Tercüme: Raziye ÇAKIR
Tarih: 4 Mayıs 2021
Bu yazı 30 Mayıs 2009 tarihinde yazılmıştır.
Kaleme alan: Zlatko ENEV
Kendisine eski komünist parti evinde ansızın rastladığımda iyi tanıdığım bayan dostumun yüzü sıkıntıdan gerilmişti. Selamını sinirli verdi ve yine iyi tanıdığım arkadaşlarımdan biri olan başka bir bayanla, ev sahibi oldukları ve önce Sofya Üniversitesinde yapılması öngörülen seminer yerinin neden buraya taşındığı konusunu tartışmaya devam etti. Ana neden, bir açıklaması yok! “Yasakladılar” derken, bana da cevap vermiş oldu ve görevlerin peşinden uzadı gitti.
Fısıltılı bir ortamda kaldım. Havada cıvıldaşan gerginlik, durumu kavrayamamış olanların, olayı üzerlerden silkmek isteyenlerin tepkisi de olabilirdi. Yasaklamışlar? 2009 yılında, Avrupa Birliği ülkelerinden birinde, “Tarih Üzerinde Siyasi Tekele Karşı: 20 Yıl Sonra, Ötekiler 1989 Mayıs Olaylarını Anlatıyor” konulu bir seminer düzenlenmesini birisi yasaklamıştı. Basıl olur? Bir durun! Rektör tarihçi değil mi? Batı ülkelerinde okumamış mı? Bildiğim kadarıyla Sorbon’da tarih okumuştu! Hangi dünyada yaşıyoruz, işe bak sen?
“Evet, o yasakladı” – aldığım cevap buydu.
“Ama neden? Nasıl yapar bunu? Gerekçesi neymiş?
“Seminer siyasileştirilmiştir. Tek yanlı yaklaşılıyor.” Sözleri onundur.
Doğrusu pek anlayamadım. “En yeni tarihimizin tartışılması konusuna Sofya Üniversitesi Rektörü’nden tepki gelmesi olacak iş mi? Anlayamıyorum. İnanamıyorum?”
İki Bayan bana güç bela gizlenebilen bir acımayla baktı. Zavallım hangi asırda yaşıyorsun?
“Türk konukların hepsi Türkiye’den geliyor. Hepsi 1989 mukavemetine bizzat katılmış kişiler. İşte kendileri.”
“Ne olmuş öyleyse?”
“Nasıl ne olmuş?” “Onların, bundan siyasi sermaye yapmasalar da, hepsi Doğana gerçek muhalefet. Onlar, 1989 olaylarında Doğan’ın rolünün bugün gösterildiğinden çok daha sınırlı olduğunu söylüyorlar. Anlamakta güçlük çekecek bir durum yok burada. Söz konusu olan hangi söylentinin tarihe geçeceğidir.”
Bunları işitince ben de kavramaya başladım. George Orwell -1984.
“Geçmişe egemen olan, geleceğin efendisi olur.” demişti. Konumuz hemen çoktan unutulmuş ama bir diş ağırı kadar anlaşılır bir anlam kazandı. Bundan 20 yıl önce, artık maziye karışmış olan bir parti zirvesi, Bulgar tarihini yeniden yazmayı denemişti. Kamu sicillerini, mezar taşlarındaki yazıları, hatta öğretmen defterlerini değiştiren onlardı. Bir gecede insanların biyografileri, hayatları, 1 milyon insanın kişilikleri virgülü virgülüne Orwell’ın anlattığı gibi. 20 yıl sonra yeniden, şimdi kendilerini kurban gösteren yeni bir parti zirvesi, tarihle alay ederek, tarihi yeniden yazmaya kalkmış bulunuyor. Bu toprakların tarihinde her zaman olduğu gibi, mutlu meleyen halkın burnu altında, tarihi yeniden yazma savaşımı anlaşılan devam ediyordu.
Şu an, artık 30 yıldan beri sigara kullanmadığımdan sanki esef ettim. Sustum ve sandalyeme büzüldüm ve beni başka bir gezegene götüren konuşmaları dinlemeye koyuldum. 21. yüzyılın başlarında: Bulgaristan! Yürek acılarıyla tanıdığım yabancı Bulgaristan.
* * *
Ve işte seminer günü. Birileri oturuyor, diğerleri anlatıyordu. Tamamen farklı bir ortamdaydım. Sahte yanı, siyaset yapmaya çalışanlar olmayan, heyecansız, gösterişsiz, sermaye birikimi yaparken hizmetlerini sıralayanlar olmayan bir ortamdı.
Oturdular ve anlatıyorlardı… Biraz unuttuğumuz utancımızın ansızın baskısı altına alınmış, pişmanlığımızdan susarak, bazen de gözlerimizi silerek, sandalyelerimize büzülmüştük.
