsinin izlerini bu coğrafyadan silmek istediği vurgulanır. 1985 yılında bir akşam vakti tam kahve içme saatinde gelen milis güçleri huzur içinde kahvesini yudumlayan halkı nasıl huzursuz ettiği gösterilir:
“Geldiler
Kahvenin adı ne dediler
Bildiği Türk kahvesiydi,
Türk dememeliydi…
Suç işlemiş gibiydi aldılar içeri…
Güneş kaldı fincanda kocaman kocaman
Fincanda güneş kıpkızıldı utancından…”18
Kendi halinde yaşayıp milletine/kültürüne ait kahveyi yudumlayan masum halka ne yazık ki bir suçlu muamelesi yapılmıştır.
Zağara Müftüsü H(üseyin) R(aci) Efendi’nin “Aziz-i vakt idik a’dâ zelil kıldı bizi”19 şeklindeki meşhur mısra-ı bercestesinin epigraf olarak kullanıldığı “Taş Toprak Dobruca” şiirinde de Bulgaristan’daki Müslüman Türklere yapılan zulümler dramatize edilir. Şair “metinler arasının belgesel bir betisi olarak karşılaşılan”20 alıntılama yöntemiyle Hüseyin Raci Efendi’nin mısraına yer vererek yaklaşık bir asırlık farklı zaman diliminde gerçekleşen iki olay arasındaki benzerliğe dikkat çektiği gibi, bir zamanlar bu toprakların yönetimini elinde tutan Osmanlı’nın torunlarının o tarihlerde ise öteki muamelesi gördüğünü ifade eder. Zağra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi, anılarında 93 Harbi yıllarında, Bulgaristan’daki Müslümanlara yapılan zulümleri ayrıntılı biçimde anlatır. Aniden o toprakları işgale başlayan Ruslar, masum halkları acımasızca katlederek o toprakları Müslüman/Türklerden arındırma planını eyleme geçirmeye başlar. Galip Sertel, epigraf olarak kullandığı mısra ile benzer trajedinin yaklaşık yüz yıl sonra tekrar yaşandığına dikkat çeker:
“Delik deşik karlı gecenin içi
Kar üstüne ateş düşmüş
Ateşe abanmış kaçak üç kişi…
Ve taş toprak
Toprak ben, toprak sen, toprak biz
Taşın toprağın dili tutulmuş köy meydanında
Köy meydanı köylülerle tanklara tutsak…
Ve yıl bin dokuz yüz seksen beş
Ve Ocak
Soykırımı sırıtıyor ceviz dallarında çırılçıplak
Kanlı kar taneleriyle soykırımı salkım saçak…
(…)”21
Osmanlı Devleti bu toprakları kaybettikten sonra, kendilerini bu coğrafyada öksüz, garip hisseden Müslüman Türkler; adları değiştirilerek millî kimliklerinden ve köklerinden tamamen koparılıp asimile edilmeye çalışılınca şaşkına dönerler. Şair bu şiirde durumu dramatize etmek için taş, toprak vb. tabiat unsurlarına kişisel anlam(lar) yükler, onların da şaşkınlık içinde oldukları yorumu yapar. Galip Sertel “beddua ‘85” şiirinde de asimile politikasında kararlılık içinde olan Bulgar hükûmetinin uygulamaya karşı direnen Süleyman adlı kişiyi nasıl katlettiklerini, halka nasıl korku saldıklarını şu şekilde aktarı
“Bay Süleyman” dediler,
“malumunuz değişecek bu Türk adlarınız”
sağında asker, solunda asker
kendisi değil ölüsü çıktı kapıdan
kapı gibi adam
solunda asker, sağında asker gittiler
gidip gidip
korkuyorum çok şimdi galip…22
Katledilen Süleyman, millî kimliğini korumak için ölümü göze alarak mücadele eden Müslüman Türkleri sembolize eder. O, bu eylemiyle millî varlığını koruma mücadelesi veren halkına öncü ve örnek olur.
