Vildan Umut
her zaman ki telaş ve yapılacak işleri yetiştirmeliyim kaygısıyla hızlıca toparlanıp, evden koşuşturarak çıktığım da, temiz bir havanın girmesi için açmış olduğum pencereyi kapatmayı unuttuğumu hatırladım. Bir an için açık kalmasın da bir sakınca olmayacağını düşünmüş ise de, içimden gelen diğer bir ses o pencereyi geri dönüp kapatmam gerektiğini söylüyordu.
Hangisi doğru olduğuna karar verebilmek için durup düşündüğümde, hemen ayağımın yanı başında mor menekşeler ve beyaz sümbüller ile kardelenlerin de cevabımı beklercesine sessizce süzüldüklerini fark ettim?
Bir anda yıllar öncesinde o çiçekleri toplayıp, bize her gelişinde bir elinde bastonu, diğer elinde bahçelerinden zor da olsa eğilip, sapları kısacık kopmuş sümbülleri getiren büyük babamı hatırladım. O yıllarda henüz çocuk iken, büyük babam bir baston ile dolaştığı halde, o dik duruşu ile hepimizde sert ve kaba bir görünüş ve korku uyandırıyor olsa da, o koparılmış çiçekleri uzattığında kalbindeki sevginin de ne kadar büyük olduğunu ve geçmişten süre gelen o hiç unutmayıp, nesillerden nesillere taşınılması gerekir imiş çesine anlattığı hikayelerinden bir tanesini anımsadım.
“Bir zamanlar, bir kral, ülkesinde yönettiği krallığında başarılı ve sevilen, sayılan bir kral olmak için “Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı, kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli şeyin ne olduğunu bilseydim, giriştiğim her işi başarırdım” diye düşüncesiyle bu sorularının cevabını bulmaya koyulmuş. Krallığın her tarafına haber uçurmuş; şayet ki bu sorularına cevap verecek bir kimse olursa, ona büyük bir ödül vereceğini de belirtmiş. Bilgeler krallığa akın edip, birbiriyle tümüyle farklı cevaplar vermeye başlayınca, Kral halen sorularının yanıtını alamadığından, halktan biri imiş gibi giyinip, atını ve korumalarını da bırakıp tek başına yola koyulmuş. Krallığa gelmeyen bir Bilge daha olduğunu öğrenen Kral, o Bilgeye ulaşmak üzere evine vardığında, onu kovuğun önüne çiçek tarhları kazarken bulmuş.
“Ey Bilge kişi, sizden doğru olan bir şeyi, doğru bir zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim; en fazla gereksinim duyduğum, dolayısıyla ötekilerden daha fazla ilgi göstermem gereken kişiler kimdir; en önemli ve her şeyden önce gelen sorumum ise: Kendimi vermem gereken işler nelerdir?” diye sorularını sıralamış…
Bilge, Kralın bu konuşmasını dinlemiş ise de bir yanıt vermeden, dönüp yapmakta olduğu işini sürdürmüş. Güzünü Bilgeden ayırmayan Kral, onun ne kadar yorulduğunu fark etmiş ve “Küreği bana verin de siz biraz dinlenin” demiş. Bilge kişi “Sağ olun” diye cevap vererek küreği Krala uzattıktan sonda, yere oturup dinlenmeye başlamış. Kral, iki tarih kazdıktan sonra sorularını tekrardan sormuş, ancak Bilge kişi, ona Krala vermek yerine ayağa kalkıp elini küreğe uzatarak “Siz biraz dinlenin; bir parça da ben çalışayım” demiş.
Fakat kral, küreği Bilgeye vermek istememiş ve tarhı kazmayı sürdürmüş, saatler birbirini kovalıyor ve güneş yavaş yavaş ağaçların ardından batmaya başladığında Kral tekrardan sormuş :
“Ey bilge kişi, senin yanına, sorularıma bir yanıt bulmak için geldim eğer yanıt vermeyeceksen, söyle de evime döneyim.” demiş.
Bilge kişi, yine yanıt vermekten kaçınarak gözlerini uzaklara dikip, “Bak, bir adam koşarak buraya geliyor” demiş ve “Bakalım kimmiş, ne istiyormuş…”
Kral, arkasına dönüp bilgenin gösterdiği yöne baktığında bir adamın koşarak kendilerine doğru geldiğini görmüş, adamın karnına bastırdığı ellerinin altından kan sızdığını fark etmiş. Adam Kralın yanına ulaşınca, kendinden geçercesine inleyerek, bayılıp yere düşmüş. Kral ve bilge kişi, hemen adamın kanayan yarasını elinden geldiğince yıkayarak, kralın mendiliyle ve bilge kişinin havlusuyla sarmayarak, kanı durdurmuşlar.
