Konu: çeşitlilik içinde birlik veya birlik içinde çeşitlilik!
İnsanoğlunun yarattığı toplumu okuyabilmesi hiç kolay değil. Kolay olsaydı, her toplumun formatı, kuralları, ahlakı belirlenir ve kabul edildiğinde huzur ve sükûn sağlanır, sorunlar kendiliğinden çözülür ve insanlara dünyayı bir gül bahçesi yapmak kalırdı. Ama olmamış ve olmuyor işte…
Orta Avrupa dünya tarihinin merkezi olduğu 15. yüzyıllarda biz Türkler oraları ele geçirip en yüksek medeniyet ve en düzenli ahlakın taşıyıcıları olarak kapılarını çalmışız. Hedefteki kültürler arası etkileşimle el ele verip birlikte ilerlemekmiş…
20. yüzyıl boyunca yazan 21. yüzyılın başlarında kalemini cebine saklayıp dünya yoluna son veren büyük düşünür Roje Garodi, mükemmelliği bir Protestan olarak aramaya başlamış, Katoliklikte de bulamayınca Müslümanlığı kabul etmiş ve cennette bütün insanlarla birlikte yaşamak için külünün 5 kıtaya saçılmasını vasiyet etmiştir.
Kitapları ilgiyle okunan R. Garodi “geleceğimizde İslam var” eserinde şöyle der: “Batıyı ortaçağ karanlığından, barbarlıktan, cahillikten ve canlı cenazelikten dün İslam kurtarmıştı. Bugün de körü körüne üretip körü körüne tüketen ve tükettiren batı’yı bu korkunç sapmadan yine İslam kurtaracaktır! Ya İslam’ın eşsiz bilgeliği, kültürü ve medeniyetiyle tanışıp onun kurtarıcı insanlık değerlerini paylaşacağız, ya da yakın zamanda yok olacak ve batı toplumlarıyla birlikte bütün dünyayı da intihara sürükleyeceğiz.”
Garodi, yaratıcılık yolunun sonunda bütün maddi ve manevi gücünü toplayarak Paris’te bir değişimcilik üniversitesi kurdu. Bulgaristan’da Türk veya Bulgarlardan bu üniversiteyi bitiren yok.
*
Osmanlı’nın Balkanlar’da kurduğu nizam, huzur ve sükûn düzeni 1878 Berlin konferansından sonra aşama aşama bozulmaya başlandı. 1879’da Tırnova’da hazırlanıp onaylanan kurucu Bulgar Anayasası’na moral kodeksi – nizam ve ahlak kanunu – eklenmedi. Ahlak kuralları Bulgarlar için doğu Ortodoks kilisesi pratiğine bağlı kılınırken, Müslümanlar da 1934 yılına kadar geçerli olan şeriat kurallarına, müftü, imam ve hocalarının iradesine bırakıldı. Plevne Savaşı’ndan sonra (1877-1878) Tuna boyu, Deliorman, Dobruca, Varna ve Sofya eyaletlerindeki manevi bünyeyi oluşturan ulema, din bilginleri, müftüler, zaptiyeler, öğretmenler, eğitmenler, memurlar ve hukukçular kısaca aydınlar askerle birlikte çekilmiştir.
Mithat Paşa’nın Valilik yıllarında, Osmanlı’nın batılılaşma açısından bu pilot bölgede Müslüman ahali devletten ve kurumlarından tamamen kopmuş, içine kapanarak, kendi topraklarında korka korka üretip tüketerek, İslam geleneklerine, adetlerine ve yaşam tarzına uygun biçimde var olmaya devam etmiştir. Bu günden itibaren burası benim vatanım sözü unutulmaya ve unutturulmaya başlanmıştı. Bulgar kurucu meclisinde, anayasa ruhunun biçimlenmesine ve maddelerinin işlenmesine Türk ve Müslümanlar davet edilmedi.
