Ahmet TÜFEKÇİ
Yıllar geçiyor, çileler katmerleşiyor. Çile için, “gelişiyor” sözünün kullandığını hiç işitmedim ama hayatın durmadan geliştiğini, bazen durup beklediğini (belki de soluklandığını), belki de enerji topladığını ya da atılıma hazırlandığını biliyorum ve buna inanıyorum.
Dedem anlatıyor; Memlekete iken dedem bir gün başımı sıvazlarken bana, biraz da kendi kendine konuşurmuş gibi, “iyi gelişiyorsun maşallah,” demişti.
Ben de ona, “dede sen hep benim başımı okşuyorsun, o da neye?” diye sorduğumda hemen eklemişti: “Çocukların başının üstüne bazı duygular toplanır, saçlarının içine yuva yapar ve gelişmesini engeller! Onları dağıtıyorum.” demişti.
“Dede be, şu bizim bahçedeki ağaçlar da gelişiyor mu?” diye devam edince aldığım cevap şu olmuştu: “Ağaçlar dallarıyla uzar, yapraklandıkça gelişir ve meyve verdikçe arınır…” cevabını almıştım.
O zaman gelişmenin aydınlık ve karanlık gibi bir şey olabileceğini hayal etmiştim. Aydınlandıkça aydınlanma ve karardıkça kararma gibi… Dedemin fikrinde gelişen kökler toprağın dibine inip madenciler gibi su ve mineraller ararken, dallar da göğü deler ve güneşe uzanır. Bunların hepsi maddi dünyadaki gelişmelerdendi.
Aynı tabloyu manevi dünyada da izliyoruz. Burada bizim güç kaynağımız belirleyen akıl ile vicdanın birleşmesidir. Ne akıl ne de vicdan elle tutulur bir şey değildir. Ruhumuz da öyle. Maddi dünyayı yansıtırlar ama aynı zamanda yalnızca insana ait olduklarından dolayı onun yaşamını direk olarak etkileyip yönlendirirler.
Sıraladıklarımdan hepsi az çok hepimizde vardır. Eski zamanlarda insanlar aklını servet, hayvan ve ırgat toplama işinde kullanırken, sonra işler ticarete, üretime ve bankacılığa dönmüş, bugün de doğanın en değerli ürünü olan İNSAN yerine yapay bir insan üretmeye, ya da başka gezegenlere çıkmaya yoğunlaşmıştır. Artık aşınan kıkırdak kemiğinin metal, plastik veya seramikten üretilmiş bir yedek parçayla değiştirilmesi için kendimiz ameliyat masasına yatıyor ve üstüne bir tomar para ödüyoruz. Yani giderek alışıyoruz. Dişçiler, 100 yıldan beri fabrikasyon çene ve dış takmaktan geçiniyorlar. Filtre ve pompa işi gören böbrek ve kalp gibi organlarımızın fabrika imali yenileriyle değiştirileceğine iyice inanmış gibiyiz.
Benim aklımın ermediği ise gönül ve beyin gibi iki Şeyin fabrika imali ile değiştirilip değiştirilemeyeceğine takıldı. Akıl, düşünmekse yapay beynin fikir yürütüp yürütemeyeceğini bilmek isterim. Takma beyinle lider olunur mu bu da başka bir takıntım oldu. Gönülse, eğer duygu yüküyse sevip sevemeyeceği, içine depolananlar patlayan zula tepkisinin yapıp yapmayacağı, yani ne olacağı beni ilgilendiriyor. Olay yapma gönülden sadık bir yar, şefkatli bir baba olup olamayacağıdır. Tabi buna bağlı olarak, iradenin milli kimliği, ruhu, insanı cesaretle kanatlandıran vasıfları olduğu için bizi edep ve inançla uçurup, özgürlük mücadelesi alanına taşıyıp taşıyamayacağıdır! Bunlar zamanımın belirli bir kısmına kendiliğinden dolunca adeta stop etmiş gibi oluyorum.
Özgürlük mücadelesi bizim için 142 yıldan beri devam eden çekilerimizden kurtulmak, kendi kaderimizi elimize almak, hak ve hürriyetimizle bayram etmektir, kısacası Rus ve Bulgar vesayetinden, karanlıkların zindanından ve mutluluğun aydınlığından nasibimizi almaktır. Bu isteklerimizin içinde kin, nefret, düşmanlık ve hesaplaşmak yok, başkasının olanlara el uzatmadan, bizim olanın bizim olmasından başka, çocuklarımızın anadilimizde konuşup okuyup gelişmesinden, kültürümüzün anahtarı davullarımızın gümbür gümbür çalmasından başka bir şeycik değildi ve olamaz. Biz başkasının olana el uzatmayan bir millet idik ve öyle de kaldık. En sevdiğimiz mey olan kızılcık şerbeti ve turşu suyu içmekten başka bir şey değil bizimki, desem yalan olmaz.