Adam, bir süre sonra kendisine geldiğinde su istemiş, Kral, kendisi dereden taze su getirerek adama vermiş.
Bu telaşın içinde Kral, saatin çok olduğunu fark etmemiş ise de havanın soğuk ve kararması üzerine Bilge kişinin de yardımıyla, yaralı adamı kovuğa taşıyarak yatağa yatırmış. Kral, yorgunluğunun farkında olmadan, çökmüş olduğu eşiğin dibinde uyuyakalmış.
Sabah olduğunda Kralın da uyandığını gören adam, zayıf bir sesle “Beni affedin” demiş krala. Kral, “Sizi tanımıyorum. Üstelik affedilecek bir şey yapmadınız ki” diyerek adamın konuşmasını kesmiş.
“Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum” demiş adam. “Ben, kardeşimi astırdığınız ve mallarını elinden aldığınız için sizden öç almaya yemin etmiş bir düşmanınızım. Tek başınıza bilge kişiyi görmeye gittiğinizi öğrendim ve dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama akşam olduğu halde dönmediniz. Ben de pusuya yattığım yerden çıkıp sizi aramaya koyulduğumda, korumalarınıza yakalandım. Onlar beni tanıdılar ve öldürmek istediler. Ellerinden kurtuldum; ama yaralıydım; yaramdan kan akıyordu. Siz dün akşam yaramı sarmasaydınız, kan kaybından ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim; fakat siz benim yaşamımı kurtardınız. Eğer yaşarsam, şimdiden sonra en sadık köleniz olarak size hizmet edeceğim ve oğullarıma da aynı şeyi yapmalarını emredeceğim. Affedin beni.” diye sözünü bitirmiş.
Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu kazandığı için çok mutlu olup, onu yalnızca affetmekle kalmamış; uşaklarını ve kendi doktorunu gönderip onun tedavisini yaptırmakla birlikte, el koyulan tüm mallarının da geri verileceğine söz vermiş.
Yaralı adamla vedalaşan kral, kapının önüne çıkıp, Bilgenin yanına dönüp, sorularının yanıtını aramış, ancak Bilge ona “Siz, beklediğiniz sorularınızın yanıtınızı çoktan aldınız” demiş . Devamla,
“Dün eğer benim güçsüzlüğüme acımayıp şu tarhları kazmasaydınız, buradan ayrılacaktınız ve geri dönerken şu adamın saldırısına uğrayacaktınız. Yani dün sizin için en önemli an, tarhları kazdığınız andı. Sizin için en önemli kişi bendim ve sizin için en önemli iş, bana iyilik yapmaktı. Daha sonra yaralı adam koşarak geldi yanımıza. Sizin için en önemli an, onunla ilgilendiğiniz andı. Çünkü eğer onun yaralarını sarmasaydınız, o adam sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla o zaman sizin için en önemli kişi oydu. Ve yine o zaman en önemli işiniz de onun için yaptıklarınızdı.”
Bilge, bunları söyledikten sonra krala bir de öğüt vermiş:
“Sizin için en önemli anın, içinde bulunduğunuz an olduğunu hiçbir zaman unutmayın. Çünkü, yalnızca o an, elimizden bir şey gelebilir. Sizin için en önemli kişi ise o an birlikte olduğunuz kişidir. Çünkü hiç kimse, bir başka kişiyle bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez. Ve sizin için en önemli iş, iyilik yapmaktır. Çünkü, kişinin bu dünyaya gelmesinin tek nedeni budur.”
Onca zaman sonra bu hikayenin halen hatıramda bu denli unutulmamış olmasına şaşırmış isem de, Bilgenin vermiş olduğu öğütün bugünlerde de geçerliliğini sürdürmesi ve nitekim eskiden olanın devamı gibi “süreklilik içinde yenilik“ şeklinde var olan bir hayat gerçekliliğini gözler önüne sermiştir.
Ders alınması gereken bu öğüt ile günümüz Türkiye’sinde, belirtmek isterim ki Bizler Bulgaristan’dan geleli 25 yıllık bir süreç sonrasında, geçmişimize dönüp baktığımızda 1989 yıllarında Bulgaristan’da yaşadığımız soykırım nedeniyle, şayet ki Türkiye bize acıyarak yardım etmemiş olsaydı, ve 1989 göçü yaşanmamış ve Türkiye’ye gelmemiş olsaydık, biz halen Bulgaristan’da Bulgar isimlerimiz ile yaşayıp, asimilasyon politikası ile Türk kimliğimizi kaybetmiş, ikinci sınıf muamelesi görmeye devam eden „ insancıklar“ olarak hayatımızı idame ettiriyor olacak idik; belki de Osmanlı toprakları olarak bildiğimiz o topraklarda Bulgar isimlerimizin de yazıldığı mezarlara gömülüp, yok olmaya mahkum bir nesil olarak tarihe adımızı yazdırır idik?
