Şakir ARSLANTAŞ
Konu: Biz eski kıtanın bir uç beyliği olduğumuzu unutmayalım.
Çok susamış bir güvercin bir resimde gördüğü su bardağını sahici sanmış ve hızla üstüne uçmuş. Sert yüzeye çarpan güvercinin kanatları kırılınca yaralanıp yere düşmüş.
Bu iki cümle bize insanların çok istedikleri bir şeyi elde etmek için düşüncesizce hareket ettiklerini ve bu yüzden başlarının belaya girdiğini anlatır.
Ben bombaların neden atıldığını, yağdığını ve suçsuz insanların neden öldürüldüğünü, vatanlarını neden terk etmek zorunda bırakıldığını düşünmeye devam ediyorum.
Sığınmacılarla yüzleştikçe soru sertleşiyor.
Son dönemde ciddi bir gerginlik baş gösterdi. Ne istediğimiz, ne elde etmeye çalıştığımız pek belli değil. İşimizi gücümüzü bıraktık sığınmacı, kaçak, göçmen edebiyatı yapıyoruz.
Gerçeğe bakılırsa 1989 Ağustosundan bu yana Bulgaristan’ın ana konusu göçmenlerdir. Memleketten kaçan, kovulan ve göç edenler ve gelip yerleşmek, kalmak isteyenler çoğalıyor.
Canlı soru budur.
Herkesin vatandaşlık hakkı olsa da, yaşadığımız daireler üstümüze tapulu, tarlalarımız ormanlarımız kayıtlı olsa da, bir memleket hiç kimsenin üstüne tapulu değildir.
İzlendiği üzere, artık 25 yıldan beri bir küresel ölçekli hesaplaşma var. Ne bitti ne sonu görünüyor. İnsanların evinden barkından hareket ettiren, daha güvenli yerlere hareketlendiren çok büyük bir korku yaşanıyor. Çok ciddi sorunlar yaşıyoruz. Biz, Avrupalıyız desek de hepimiz Avrupa’nın uç beyliklerindeniz.
2007’de coğrafya ismimizin son olarak değişmesiyle Güney Doğu Avrupa ülkesi olduk. Eskiden Osmanlı uçbeyliğiydik, Şimdi AB uçbeyliği olduk. 1990’dan önce ülkemizi Moskova’ya bağlılığı ilke bilen komünistler yönetiyordu, şimdi AB ve ABD’ye sadakati ilke eden oğulları ve torunları yönetiyor. Eskiden az gelişmiş bir ülkeydik, şimdiki gidişimiz geriye doğru olduğundan yeni durumumuzun derecesini tam olarak belirleyebilmek çok zor oldu.
Endişelerimizin arasında kesintisiz bir süreç, iş ve dış göç olarak geliştiğinden ve geçen yüzyıldan beri bir türlü durup durulmayan başat olan bir göçmen sorunu var.
1878 Plevne savaşıyla başlayan bu süreç bugün de durmadı. Önce, yalnız Balkanlardan, Trakya’dan Rumeli’den Anadolu’ya kesintisiz bir akım olarak gelişirken, 1912 Savaşından sonra Bulgarlar da vatanlarına dönmeye başladılar. Batı Trakya ve Makedonya’dan gelenlere Dobruca seli de katıldı. Bulgarlar onlara “gelenler” dedi.
Gelenlerle yerlilerin karışması yıllar aldı. Fakat onlar hep gelenler kaldı.
Göçlerin tarihsel bir planın halkası olduğuna artık inandık. Yaşadığımız topraklarda Osmanlının yıkılmasından bu yana devam ediyor. Yalnız şimdi şu “Arap Baharıyla”, Afganistan, Irak ve Suriye’ye emperyalizmin amansız saldırılarıyla göçmenlerin güzergahı döndü.
Avrupa’ya, Balkanlara akın ediyorlar.
26 Ocak 1699 tarihinde Osmanlı ile Roma-Cermen İmparatorluğu yönetimindeki Kutsal İttifak Devleri (Avusturya, Venedik ve Lehistan) atasında imzalanan Karlovça Antlaşmasından beri Hıristiyan-Katolik dünya böyle bir baskın yaşamamıştı.