Tüm gelişmelerin önderi vardır. O, işlere yön veren, yürüten, yöneten kişidir. Halkın içinden, derdinden ve terinden çıkıp yücelir. Halk kokan ve halkına sıcak bakan biridir. Son yıllarda “lider” önderin yerini aldı ve saygı dolu bir ifadesi olarak kullanılıyor.
Her toprağın kendi bitkisi olduğu gibi, her halkın da kendi lideri olur, vardır.
Bulgar okulunda yerli Türklere lider yetişmez.
Çünkü bu okulların stratejik hedefinde olan öğrenciyi Türkü Türklükten ve öz kimliğinden koparmaktır. Çünkü Bulgar okulları, Türkün kafasından Türk aklını söküp çıkarınca, onun yerine (boş kalan yere)Bulgar aklı implante etmektedir, yani onu esir alarak içine onların işlerine yarayacak bir düşünce tarzını usulca yerleştirmektir. Bu iş okulda, askerde yapılırdı. Şimdi askerlik yok. Büyük şehre gidip köyüne dönen Türk çocuklara anne ve ninelerinin “çekici-kokusu aklı değişmiş” demesinin kökünde olan bu gerçektir. Her halkın kendi söz dağarcığı, düşünme tarzı, yemek yemesi, farklı yeme içmesi, değişik giyim kuşamı, özgün hayat anlayışı, ana dili, milli imanı, genel ve özel kültürü vardır. Bulgar kitaplarındaki yazılarda ve satır aralarında, öğretmen ve eğitmenlerin ağızından çıkan sözlerde bizim işimize yarayacak, yüzümüzü güldürecek hiç bir şeycik yoktur.
Seri kırılma ve çekilerden geçen Bulgarların içinde hoşgörü ölmüş ve boşalan yerine bizimle ilgili husumet dolmuş, bu beyinsel dolgu akla ve vicdana işleyerek karakter ve davranış tarzı oluşturmuştur. Bunu, 142 yıl süregelen çileli yeni tarihimizde yaşarken art arda bölündük, parçalandık, tüm tüm savrulduk ve çile küpüne döndük. Bulgar bizi keçi güden çoban gibi zorladı. 1989’da lidersiz ayaklanmamızın, rejim deviren kudretli fışkırmamız ve yukarıda anlattıklarımızın tümü, Türk vicdan ve aklımızın imanla kanatlanarak özgürlük için uçmasına neden ve vesile oldu.
Bir yanardağ kadar kudretli olduğumuzu, 1878’den 1989’a kadar okullarda, toplantılarda beynimize implante edilen hiçbir şeyi kabul etmeyişimiz, aşının tutmadığını ve özden fışkırdığını, içinde son derece dev bir kudret gizlediğini herkese gösterdi. Akıl ve vicdanımızdan korkan, bir süre kendi içine çekilen ve bizi yeniden gemleyebilmek için irade ve aklımıza vesaik (bekçi) olarak Ahmet Doğan’ı başımıza dikti. Bilmem anlatabiliyor muyum ama 2020 yılında Boyko Borisov hükümetinin Ahmet Doğan’a 330 milyon leva karşılıksız para vermesi, “ne kadar önemli ve değerli” olduğumuza kesin kanıttır. Boynumuzu eğitmek Bulgar devletinin bugün de bir numaralı görevidir. Bu büyük para ülkede Türk korkusu olduğuna ispattır. Bizim Türk kokmamızın, Türk olarak nefes almamız, dünyayı Türk gibi algılamamız korku kaynağıdır. Olayın resmen önlenmesinden doğan yeni ödev yine Türklüğümüzün yok edilmedir ve ödeme peşin yapılmıştır.
Bulgarların ve Rusların gözünde A. Doğan “büyük” bir liderdir, çünkü onun beynindeki dolguya uygun ve istenen şekilde düşünen 5 – 10 kişi artık yetiştirilmiştir. Halen onlar küçük bir gruptur. Bu kişilerin ruhları değişince hepsi teker teker ve topluca özgür olmamayı, halkımızın dertlerini görmemeyi, sızılarına derman aramamayı, çığlıkları duymamayı kabul etmişlerdir. Onlar halk adına güneş görmeden yaşamayı kabul etmişlerdir. Halen Bulgar Meclisi çatısı altında sandalye bekçiliği yapmaya devam ediyorlar.
Halkımızın düşüncesi derindir. 1939-1945 Alman Nazi kamplarında insanların vücutları üzerinde deney yapıldığını iyi hatırlıyoruz. Örneğin Makedonya ve Ege Trakya’sı köylerinden 1942’de toplanan Çingeneler (Romenler) üzerinde “insan yalnız deniz suyu içse yaşayabilir mi?” deneyleri yapılmış ve dayanamayanlar yakılmıştır. Bu gerçekler hala hafızalardadır. Çingeneler-Romanlarımız, “Almanya’ya paralı işe gönderiyoruz” yalanıyla toplama kamplarına gönderenler Bulgarların kendileri olduğundan, suç ortağı oldukları alınlarında yazıyor.