Keder, Hüzün ve Umut Arasında Bir Yolculuk: Muhaceret
¨¨¨¨¨
- yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı Devletinin kaybettiği topraklardan göçler başlar. Balkanlardan göçün en büyük nedeni, Rusya’nın Panslavizm akımının tesiriyle oluşan Türk düşmanlığıdır.23 1877-1878 savaşı esnasında Ruslar, Müslümanları göçe zorlayacak etkili planlarını yürürlüğe koyarlar.24 Rusların desteğini alan Balkan kavimleri o coğrafyada yaşayan Müslüman topluluklara işkenceye başlarlar. Bu topraklarda yönetimi ele geçiren hâkim güçler, bu coğrafyada Müslüman Türklere yaşama hakkı tanımazlar.25İşkence ve katliamlar katlanılmaz bir hâl alınca halk zorunlu olarak göçe başlar. O tarihlerden sonra Balkanlardan sürekli göç dalgası olur. 1985 yılında başta Türkler olmak üzere “Pomak”, “Çingene” (Roman) yurttaşların da işkenceye maruz kalması, öz dillerindeki adlarını değiştirmeye zorlanması ve daha nice zorluklar üzerine26 Türkler buradan
Türkiye’ye göçer. Kendisi de bu tarihteki göç kafilelerinden biriyle İstanbul’a gelen Galip Sertel şiirlerinde bu tarihsel süreci dramatize eder.
Galip Sertel “Ve Dobruca ‘89” şiirinde öz yurtları Dobruca yöresinden anayurt Türkiye’ye göçü tasvir eder.
“Ve Dobruca’nın köyleri yepyeni
Yeni kiremitler örtmüş evleri
Çoluk çocuğu göç yollara dökmüş
Yolların üstünü gam keder örtmüş”27
Daha önceki muhaceretlerde olduğu gibi, 1989 yılında Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç edilirken bazı Müslüman Türkler o topraklardan göç etmek istemez, onca zulme vebaskıya rağmen öz yurt olarak gördükleri toprakları bir anda terk edemezler. Yıllardır komşuluk yapan ya da akraba olan kişilerden bazıları göçerken bazılarının orada kalması büyük acı ve kederlerin yaşanmasına neden olur. Şairin bu şiirinde de “Rüzgârın sesinde bir garip koku/ Ayrılık dokuyor akşamın ufku”28 mısralarında görüleceği üzere, durumu dramatize etmek için rüzgâra kişisel anlam yüklediği görülür. Bu topraklardan göçenler
de kararlarının ne kadar doğru olduğu hususunda da tereddütlüdürler. Galip Sertel “Ve Yol 89” göç sürecinde yaşanan çatışmalar ve yüreklerde oluşan sızıları aktarır:
Bu yol uzun upuzun
Uzanıp serilmiş Dobruca’nın düzüne
Başımı alıp da gidemiyorum
Gidilmiyor bir türlü
Kalanların vebali üzerimde…
(…)
Bu yol uzun upuzun
Bir yanımda uçan atlarıyla uç beyleri
Konargöçer tarihe…
Öbür yanımda üç günde terk edilmiş Türk köyleri
Acısı zehir zıkkım damlıyor yüreğe
Yuvamı yıkıp da bırakamıyorum
Bırakılmıyor bir türlü
Ata yadigârı Dobrucam ele güne”…29
Öz yurttan göçe karar verenlerin çoğu bu şiirdekine benzer duyguları yaşar. Asırlardır Türk yurdu/Türklere ait eser ya da kültürlerin hâkim olduğu Dobruca bölgesini tamamen terk etmeyi kabullenmek oldukça zor olur. Öyle ki burada kalan son Müslüman Türklerin de bu coğrafyayı terk etmesi durumunda, Müslümanlığa/Türklüğe ait izler kısa süre içinde tamamen yok edilecektir. Olası tehlikenin idrakinde olan göç kafilesi, atalarının kendilerine bıraktığı emanete sahip çıkamadıklarını düşünmektedirler. Bu elim hadiselere bizzat tanık olan şair, yaşanan trajedi ve duyguları son derece gerçekçi ve çarpıcı biçimde yansıtmıştır. “Ve Anadolu ‘89” şiirinde de göçün yarattığı travma “Nice yas tutup yollara yaslanmalarını…/ Yürürler ihsan ile/ Yürürler isyan ile bebekleri beşikte ağlaya ağlaya/ Yürürler Anadolu’ya”30 mısralarıyla ifade edilir. Günler süren göç yolculuğu, birçok kayba da neden olur. Önceleri rüyalarına giren, hülyalarını süsleyen İstanbul şehri/Anadolu, öz yurdun yerini ne yazık ki dolduramaz.