Onlar anlatmaya devam ediyordu.…
Ramadan Rundov dede söz aldı: Gotse Delçev’e (Nevrekop) bağlı efsaneleşen Kornitsa köyündeki isyanların hepsine katılmış ve olayların hepsine tanık. Yeni şekilde yaşanan “Ayrılık Zamanı”. Anlatılanların üzerinde edebiyat cilası yok. Kimliklerinden vazgeçmeye, oldukları birşeyden vazgeçmeye, olmadıkları ve olmak istemedikleri bir şey olmaya, sözün en sade anlamıyla ateşle ve kılıçla takip edilerek mecbur kılınmış İnsanlar. Kabul etmeyen ve mücadele edenler. Son anketlere bakılırsa, Bulgarlardan daha fazlasının en sevdiği kitap olan, Papaz Aligorko’nun romantik tarihçesinde anlatıldığı türden bizim açımızdan bir tarih anlatımında olduğu gibi birkaç ayda olmuş geçmiş bir olay değildi bu, onlarca yıl süren bir acımasız şiddetti anlattıkları. Yaşlı adamın gözlerinde yaş yoktu.
Oğlu Ramadan, babasından çok farklı bir genç, ateşli konuşuyordu. Sözlerinde “soya dönüş” yıllarından kalma heyecan yoktu. O kısmetli doğmuş biri. Babasının ömür boyu acılarını çektiği zulüm ve mücadele yıllarını yaşamamış. O kürsüden “Biz size düşmanlık beslemiyoruz. Biz sisin düşmanınız değiliz.” Sözlerini tekrar ediyordu. O gerçek tarihin herkes tarafından bilinmesini istiyordu. Gerçeklerin bilinmesinde ısrar ediyordu. O gün gerçek havada çıplak dolaşıyordu, kösnük değildi, başarı da aramıyordu, bizim hislerimize ve hırslarımıza ilgisizdi. Bu insanlar geçmişlerinin üzerine çoktan bir haç (hilal veya başka bir şey) koymuşlardı. Eski işkencecileriyle barışmışlardı. Tarihsel hesaplaşma aramaktan çoktan, uzun bir zaman önce vaz geçmişler. Bazen hicivle, bazen basit insan hikâyelerini süslemeden şakıtmadan paylaşıyorlardı. Sabri İskender, Ali Mustafa Hüseyinov, Hayrettin Aliev Öztürk ve diğerleri yavaş yavaş konuşuyor, sözleri arıyorlardı, belki de kimi defa anıyı araştırarak ama her defasında kendilerinden emin, sivrilmek istemeden, bir başka güzellik aramadan sunuyorlardı.
Gözlerimiz önünde, belki de yalnız benim gözlerimin önünde, benim daha önce göremediğim, yaşamadığım bir tarih kendi önlerinde açılıyordu.
“Soya dönüş” sürecini haklı göstermek için yapılan denemelerin hepsine birçok dostlarım gibi ben de her zaman karşı koydum. Bana göre, baştan sona tiksindirici, barbarlığı anlaşılmayacak gibi olsa da bu süreç artık geçmişe aittir ve hangi etnikten olduğumuza bakılmaksızın, geleceğimizin yolu, ortak yolumuz geleceğe doğru açılmıştır. Eskilerde kalmış olaylar arasındaki mantığı anlayabilmeme, şu ana kadar hep gizli kalan ve gözlerimle göremediğim tarihsel olaylar arasındaki bağları görebilmeme yardım eden, tarih haritasını büyütülmüş bir boyutta olmak üzere, hayatımda ilk kez ben burada görmeye başladım.
Anlatılanlar neden yalnız 1980’lı yılların olaylarıydı? Olayların kökleri çok daha derinlerdeydi. Önce 1970’lı yıllarda, daha önce 1960’larda, daha da önce 1950’lerde ve hatta 20ç yüzyılın başlarında hep aynı olaylar yaşanmıştı. 1912-13 yıllarında kovmalar, zulüm başlamıştı. Rodoplar’da binlerce Pomak “vaftiz edilmişti.” İstemeyen kıyılmış. Seçenek onlara bırakılmıştı.
Git gide gözlerimin önünde, belki de daha Osmanlı’dan kurtulmamızla başlayan, insanların sürekli takip edildiği, onlara arasız baskı uygulandığı bir tablo açıldı. (Rusya Osmanlı Savaşında öldürülenlerin sayısının 500 000 /beş yüz bin kişi/ olduğunu söylemişti birisi.) Savaşa katılmamış 500 bin Türk, iradelerine karşı salhaneye tıkılmışlar ve kurtarıcıların topları ve tüfekleri tarafından bu insanların hepsinden kıyma yapılmıştır. Kendi kendimi aldatmıyorsam, bu olaylar bugün de aynı şekilde devam ediyor devam ediyor.