Bulgaristan’da yaşayan herkesten Bulgar yaratma sevdalıları gibi “Auschwitz” toplama kampında doğan ama göz bebekleri mavi olmayan Yahudi çocukların göz rengini göze ilaç iğneleyerek değiştirip “Saf Alman” yaratma deneylerinde 2 milyon tutuklu öldüren Dr. Jozef Mengele de unutulmadı ve asla unutulmayacaktır. Ne var ki, onun deneyleri tutuklu ve esirlere Nazi Alman zihni implante etmeden (aşılamadan) fazla, ırk olarak bedenen Almana benzer insan tipi yaratmayı amaçlıyordu.
Bizim başımıza gelen ise, vücudumuzdan fazla maneviyatımızı, aklımızı, düşünce tarzımızı, belleğimizi, vicdanımızı ve umutlarımızı hedef almıştı. Totaliter düzen yıllarında okullarda bizim üzerimizde düzenli ve planlı, sistematik algı (psikolojik) operasyonlar yapıldı. Doğru dürüst anlaşılabilmem için burada 2 örnek vermek istiyorum:
1) 1948-1958 yılları arasında Türk anaokulu, ilk, ortaokullarımız, lise ve pedagoji okullarımız, Sofya Üniversitesinde Türkçe eğitim veren fakültelerimiz vardı ve 3 bine yakın aydın kadro yetiştirebildik. Kendi halkı için çalışan doktor, mühendis ve öğretmenlerimize sevindik. Halkın dayandığı aydınlar tabakamız oluştu, orta direklerimiz yetişti. İnsanlarımız aynı yöne bakmaya başlamışlardı.
2) 1958’de okullarımızın devletleştirilmesi ve kapatılarak çocuklarımızın Bulgar okullarına toplanmasından sonra halkın önüne çıkacak ve dört söz edecek kaç kadromuz yetişti? Bu sorunun cevabı yok. Okullarda Türkçe konuşan, hastanın derdini kendi dilinde dinleyebilen ve çağa reyi anlaşılır bir dille anlatabilen kaç hekimimiz var? Gösterebilir misiniz?
Parmakla sayılacak aydınımız kalmadı. Kaç iş adamımız var? Şu acıklı ve Azrail kılığına girmiş “korona” salgını günlerinde, kaçımız bir kamyon gıda maddesi yükleyip doğduğu köydeki evlerine kapanmış, içine çekilmiş zavallılarımızın yüzünü güldürebilir, söyleye bilir misiniz? Genel görünümde Müslüman Pomaklar, Tatarlar ve Çingene-Romanlarımız arasındaki durum daha da kötüdür.
Bulgar okullarında, inşaat erleri saflarında askerlik yaparken ruhumuz üzerinde uygulananların henüz yöntem bilimini, periyodiklik ve özel etkilerini çözmeye çalıştığımız durum ortadadır. İnsanlarımızda zihinsel kısırlık, psikolojik korku, ezilmişlik ve sinmişlik belirdi ki, 1989 göçü duruma binlerce örnekler sundu.
Orada olan bizim insanlarımızın hepsi; sakatız, özürlüyüz, yardıma muhtacız diye haykırıyorlar duyan lider var mı?. Peki kim? Kim sahip çıkacak bu topluma.
Sözün kısası, soydaşların ve tüm topluluğumuzun, bizim hepimizin aradığımız LİDER bu sakat toplumumuzun derdine çare bulacak, ona yol gösterecek ve onu yüreklendirecek biri olmalıdır.
Bu kişinin Bulgar Üniversitelerinden diplomalı olmasına gerek yok, zaten diplomalı olsa ruhu sakat biri olacağından dolayı, ilk anda baştan ıskarta edilmesi ve hepimizden uzak durması, hiçbir şeye el sürmemesi yerinde olur. Çünkü Bulgar eğitim sisteminde sakatlanan Türk’e ve Türklüğe mehlem yoktur. İşte A.D. ve tayfası ortadadır…
Halk liderinin halkın boyunda, halkımızın kafasında ve ruhunda biri olması en uygun olur. İlk dönemde halkımız ile liderimiz dengi dengine olmalıdır.
Lider olmak halkımızın nabzını tutmaktır.
Lider olmak gençler arasından zeki ve atılganları yüreklendirmektir.
Karanlıktan sıyrılma zamanı gelmiştir.
Korona virüsü yakalanmadan yaşayalım kardeşlerim.
Kendinize iyi bakınız.
Sağlıklı günlerin en iyileri hepinizin olsun.
Lütfen paylaşınız.
Bu konuyu işlemeye devam etmek istiyorum.
Okuyup paylaşanlara teşekkürler.