Hasret ve Özlem: Yüreklerde Bir Sızıdır Rumeli
………….
Galip Sertel “Eller Seller” şiirinde Rumeli Türklerinin folkloruna ve Rumeli’nin siluetini biçimlendiren İslami eserlere göndermede bulunarak onca tahribata rağmen Rumeli’nin hala Türklere ait izler taşıdığını vurgular:
“Hani benim civan Alişim
Tuna boyunda mı deme?
Müridem’in etekleri alaylı
Şimdi nerelerde?
(…)
Mostarlar, Dramalar bizim
Bizimdir o iki yakayı bir eden köprüler
Ya Silistre’de Bayraklı Cami’yi
Bir gecede yerle bir eden eller? “31
“Ve Hüzün ‘89” şiirinde muhacirlerin öz yurtlarına özlemleri ifade edilir. Silistre’nin Akpınar köyünü terk edip Türkiye’ye göçenler, aradan yıllar geçtiğinde de mutlu ve huzurlu vakitler geçirdikleri, mahremiyetlerini gizledikleri evlerini ve topraklarını hatırlar, en güzel anılarını gizleyen evlerinin hâlihazırda ne hâlde olduğunu merak ederler:
“Sararınca yaprakları evvel zaman göçlerinin hele hele
Bir köy atılır yabana Tuna Boyları’nda selzede
Adı Akpınar
Ak pınarlarında kara sevdalı kızlar çeyiz yıkar.
Esince pelin kokulu akşam yelleri asmalı bahçelerde
Yıllanmış bir hüzün çöker terk edilmiş evlere hane hane
Oyalanıp durman bu yâd ellerde neye?
(…)”32
Galip Sertel’in muhacirlerin öz yurtlarına dinmeyen hasretlerini son derece gerçekçi ve dramatik biçimde ifade ettiği bir diğer şiiri de “Ve İhtiyar Muhacirler’dir. Kırk yedi yılını geçirdiği Dobruca topraklarını istemeye istemeye terk etmek zorunda kalan Sertel, göçün üzerinden yirmi yedi yıl geçmesine rağmen hâlâ o topraklara büyük hasret duymaktadır. Sertel bu şiirinde sadece kendisinin ve dost/yakınlarının değil tüm muhacirlerin duygularını dile getirir:
“İhtiyar muhacirler otururlar Avcılar Parkı’nda
Yüreklerinde Tuna kocaman bir yara
Akar durur sabaha sabaha
Bir yudum çay, bir acı sigara
Hatıralar demlenir bin bir aha…
Giderler giderler Tuna Boyları’na
El yüz yıkanır
Fatihalar okunur unutulmuş mezarlar başında
Bir acı kahvesi içilir Osman Paşa’nın
Pilevne’nin ortasında
Çalar karavana borusu
Karınları tok
Delikanlıdırlar yüzleri ak pak.