Selçuklu ve Osmanlı İslam geleneklerinin özünü oluşturan ümmet ve adalet, bireysel ve toplu haklar anlayışı çöpe atılıp tek dilli, tek milletli Bulgar devlet ideoloji ve siyaseti uygulamaya çağrıldı.
Nüfus çoğunluğu (1879’da % 52) Müslüman olan prenslikte muhafazakâr parti, liberal parti, liberal parti (Radoslavov), halk parti, halkın muhafazakâr partisi, demokrat parti, bağımsızlar ve askerler siyaset sahnesine çıktı. Türk Müslüman partisi kurdurulmadı.
17 yıl süren (1879 – 1909) ) prenslik döneminde 25 hükümet ve 1 prens değişti. Birinci geçici hükümeti – 2 yıl süreli – Rus istila güçleri kurdu. Farklı siyasi oyuncuların sahneye çıkıp inmesi çoğulculuk, çok partili demokrasi gibi bir görüntü sergilese de, Müslümanlar siyaset dışı bırakıldı. Siyaset oyunu yalnız ve ancak Bulgarlar arasında oynandı. Etnik azınlıklar, dil ve din azınlıkları, Hıristiyan olmayanlar Prenslik yıllarında devlet kurumlarında, meclis ve hükümette yer almadılar. Çeşitlilik içinde birlik veya birlik içinde çeşitlilik ilkesi çöpe atıldı, hayata çağrılmadı. Bulgarlar kendi milli devletini kurmaya heveslenmişlerdi.
*
İşte böyle bir ortamda, tarihi ve etnik köken, dil, din, kültür ayrılıklarını dikkate almadan, Bulgar milli devlet anlayışı ve “isteyen gitsin kalan ulusal kimliği kabul etsin” – tek bir kimlik çatısı altında var olmaya alışma formatı belirdi. Git-gide birleşme, entegre olma, ulusal kimliğin içinde erime, asimile ve yok olmayı zorla kabul ettirme eğilimi yerleşti.
Bu formatta, tarihi-kültürel kimlikle, resmi ulusal kimlik uyumlu ve özdeş olmadı.
Bu ortamda Bulgaristan’da kalan Türkleri, Müslümanları Bulgarlaştırarak asimile etmenin en kısa yolu, onların başına her köyde, her işyerinde, her okulda başlarına Türkçe bilmeyen bir Bulgar atamakla başladı. Türklerin arasından toplumun önüne kendiliğinden geçecek, işleri yönetecek, iş gösterecek, insanlarımızı anadilimizde bilgilendirip aydınlatacak, yönlendirecek ve yönetecek Türkler sivrilmesi yolu böylece kesilmiş oldu. İşte bu nedenlerle Bulgar ulusal devletinin kurulduğu daha ilk yıllarda cami ve okul encümenliklerimizin bile dağıldığı bir ortamda, öncü ve lider kişilik eksikliğinde Bulgaristan Türk kimlik bunalımı başlamış oldu ve git gide daha da derinleşti.
Halkımız tarihi yeniden yazıp değiştiren veri ve yorumlara, sosyal baskılara, resmi ideolojiye gönlünü açmadı, Bulgarlara karşı Türk benliği ve Hıristiyanlara karşı Müslüman kimliği ağır bir ortamda hayat hakkı istedi. Bulgaristan Türk – Müslüman kimliği bundan 145 yıl önce başlayan bu mücadele, kendi kimliğimizi bulma, ana-anadilimizde, kendi dinimizle, yaşam usulümüzle, halk sanatımızla, yaratıcılık, edebiyat ve sanatımızla yaşam alanımızı – hak ve özgürlüklerimizi – genişletme direnişleriyle belirlendi. Daha ilk başta birey, topluluk, toplum, ulus ve kimlik seçimimizi Türk ve Müslüman olarak yaptık.