Değerli vatandaşlarım, birçok defa direk olarak hançer ve silah gücüyle olmak üzere, en sık rastlanan da ikinci sınıf vatandaş durumuna itilerek ekonomik olarak, en yeni tarihimizde Türklerin, Pomakların ve Romların arkalarına takılan adamlar tarafından takip edildikleri dönemler yok muydu? Ve bu her zaman ya hemen Bulgar olun, ya da palanızı pırtınızı toplayın ve Türkiye’ye gidin şeklinde olmadı mı? Yordan Yovkov’un “Senebir Kardeşler” hikâyesini anımsadım ansızın. Yovkov, bu insanların çekilerine gözleri açık bakan tek Bulgar klasiktir. Ve ardından, Ramadan dedenin kürsüden anlattıkları aklımdan çıkmıyor: Başka bir etnik topluluğa ait olduklarından, başka bir Tanrıya inandıklarından dolayı olmak üzere devamlı takip edilerek, devamlı çile çekerek, üzülerek, zulüm görerek yaşadıklarını düşündükçe tüylerimin diken diken olduğunu hissediyorum.
Kafamda zonklayan bir tek kelime var: KÖLELİK!
Düne kadar kendileri KÖLE olanlar, onları esir edenleri bu defa onlar köle etmeyi başarmışlar ve bir eski Bulgar reçetesine göre, oyunun kuralları değişmeden rol değişikliği yapılmıştır. Bu da ifade edilmeyen, tanımı yapılmayan ve hakkında söz edilmeyen bir KÖLELİK BİÇİMİDİR! Eze eze, basa basa, zulüm ede ede iade edilen bir KÖLELİKTİR. Bizdeki var oluşun gerçek yüzü bu değil midir?
ETNİK BÖLÜNMÜŞLÜK, günümüzde en büyük bir güçle diş gıcırdatan problem. Ona ilk kez olmak üzere, kendim için hakikat olan bir anlam veriyorum. Çağdaş Bulgaristan’ın bugününü tamamen farklı bir ışıkta görebilmeme için bana yardım etti. Ve ben sizin günümüz Bulgaristan ile ilgili bu kadar uç bir görüşü dinlemeyi kabul edip etmeyeceğinizi bilemiyorum.
Bir anda, kendim için hiçbir zaman yanıt bulamadığım bir soruyu etrafımdakilere sormaya başladım. Birbirimize neden karışmak istemiyoruz? Bulgaristan’da Türkler ve Bulgarlar arasında evliliklere neden rastlanmıyor? Muhatap olduklarımın yüzleri gelirdi. (Cevabı acı yaşatan bir soruya parmak bastığımı hemen anladım.) “Böyle bir gelişme yaşanmıyor, çünkü biz korkuyoruz. Biz son 100 yılda defalarca tekrar eden tarihin bir daha yineleyeceğinden korkuyoruz.”
Şimdi bana neden korktuğumuzu sorabilirsiniz. Bu sorunun cevabı gün gibi ortadadır. Çünkü bu yıllarda Bulgaristan birçok hükümet ve ideoloji değiştirdi, “düşmanlardan”, “esaretçi” ve “soygunculardan” ne zamandan beri hiç bir iz kalmamış olsa da ve artık biz ne kadar haydut ve devrimci isek, onlar da o kadar düşman ve soyguncu olsalar da, bizim onlara karşı düşmanlığımız değişmeden kaldı. Tarih yeni oyuncularla, fakat eski kurallarla devam ediyor.
Bulgaristan’da tüm diğer politikacılar gibi, o da onursuz ve satılmış, ajan ve hain, iktidar ve para sevdasından aşınmış biri olsa da, azınlıklarımızın neden yine de kendi adamına ve kendi partisine hayal kırıklığına uğramış bir ısrarla sarıldıkları işte bu noktada hemen anlaşılıyor.
Bulgarlar (hiç olmadı Türklerin, Pomakların ve Romanların şimdiye kadar tanıdığı Bulgarlar) işler çıkarların yüzleşmesine dayandığında, her türlü inanç ve ideolojiden hemen kopmaya hazırdır. Onlar kendi aralarındaki görüş ayrılıklarını anında bir yana bırakıp Türklere, “kendilerinden olmayanlara” karşı hemen birleşir. Bulgaristan azınlıkları bu gerçeği 20. Yüzyıl boyunca defalarca görmüştür. Bulgarların tavrı azınlıkların değişmeyen tavrında sürekli ifade bulur.