Saçına gül takmış, sudan gelir Suna
Türküler yankılanır kanı kaynayan zamana
“Tuna, Tuna kanlı Tuna
Attın beni tundan tuna””
Şair, meşhur Rumeli türküsünden alıntıladığı mısralarda türkünün özgün hâlinde geçen “Tuna Tuna şanlı Tuna” ya da “Tuna Tuna dalgalı Tuna”34 söz gruplarında değişiklik yapar. Rumeli Osmanlı hâkimiyetinde huzur ve barış içinde iken yazılan
Tuna’nın dalgalı ve şanlı özelliklerini yitirip “kanlı” bir görünüm aldığını ifade eder. İhtiyar muhacirler, Dobruca yöresinde yaşadıkları güzel günlerini hatırlayarak hasret giderseler de yaklaşık bir asırdır Müslüman Türklerin o topraklarda yaşadıkları acıları hatırlayınca kahrolurlar. Şiirdeki “Bir kurşun bile atmadan/ Teslim olur Silistre kalesi”
mısralarından da anlaşılacağı üzere, 93 Harbi sonrasında Silistre’nin tek bir kurşun atılmadan ya da hiç savaşılmadan teslim edilip bu topraklardaki Müslüman Türklerin kaderlerine terk edildiği gerçeğini de asla unut(a)mazlar. “Bir Osmanlı Sedasıdır Mısralarda” şiirinde de Silistre’nin Bulgaristan’a teslim edilişinin aradan bir asır geçse de unutulmadığına dikkat çekilir:
“Rivayet olunur ki
Doksan üç harbi zehiri zemheri
Serhat şehri Silistre ve kalesi Mecit Tabiye o gün
Bir mütareke terekesi tevekkül
Teslim olur Uras’a ağlıya ağlıya
Ve yağız atlı süvarileri çıkıp da Edirnekapı’dan
Çekilirken Uşumnu’ya
(…)
Yağız atlar görmesin bu hüznü, bu matemi
Ve askeri mızıka durmasın çalsın
Çalsın Tuna yalısında üzgün üzgün”35
“Ve Korkularım Üstüne” şiiri ise şairin Dobruca’daki çocukluk günlerine özlemini, kaderine terk edilen Dobruca’nın perişan hâli karşısında duyduğu üzüntü ve suçluluk duygularını yansıtması bakımından çarpıcıdır. Şair henüz çocukken kendisine kurt ile kuzu masalları anlatılır. Çocukken dağlık bölgede yaşayan şairin masallardakine benzer/yakın hadiselerin gerçekleştiğine tanık olması olasıdır. Masallardaki kuzular, masum Müslüman Türkleri, kuzuları acımasızca yiyip yok eden kurtlar da onları ve onlara ait değerleri yok etmek için her türlü yönteme başvuran Bulgar hükûmetini temsil eder. Masum kuzulara yaşama hakkı tanımayan kurtlar gibi, Bulgar hükûmeti de Müslümanlığı çağrıştıran her türlü nesneyi ya yok etmiş ya da kaderine terk etmiştir. Bedensel olarak Türkiye’de ya da İstanbul’da yaşamakla birlikte ruhen hep Dobruca’da yaşayan şair, o
toprakların perişan hâlini şu şekilde tasvir eder:
“Bir korku var içimde hala anlatamadığım
Dobruca’nın düzüne konmuş o köyde
Minaresi yıkık caminin
Yıllardır ezanı yok
İbadete davet eden
İnşa edecek kolların kudreti kesilmiş neden?
(…)
Bir korkum daha var
Hasreti hasret, yolu yol, tarlası tarla
Terk edilmiş ata yadigârı Dobruca’da
Bir kurt kuzu masalı da mı anlatılmayacak çocuklara
Kuzu kıran kış akşamları camal dibinde
Anadilim Türkçemle…”36
Şair zaman içinde Türklerin tarihî eserler, kişisel mekânlar gibi somut kültür varlıklarının tamamen kaybolmasından ve somut olmayan kültür varlıkları olan masal ve efsanelerin unutulup hafızalardan silinmesinden endişelenir.