Bu nedenle Bizler, Bulgaristan Türkleri olarak, bizim için en önemli an, zorunlu göç adı altında da olsa Türkiye’ye geldiğimiz an’dır. Bizim için o günlerde en önemli kişi yaralarımızı saran ve sahiplenen ANAP Partisi ve Genel Başkanı Turgut Özal idi; bizim için o tarihte en önemli olan şey çocuklarımızın ve tüm aile büyüklerimizin Türk isimleriyle ve Müslüman olarak, ana vatanına kavuşmuş ve MUTLU, ÖZGÜR, VATANSEVER soyadlarını da alarak tarih yazdırdığımız an idi.
Şimdi bugünümüzde, Bulgaristan’da yaşananlardan sonra ideolojiden uzak bir hayat kurmaya çabamız ile, sade bir vatandaş olarak ideolojinin, normal hayatımıza bulaşmadan yaşama özlemi ile ayaklarımızın üzerinde durmaya çalışırken, başarılı olma iç güdüsüyle hareket ettiğimizi ve yaşadığımız günümüz Türkiye’sinde ekonomide, politikada ve güvenlikte de başarı elde edilmesinin, küresel değerlere göre var olabildiğini unutmamakla birlikte, hepimizin bir birey olarak var olabilmesi adına, bir Türk – Müslüman toplumu olarak var olabilmemiz önem taşımaktadır. Bir başka değişle Bulgaristan göçmenleri olarak günümüz Türkiye’sinde bu misyonu üstlenmiş olarak, Ak parti çatısı altında yürüyerek başarabileceğimiz gerçeğini kabullenmekle birlikte, daha evvelki icraatlarını gündeme getirerek ne kadar eleştirirsek eleştirelim, bir takım gerçekleri görmezlikten gelemeyiz.
Bu nedenle ki, Bulgaristan’da yaşanan 1989 soykırımına tanıklık etmemiş ve rencide edilmemiş olanlarımız, tüm bu süreci yaşamamış olduklarından, yaşanan gerçekleri ve o dönemde alınan yara ve çiziklerimizden habersiz olarak, Birleşmiş Milletlerin yapısının değişikliği önerimizi, önemsiz bulurlar. Aynı şekilde bir çoğumuz, çok yakın bir tarihe kadar IMF ile yapılan „anlaşmalar“ adı altında Türkiye’yi borç bataklığına sürükleyip, henüz doğmamış olan torunlarımızın dahi borçlu kıldıkları halde, yapılanı unutmuş gibidir? Bunları umursamak yerine , unutmayı tercih edenlere hatırlatmak babında „Hangi lider IMF’den ne kadar borç aldı“ başlıklı yazıya atıfta bulunmakla yetiniyorum (alıntı Sabah gazetesinden yapıldı/26.03.2015) :
„Türkiye’nin IMF ile ilk stand-by anlaşması, 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra ülkeyi yöneten askeri idare sırasında, 1 Ocak 1961 tarihinde gerçekleşti. Cemal Gürsel döneminde sağlanan bu anlaşma kapsamında IMF’den 16 milyon SDR borç alındı.
1961 sonunda Başbakan olan İsmet İnönü, 1965’e kadar IMF’den 55,5 milyon SDR’lik borç aldı.
1965 yılında Adalet Partisi ile iktidara gelen Süleyman Demirel, 1966-70 yıllarında beş stand-by anlaşması kapsamında toplam 175,5 milyon SDR borca imza attı.
1971-78 yılları arasında IMF’den borç almayan Türkiye, 1978 yılında “Karaoğlan” lakaplı Bülent Ecevit döneminde IMF’nin kapısını çaldı. Ecevit 1978-79 yıllarında toplam 320 milyon SDR’lik stand-by anlaşmalarına imza attı
1980 yılında yeniden iktidarda olan Süleyman Demirel, 12 Eylül darbesinden aylar önce 1,25 milyar SDR’lik, üç yılı kapsayan bir “genişletilmiş fon kolaylığı” (EFF) anlaşmasını imzaladı.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra Türkiye’yi üç yıl yöneten askeri yönetim boyunca IMF ile yeni anlaşma yapılmadı.