O seminere katıldığım günlerde ve şimdi bu yazımı yazarken, Ahmet Doğan’ın belirli sorumların sebebi olmaktan fazla sonucu olduğunu görebildim, bunun bilincine vardım. Evet, o olayların nedeni değil, neticesidir. Öyle ama terbiyesizce, küstahça davranıyor. O, bu dünyada her bir politikacının kendisine koruması gereken şeyleri konuşuyor. O kanunsuz ve kuralsız yaşadığı için, kendini erbap ve cesur göstermeye çalışıyor. Bunların hepsi doğrudur. Görevlerinden alınması gerektiğine inanıyor ve böyle bir hareketi desteklemeye hazırım.
Şu da var. Bulgaristan etnik sorununun çözümü Ahmet Doğan değildir ve olamaz. Çünkü Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH-DPS) liderleri ne kadar değiştirilse ve sözde “daha medeni olması için” bu azınlık üzerine ke kadar büyük baskılar uygulansa da, )hatta Bulgarlar gibi sandığa gidip o vermesi de engellense bile) durumda değişiklik kaydedilmeyecektir. Doğandan sonra yenir Doğan gelecek ve sonra o da gidecek. Vatandaşlar arasındaki haklar, özgürlükler ve şanslar tamamen eşitlene kadar politik var olma ve ayakta kalma mücadelesinde ayni yöntemler uygulanmaya devam edecektir. Ve bu azınlıklar geçmişlerinden tamamen kopana kadar bir şekilde devam edecektir. Bulgaristan sözde değil, hakikatten Avrupa Birliğinden bir gerçek parça olana kadar sürecektir.
* * *
Seminer devam ediyordu. Yaltakçıların sözlerinden gözlerim önünde yeni tablolar açıldı. Bunlara yeni versiyonlar da diyebiliriz. Örneğin, boş bir yerde desem en iyi olur, birkaç ay gibi bir sürede, 1989’un yazında beliren, Bulgar muhalefet hareketiyle ilgili söylentiler bunlardan biridir. Bulgaristan Açıklık ve Değişikler Kulübünün azınlıklardan vatandaşlarımızı desteklemek ve onlarla dayanışmak için kabul ettiği Bildiride “azınlık” sözü yoktur. Cesarete bak sen! Başka zamanlarda da hep böyleydik. Bu işler böyle olduğundan dolayı Deya Küranov gibi aydınlar bu kulüpten ayrıldılar. Sonra şair Blaga Dimitrova Kulübün Bildirisini Paris’te düzenlenen “Avrupa’da Ruhun Özgürlüğü ve İnsan Boyutları” konferansı kürsünden okumadı, Jelü Jelev’in “Her Şeye Rağmen” eserinde yazdığına göre, bildiri metnini tuvalet deliğinden Sena ırmağına salmış ve kendisinin otel odasında kaleme aldığı bir destanı okumuştur.
Aynı zamanda Bulgar aydınlar en basit konularla ilgili kendi aralarında anlaşamazken, Türkler, zırhlı araçlara, tanklara, gerçek tehlikelere karşı, yeni bir seçim için, ölüm kalım savaşına kendi örgütlerinde birleşerek, binlerce, on binlerce, yüzbinlerce insanın katıldığı güçlü protesto eylemlerine katıldılar. Biz de böyle bir şey yapmak istiyorduk belki de, fakat bu işleri unutmuş olmalıyız.
Sayın vatandaşlarım, dört sözle ifade etmem gerekirse, 1989 yılında Bulgaristan komünist rejimine karşı örgütlü direnişin ne yazık ki tek biçimi olan Türk mukavemet hareketi iktidarı ciddi sarstı ve ciddi sorunlar yarattı. Dinlediğim konuşmalardan sonra bende bu izlenimler kaldı. Bu izlenimlerin hepsinin doğru olup olmadığını zaman gösterecek. Vaktiyle bizi esaret altına alanların, vaktiyle bizi kurtaranlardan artık kurtarmaya başladığını kabul etmemiz büyük bir yüzkarası ve büyük bir küçük düşme olur. Onlar, hiç korkmadan ayağa kalkarak ezilen hak ve özgürlüklerini geri istediler yani bizim yapamadığımızı yaptılar.
* * *
Seminer bitti. Berlin’e döndüm ve çalışma odamın sessizliğine daldım.
Şu işittiklerimin ve düşündüklerimin kaçta kaçının hayat hakkı olduğunu bilmiyorum. Hatta biraz erken bile olduğunu düşünsem de, teknolojilerden yararlanarak burada Berlin’de bir foruma konu mu etsek diye geçiyor aklımdan ve kendime erken değil mi acaba sorusunu yöneltiyorum. Gerçekten de bilemiyorum… Ne ki, yazmasam, paylaşmasam, duyurmasam haksızlık olur kanaatindeyim.
Ve böyle kafa yorarken Tolstoy’un şu sözleri geldi aklıma: “Ne yapacaksan yap ne olursa olsun!” Bilgisayarımın tuşlarına basmaya başladım.