Galip Sertel’in “Özlem” şiiri, öz yurdundan göçmek zorunda kalan muhacirlerin çocukluğunun geçtiği mekâna duyduğu özlemini dile getirmesi bakımından çarpıcıdır. Şair, çocukluk günlerini ve o günlere ait anıları çağrıştıran her türlü maddi ve manevi unsurları hatırlayıp teselli ve huzur bularak bütün keder ve sıkıntılarını unutmaya çalışsa da Dobruca’daki evin artık kendisinin olmadığını düşününce yüreğinde sızı oluşur:
“Dağ başındaki ev benim evim değil
Dalı görmez
Kuşu bilmez içindekiler.
İçerdeki benden gayriler
Yerler içerler”.37
Şair “Hasretiyle Bir Daha” şiirinde Dobruca’daki Türklerle Karabağ Türklerinin benzer kadere sahip olup yaşadıkları acıların farksız olduğuna dikkat çeker. Osmanlı’nın yitik coğrafyaları olan bu topraklar, Osmanlı Devleti buraları terk ettikten sonra, hep hüzün ve keder yurtları olur:
“Düşmüşem de hasretin ateşine bir daha
Yaş dökülür gözden gün bağlar bin bir cefa
Sen Karabağlı bahtı karalı
Men Dobrucalı yüreği yaralı
Yıl mı oldu
Yıllar mı?
Yardan, yurttan olalı…”38
Duyguların daha tesirli olması için Azeri Türklerinin kendisiyle dert kardeşi olduğunu ifade eden şair, Azeri şivesini de kullanır. Nasıl ki Rumeli Türklerinin hayatında Tuna nehri önemli bir yere sahip olup rüyalarını/hülyalarını süslüyorsa, Azerbaycan Türklerinin hayatında da Kafkas Dağı benzer işleve sahiptir. Rumeli Türkleri Bulgarların, Karabağ Türkleri de Ermenilerin işkenceleri katlanılmaz hâl alınca öz yurtlarını, tüm maddi varlıklarını terk etmek zorunda kalmıştır. Bulgaristan Türklerinin yaşadığı acıya ortak ve tanık olan Galip Sertel, yıllardır öz yurduna hasret yaşar; şiirinde de öz yurda hasreti
insanî duyarlılığı öne çıkarak son derece dramatik bir anlatımla ifade eder:
“Kanlı Karabağ’da
Karalar bağlamış geçen ağlar kara kara…
Karalar bağlamış geçen ağlar kara kara…
Sen Karabağlı Karabağsızan
Men Dobrucalı Dobrucasızam
Hasretlerdeyiz
Hasretiyle bir daha
Hasretiyle bir
Hasretiyle…”39
Şair, durumu dramatize ederken resme ve sinemaya özgü anlatımdan yararlanarak; öz yurduna hasret duymasına karşın, orada yaşama imkânı bulamayan çaresiz insanların yüreklerinde nasıl bir sızı oluştuğunu hissettirir.
Sonuç
¨¨¨¨¨¨¨¨¨
Galip Sertel, 3 perdelik tiyatro metnini andıran Taş Toprak Dobruca adlı şiir kitabında Bulgaristan Türklerinin 1985-1989 yılları arasında maruz kaldıkları işkenceleri, yaşadıkları acıları son derece trajik bir anlatımla ifade eder. Sertel; her bir şiir, tiyatro sahnesini andıran birçoğu şiir-hikâye örneği olan bu metinlerde Bulgaristan Türklerinin asimilasyon karşısındaki tavırlarını, göç sürecini, ana vatana uyum sağlama çabalarıyla öz yurda dinmeyen hasret duygularını psikolojik ve sosyolojik boyutlarıyla destansı bir anlatımla dramatize eder. O coğrafyadaki Türk yurttaşlara uygulanan asimile politikasının -özellikle de Türkçe adlarının değiştirilmesinin- onların ruhî yapısını nasıl sarstığını canlı biçimde yansıtır. Kendisi de bu uygulamalara tanık olan/maruz kalan Sertel, “değişecek Türk adlarınız” vb. söz gruplarını izlek olarak kullanarak kendilerine nasıl bir korku salındığına dikkat çeker. Şairin bizzat kendisinin elim hadiselere tanık oluşu, bu duyguları bizzat kendisi ve yakınlarının yaşamış olması şiirleri daha canlı kılmaktadır. Bu şiirler, şairin kişisel duyguların basit biçimde ifadesi ya da öznel bakışın yansıması şeklinde yorumlanmaktan çok,şairin biyografisine ve o coğrafyanın siyasi-toplumsal tarihine kaynaklık etmeye uygun metinler olarak okunmaya daha müsaittir. Bugün/2016 yılından bakıldığında oldukça sert bir eleştiri ya da hamasi metin örneği olarak görülebilecek olan bu şiirlerin, döneme özgü şartlar dikkate alınıp okunduğunda ait olduğu halkın acılarını destanlaştırdığı görülür. Avrupa’nın ortasında gerçekleşen bu katliam karşısında uygar dünya sessiz kalır. Bulgaristan’daki katliam karşısında sessiz kalan uygar dünya, ne yazı ki yaklaşık yedi yıl sonra 1992 yılında Bosna’daki “Srebrenitsa” katliamı karşısında da farklı bir tavır sergilememiştir.