Hiçbir kimseyle, benzerlik, yakınlık, gerekçesiz ilişki, gerginlik yaratmak için çelişki aramadık, yolumuza hoşgörülü yaklaşımla devam ettik.
*
Formatımızı yaratırken Bulgaristan Müslümanları için tek rehberimiz vardı o da Kuran-ı Kerim, Allahın insanlara indirdiği son kitap.
145 yılda belki de 1000 defa toplatıldı. Mahkemelere verildi. Yargılama delili olarak gösterildi. Müslümanlarla birlikte hapishaneye girdi, sürgüne gitti geldi. Bu, hepimize bağışlanmış bir kılavuzdu ve müminlerce tekrar tekrar okundu. Kimliksel bütünlüğümüze gerekli olan her hususu içeren bu eseri ruhumuz gibi koruyabildiğimiz için gurur duyuyorum. Kuran-ı Kerim bizim çeşitlilik içinde birlik kurma anahtarımızdır. Kuran’da güzel ahlak, gelip geçici bir hal olmayıp insanın iç dünyasında yerleşen, onun bir parçası halini alan kabiliyetler bütünüdür. Güzel ahlaklı olmak herkese yakışır. Dinden başka hiçbir kudret ahlak yaratamaz.
En güzel ahlaklı din İslam’dır. Ahlâk kavramı, Hz. Peygamber, güzel ahlaka çok önem ve değer vermiş, “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” sözünü nasıl unutulur.
*
Bazen oturup düşünürken Nasrettin hoca neden bizim zamanımızda yaşamadı sorusuna yanıt arıyorum. Hoş vakit ve hür düşünceyle kimliğimize, dinimize, dilimize kurulan tuzaklı alaylı fıkralarla tuzla buz eder, geleceğimizle ilgili kara bulutları dağıtır, hepimizi güldürüp düşündürürdü, geçiyor aklımdan.
*
O ağır zulüm yıllarında halkımız Allah tarafından gönderilen ve Allah tarafından konuşturulan birini bekledi. İlhamın kaynağından konuşan biriydi beklenen. “ilahi kanuna uygun hareket ediniz!” demesi yeterliydi. Sözü alabildiğince yalın, basit ve anlaşılır biriydi o. durum çok karışıktı, belirleyici olan bir inanç vardı: “halk karmaşık olanı tanır, öğrenir, ama ona inanıp, onun yolundan gitmez.” insanları bir bayrak altında toplar gibi söz etrafında toplamıştı bu inanç. Bulgarlar Müslümanların bir bayrak altında yürümesinden, aynı yönde yürümesinden korkuyorlardı, onlara kılavuzluk eden kitaba dik dik bakıyorlardı. Bulgarların çok etnikli, çok kültürlü bir ortamda, tek uluslu devlet kurma planları böyle çözüldü, ileri adım atılmadı.
Bulgarların Osmanlıdan gelen Türk kimlik formatını çözüp parçalayacak ne fikri ne de silahları vardı.
Ellerindeki tek imkân ve bel bağladıkları tek umut, Türkleri ve Müslümanları tarihsel formatlarının dışına çıkarmak, onları başka ilham kaynaklarına yöneltmekti. Yani Türk-Müslüman dışına çıkarmaktı. Daha önce bir defa “bin bir gece masalları” ile İslam’ın temel bağları çözülebilmiş, ahlakına sis düşürülmüştü. Eserleriyle şöhret kazanmak ve rahat bir hayat yaşamak isteyen şairler yetişmesine kapı açmayı düşündüler. Bulgaristan Türk şiirinde çeşitlilik, görüş ve tasvirlerde sonsuzluk, sevgide, güzellikte, bağlılıkta ebedîlik böyle belirdi. Yükselen Bulgar bayrağının altına davet edilmeyen Müslümanların uzaktan bakışı bir arzuymuş gibi yanlış yorumlandı. Ezilen insanların çeşitliliğe inanmadığı, onu yalnız idrak ettiği, tanımak istediği unutuldu. Onların kitabında efsanelere, masallara ve metrolojiye inanın denmemişti. Şiirle Müminlerin uyutulmasına ve aldatılmasına da müsaade edilmemişti. Onları, üstün ve güzel ahlakıyla sürükleyen ve hepsinin bir vahdet inancı etrafında kenetlenmesini isteyen peygamberleri vardı.