1983 yılında Anavatan Partisi’yle iktidara gelen Turgut Özal, IMF ile 1983-84 yıllarında 225 milyon SDR bedelinde iki ayrı stand-by anlaşması imzaladı.
1984’te imzalanan stand-by’dan sonra Türkiye 10 yıl boyunca IMF ile stand-by anlaşması imzalamadı. 1994 yılında iktidarda olan Tansu Çiller bu uzunca aradan sonra 460 milyon SDR’lik anlaşmaya imza attı.
1999 yılına gelindiğinde tekrar Başbakan olan Bülent Ecevit, IMF ile 1999 ve 2002 yıllarında 23,7 milyar SDR’lik iki anlaşma yaptı.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yönetimindeki Ak Parti iktidarı, Türkiye’nin IMF ile son stand-by anlaşmasını 2005 yılında 6,6 milyar SDR’lik ödenek için yaptı.”
Netice itibarıyla Türkiye’nin, IMF ile olan ve yıllarına göre çeşitli parti ve Başbakanı, Cumhur başkanlarımızı ile tamtamına 52 yıllık bir borç süreci kapatıldı. Hazine, 14 Mayıs´ta Türkiye´nin IMF’ye olan borcunun son taksidini ödedi. 422,1 milyon dolar tutarındaki bu ödeme ile, Türkiye´nin IMF´ye borcu sıfırlandı. Son 10 yılda IMF´ye toplam 23,5 milyar dolar ödeyerek borcunu ve IMF’ye olan zoraki bağımlılığını bitiren Ak Parti iktidarında oldu. Nitekim 2008 yılında almış olduğu” IMF ile stand-by anlaşması imzalamamaya yönelik” karar, Türkiye’nin tarihine bir ilk olarak zikreden Ak parti idi.
Aynı şekilde tüm bu süreç içerisinde yıllara göre geriye dönüp baktığımızda Türkiye’nin 10 yıllık ekonomik gelişiminde sadece birkaçını örnek olarak sıralayacak olursak : 2001 yılında 31 milyar dolar olan ihracat rakamları, bugünümüzde 5-6 katına çıktı; 2004’te çıkan Yasa ile TL. den 6 sıfır atılarak, tedavüle çıkan yeni banknotlar ile TL. itibarını geri kazandı; 2001 de %54,4 olan enflasyon, 2013 nisan’da % 6,1 e düştü; Küresel krizde Londra, Almanya, Japonya gibi ülkelerin borsaları üçte bire varan oranlarda daralırken, Borsa İstanbul’un 2008’de 248 milyar dolar olan işlem hacmi 2012’de 358 milyar dolara yükseldi; nitekim Türkiye ekonomisinde sağlanan istikrarın süreklilik arz etmesi uğruna Ak partinin uyguladığı politika ve aldığı önlemler sayesinde IMF’siz bir dönemde uluslararası yabancı sermaye miktarını artmış ve yatırımcılar için güven verici bir ortam oluşturmakla, bölgesel ve küresel piyasalarda da Türkiye’yi önemli bir aktör haline gelmiştir.
Özetle yukarıda belirttiğim ve paylaşmaya çalıştığım hayatımın geçmiş 22 yıllık Bulgaristan ve 25 yıllık Türkiye yaşantım sürecinde, her iki ülkede yaşananların canlı tanıklığımın yanı sıra aynı kaderi benimle birlikte paylaşmış olan ve zorunlu göç muhacirleri de bilir ki, hiç te kolay olmayan bir yolda, yok sayıldığımız bir ülkeden, zorunlu göç nedeniyle geldiğimiz 1989 yılı itibarıyla bağırımıza bastığımız Türkiye’mizde var olabilmek ve gelecek nesilleri yaşatabilmek adına vermiş olduğumuz mücadelede, sesimiz hep birlikte Yeni Türkiye için devam ediyor olacak ve 25.Dönem TBMM’nde yükselecek. Hepimizin okuduğu ve yukarıda belirttiğim Bilgenin vermiş öğütten de yola çıkarak Bizim için şu an “en önemli anın, şu an ülkemizin içinde bulunduğu andır, hiçbir zaman unutmayın ki yalnızca bu an, elimizden bir şey gelebilir. Bizim için en önemli kişi ise bu an birlikte Türkiye’mizde hepimizle bugünlerimize kadar bizimle birlikte yürüdüğümüz kişidir. Çünkü hiç kimse, bir başka kişiyle bu denli yol alamayacağını da bilmeli ve günümüz Türkiye’sinde en önemli işimiz, birbirimize, iyilik yapmaktır. Çünkü, kişinin bu dünyaya gelmesinin tek nedeni budur.”