———
1 “Milli romantik duyuş tarzı” hakkında ayrıntılı bilgi için bk. Şerif Aktaş, “Milli Romantik Duyuş Tarzı ve Türk Edebiyatı I”, Edebiyat ve Edebi Eser Üzerine Yazılar, Kurgan Edebiyat Yayınları, Ankara 2011, s. 29-39.; Şerif Aktaş, “Milli Romantik Duyuş Tarzı ve Türk Edebiyatı II”, Edebiyat ve Edebi Eser Üzerine Yazılar, Kurgan Edebiyat Yayınları, Ankara 2011, s. 40-46.
2 Bilal N. Şimşir, Bulgaristan Türkleri (1878-1985), Bilgi Yayınevi, İstanbul 1986, s. 168-170.
3 Ahmet Şerif Şerefli, Bulgaristan’daki Türkler (1879-1989), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2002, s. 183.
4 1985 yılında Bulgar Türklerinin maruz kaldıkları uygulamalara ilişkin ayrıntılı bilgi için bk. Orlin Sabev (Orhan Salih), “Osmanlı Sonrası Bulgaristan’da ‘Yeniden Doğuş’ Süreçleri”, 89 Göçü Bulgaristan’da 1984-1989 Azınlık Politikaları ve Türkiye’ye Zorunlu Göç, Editörler: Neriman Ersoy Hacısalihoğlu-Mehmet Hacısalihoğlu, Yıldız Teknik Üniversitesi Balkan ve Karadeniz Araştırmaları Merkezi (Balkar)/Yıldız Teknik Üniversitesi Basın Yayın Merkezi, İstanbul 2012, s. 121-136.
5 Kendisi de bu uygulamalara tanık olan Ahmet Şerif Şerefli Türk Doğduk Türk Öldük adlı eserinde
Bulgaristan Türklerinin uzun yıllara yayılan trajedilerini ayrıntılı biçimde anlatır. Bk. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, s. 471-476.
6 Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yayınevi, İstanbul 1991, s. 118.
7 Galip Sertel, Taş Toprak Dobruca, Bay Balkan Aydınları ve Yazarları Yayınları, Prizren-Kosova2007, s. 8.
8 Galip Sertel, age., s. 9.
9 Galip Sertel, age., s. 11.
10 Galip Sertel, age., s. 12.
11 Galip Sertel, age., s. 15. 12 Galip Sertel, age., s. 16.
13 Galip Sertel, age., s. 16.
14 Galip Sertel, age, s. 17.
15 Galip Sertel, age., s. 20.
16 Galip Sertel, age., s. 20.
17 Osmanoflar romanında Bulgaristan’da Karnabad kasabasını mamur hale getiren Osmanof ailesi, kasabanın Müslüman kimliğini kaybetmemesi için direnseler de zaman içinde Bulgarlar birçok bölgede yaptıkları gibi, o kasabayı da değiştireceklerdir.