*
Aralık 1984’te ayaklanmamız, Bulgaristan Türklerinin siyasi formatını belirleyen çok önemli bir ölçü oldu. 1984’ten beri kışlaya toplanamayan ordular, jandarma, polis, “gönüllüler” ayaktayken ayaklanma bayrak yerine çapa kürek kaldırdı. Doğru yolu gördüklerine inananlar sorunlarını bütün insanlığa anlatmak, çözüm aramak, zulmün zincirlerini koparmak, öncelikle Allah’ın kendilerine tanıdığı doğal ve insan haklarını, yasaklanan özgürlüklerini istiyorlardı. Bu, tek uluslu Bulgar devleti dışında kalmışlardı, çok etnikli, çok dilli, çok dinli, çok kültürlü bir ülkede, vatanda, devlette özgürce yaşamak istiyorlardı.
Onların hayallerindeki yeni format geleneklerinin devamı ve kültürel otonomiye taşınmasını hedefliyordu. Bu yüreklenmede onların önünde ve seçilen yolda onlardan daha sert basan bir şair, partili, partisiz yoktu. 1989 yılında 72 binimiz birden yürüdük ve Bulgar siyasi totalitarizm bendini birlikte yıktık. Halkın bu zihni disiplin etrafında kenetlenebileceğini düşünebilen bile yoktu. Bulgaristan Türklerinin tüm yalan ve masallardan, ödüllerden ve vaatlerden, radyo ve tv’de anlatılanlardan, basında yazanlardan, onlar önüne çıkıp totaliter iktidar adına konuşanların tüm iddialarından ve kandırma yeltenişlerinden kendilerini nasıl koruyabildikleri bir sır kaldı. Hala bunu çözen olmadı…
Onlar söylenenlerin tam tersine, zıddına inanmaya gayret etmişlerdi. Halkımızın bir beklentisi vardı. Sabır ve mücadele içinden onların olanı, hakkın ortaya çıkacağına inanıyorlardı.
Tarihte bu defalarca başarılmıştı. Küçük Asya Türklere böyle ana vatan olmuştu. Rumeli Balkanlar’da asırlarca süren huzur böyle kurulmuş, onlarla yan yana ve en iyi ilişkiler içinde 80 etnikle ortak dil bulmuşlar ve güneşe birlikte sevinmişlerdi. Bir vahdet çağrısıyla tüm dünyayı dize getiren gönüllerinde yaşıyordu. Onların formatı buydu. Aslında ayaklandıklarında “format” kavramını bilmiyorlardı, bildikleri hiçbir kimsenin hiçbir şeyinde gözleri olmadığı ve yalnız kendilerinin olanı isteyişleriydi.
İsimlerini değiştirmekle ayıp edilmişti.
Genç evli gençleri hapislere toplamakla ayıp etmişti.
Anadilimizi yasaklamakla günah işlemişti.
Mezar taşlarını yıkmakla da günah işlemişti.
Yaşam usullerine saldırmakla vahşiliğini kanıtlamıştı.
Zaten 1907’de Rusya çarı II. Nikolay “balkanlardaki o vahşiler” demekle, ne doğru söylemişti.
Garodi’den sonra “halkların formatları üniversitesi” açılmasını öneriyorum. Kapısının üzerine geleceğin tek formatı şudur yazsın:
Çeşitlilik içinde birlik veya birlik içinde çeşitlilik! Okuduğunuz için teşekkür ederim.
Alıntı: http://www.pasavizyon.com/bulgaristan-turkleri-formatimiz