Ayrıntılı bilgi için bk. Kenan Hulusi Koray, Osmanoflar, Haz. İsmail Dervişoğlu, Kapı Yayınları, İstanbul 2014.
18 Galip Sertel, age., s. 22.
19 Arif Nihat Asya da bu mısraı nakarat olarak kullandığı bir mersiye yazar. Hem Arif Nihat Asya’nın hem de Galip Sertel’in şiirinde “aziz-i vakt” şeklinde geçen terkip orijinal metinde “aziz-i kavm”
şeklindedir. Zağra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi’ye ait dörtlüğün orijinali şu şekildedir:
“Aziz-i kavm idik a’dâ zelil kıldı bizi,
Esîr-i bend-i belâ vü sefîl kıldı bizi;
Bi-gayri hakkin atıp habse bir nice eyyâm
Mudîk-i ye’s ü sitemde alil kıldı bizi”
Ayrıntılı bilgi için bk. Hüseyin Raci Efendi, Zağra Müftüsünün Hatıraları Tarihçe-i Vak’a-i Zağra,
Haz. Ertuğrul Düzdağ, İz Yayıncılık, 2012, s. 36-56.
20 Kubilay Aktulum, Metinlerarası İlişkiler, Öteki Yayınevi, Ankara 2000, s. 99.
21 Galip Sertel, age., s. 23.
22 Galip Sertel, age., s. 28.
23 Nedim İpek, İmparatorluktan Ulus Devlete Göçler, Serander Yay., Trabzon 2006, s. 52-61.
24 Justin MacCarthy, Ölüm ve Sürgün, Çev. Bilge Umar, İnkılâp Yayınları, İstanbul 1995, s. 148.
25 H. Yıldırım Ağanoğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyete Balkanların Makûs Talihi Göç, Kum Saati Yayınları, İstanbul 2001, s. 78-93.
26 Ahmet Şerif Şerefli, Bulgaristan’daki Türkler (1879-1989), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara2002, s. 183.
27 Galip Sertel, age.,s. 31.
28 Galip Sertel, age.,s. 31.
29 Galip Sertel, age., s.
30 Galip Sertel, age., s. 39.
31 Galip Sertel, age., s. 25. .
32 Galip Sertel, age., s. 35.
33 Galip Sertel, age., s. 41-42.
34 http://www.turkuler.com/soz…/turku_tuna_tuna_sanli_tuna.html.
35 Galip Sertel, age., s. 67.
36 Galip Sertel, age., s. 44-46.
37 Galip Sertel, age., s. 44-53. 38 Galip Sertel, age., s. 61.
38 Ağanoğlu, H. Yıldırım, Osmanlı’dan Cumhuriyete Balkanların Makûs Talihi Göç, Kum Saati Yayınları, İstanbul 2001.
Aktaş, Şerif, “Milli Romantik Duyuş Tarzı ve Türk Edebiyatı I”, Edebiyat ve Edebi Eser Üzerine Yazılar, Kurgan Edebiyat Yayınları, Ankara 2011, s. 29-39.
39 Galip Sertel, age., s. 61.
Kaynakça
Aktaş, Şerif, “Milli Romantik Duyuş Tarzı ve Türk Edebiyatı I”, Edebiyat ve Edebi Eser Üzerine Yazılar, Kurgan Edebiyat Yayınları, Ankara 2011, s. 29-39.
Aktaş, Şerif, “Milli Romantik Duyuş Tarzı ve Türk Edebiyatı II”, Edebiyat ve Edebi Eser Üzerine Yazılar, Kurgan Edebiyat Yayınları, Ankara 2011, s. 40-46.
Aktulum, Kubilay, Metinler Arası İlişkiler, Öteki Yayınevi, Ankara 2000.
Hüseyin Raci Efendi, Zağra Müftüsünün Hatıraları Tarihçe-i Vak’a-i Zağra, Haz. Ertuğrul Düzdağ, İz Yayıncılık, 2012.
İpek, Nedim, İmparatorluktan Ulus Devlete Göçler, Serander Yay., Trabzon 2006.
Koray, Kenan Hulusi, Osmanoflar, Haz. İsmail Dervişoğlu, Kapı Yayınları, İstanbul 2014.
MacCarthy, Justin, Ölüm ve Sürgün, Çev.: Bilge Umar, İnkılâp Yayınları, İstanbul 1995.
Moran, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yayınevi, İstanbul 1991.
Sabev, Orlin (Salih, Orhan), “Osmanlı Sonrası Bulgaristan’da ‘Yeniden Doğuş’ Süreçleri”, 89 Göçü
Bulgaristan’da 1984-1989 Azınlık Politikaları ve Türkiye’ye Zorunlu Göç, Editörler: Neriman Ersoy Hacısalihoğlu-Mehmet Hacısalihoğlu, Yıldız Teknik Üniversitesi Balkan ve Karadeniz Araştırmaları Merkezi (Balkar)/Yıldız Teknik Üniversitesi Basın Yayın Merkezi, İstanbul 2012, s. 121-136.
Sertel, Galip, Taş Toprak Dobruca, Bay Balkan Aydınları ve Yazarları Yayınları, Prizren-Kosova 2007.
Şerefli, Ahmet Şerif, Bulgaristan’daki Türkler (1879-1989), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2002.
Şimşir, Bilal N., Bulgaristan Türkleri (1878-1985), Bilgi Yayınevi
———
Not : “Prof. Dr. Necmettin Hacıeminoğlu Hatıra Kitabı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2017,s. (524-538)
Galip SERTEL ( özgeçmişi )
Galip SERTEL 16 Ağustos 1942 yılı, Bulgaristan’ın Silistre ili Bistra (Akpınar) köyünde doğdu. İlkokulu köyünde, ortaokulu Bezmer (Abdullah)köyünde tamamladı.
1960 yılında Dobriç (Hacıoğlu Pazarcık) şehri Pedagoji Öğretmen Okulu’ndan mezun olup Dobruca’nın muhtelif köylerinde öğretmenlik yaptığı yıllarda Dobruca ve Deliorman yöresinde Ahmet Cebeci’nin kurduğu illegal Bulgaristan Türk Gençlik Hareketi’ne katıldı.
Silistre sancağında Türkçe yayınlanan “ZİYA” gazetesinde çalıştığı 1968 yılında” rejim karşıtı aksi inkılâpçı, Türk milliyetçisi” vb suçlamalara maruz kalarak görevden alındı.
Bulgar Komünist Partisi gençlik kolları Komsomol teşkilâtından ihraç edildi… Çeşitli kurumlarda memur, işçi olarak çalıştı.1985 yılı Bulgaristan’da komünist rejim tarafından dünya camiası önünde tantanalı söylemlerle propagandası yapılan, aslında azgın şoven, koyu ırkçı, dini İslâm olan azınlıklara karşı uygulanan “soya dönüş” adlı soykırım sürecinde Roman toplama kampında tutuklu kaldı.
Bulgaristan’ın demokrasiye geçiş günlerinde Silistre şehri Hak ve Özgürlükler Hareketi kurucularından olup, İl Koordinatörü ve HÖH Merkez Yürütme Kurulu üyeliğine seçildi.
1990 yılı Ekim ayında Ana Vatan Türkiye Cumhuriyeti’ne göç etti. İstanbula yerleşti. Eyüp, Avcılar ilçelerinde öğretmenlik, okul idareciliği sonrası 2005 yılında emekli oldu.
Edebiyat ile uğraşıları öğrencilik yıllarına dayanmakta. Türkçe, Bulgarca gazete ve dergilerde, şiir, hikâye, röportaj yazıları basıldı
2007 yılında BAY Yayınları tarafından “Taş Toprak Dobruca” adlı şiir kitabı yayınlandı.