Bulgar tarihçilerin yazdıklarında, Müslümanların Avrupa’yı ele geçirme akınları olarak bilinen eski savaşların büyük izlerini daha VIII. asırlarda buluyoruz.
700–721 yılları arasında Araplar Bizans Başkenti Konstantinopol’u direk olarak ele geçirmek için savaşmışlardı. 732 yılında Fransa Kralı Karl Martel, Poatiye Savaşında Endülüs ordularını püskürtmeseydi, Avrupa çoktan İslamlaşmış ve Müslümanlaşmış olacaktı.
İnsanlık tarihi, hayat yuvasının süngü ucu değil, anne rahmini olduğunu doğrular.
Çok ötelerden beri dalga gibi gidip gelen ve bir türlü normalleşemeyen bir durum yaşanıyor. Bu gidip gelişler acımasız mücadeleler şeklinde gelişse de, 2015’te ikinci kez olmak üzere Almanya Başbakanı Angele Merkel göçmenlere ”gelsinler” dedi. Bu daveti ilk kez 1950’de Almanya Federal Kansleri Konrad Adenauer Türk göçmen işçiler için yapmıştı. Bugün artık yeniden 27 ülkede birleşen Avrupa, sığınmacılar konusunda yeni ortak bir siyaset ve yaklaşım uygulamak zorundadır.
Bu konuda Türkiye ile sözleşme imzaladı. 2016’da göçmen sorununda en yapıcı yaklaşım sergileyen devlet Türkiye’dir. Göçmen akımı, emperyalizmin İslam ülkelerine (Irak ve Suriye) son saldırılarından sonra doğal bir hareketlenme olarak Avrupa ülkelerine akın etmektedir.
Büyük insan selinin kara yolu Bulgaristan-Türkiye sınırından geçtiğinden, sözünü ettiğimiz gerginliğin Bulgaristan kaynağını oluşturuyor.
Son 2 yılda Bulgaristan Türkiye sınırına tel duvar gerdi, kamaralar dizdi, hudur askerleri için devriye yolları açtı, kuleler kurdu, hududa asker gönderdi. Bu işler için önemli masraf yapılsa da, dikenli tel örgüler huzur getirmedi.
İnsanoğlu Çin Setini dolaşmış, Fatih İstanbul surlarını delmişti.
Bizim tel çitleri de isteyen gelip geçiyor. Set, sanki kanalcıların ve kaçakçıların çizimi üzerine ve denetimi altında çekilmiş ki, bir gecede birçok yerden birden sırtlarında torba kucaklarında çocukları sığınmacı grupları beliriyor.
Pek tabii ki, kesintisiz gelişen olayları, ulusal menfaatler için bir tehlike olarak gösteren siyasetçiler, hele seçimler yaklaşırken korku körükleyip huzursuzluk ve gerginlik yaratmada ustalaştılar. Brüksel’den gelen tüm emirlere boyun eğen hükümet, Avrupa’nın dış sınırını koruyoruz havalarına girdi, para, silah, ek yardımlar istemekte üstümüze yok. Propaganda’nın ateş püsküren nokrasında İslam ve Müslüman düşmanlığı aldı yürüdü.
Yaratılan hava şöyle, neredeyse sanki istila ediliyoruz. Yazı ve yorumları okuyan, beyanları dinleyenler sınırın öte tarafında 300–500 bin sığınmacının kamp kurduğunu ve daha şiddetli bir rüzgarlarla kanatlanıp seti bir sıçramada atlamaya hazırlık gördüğünü hayal ediyor.
2004’ten beri Bulgaristan ile Türkiye NATO’da müttefiktir. NATO bağlantıları çerçevesinde ve Avrupa Birliği devletleriyle imzaladığı toplu sözleşme gereğince, Türkiye topraklarında 3 milyondan fazla sığınmacı barındırıyor. Onların AB yolunu kesmiştir. Kendilerine gerekli sıhhi, sosyal ve eğitimsel yardımlar sunuyor, iş gösteriyor, vatandaşlık veriyor. Karşılıklı yükümlülükler yerine getirilse sorun yaşanmaması gerekirdi.
1974’te NATO’lu olan Yunanistan’la Kıbrıs’ta bir yüzleşme yaşlanmıştı ve sonradan doğan sorunlar bugün de çözülmemiştir.
15 Temmuz’da yaşanan saldırı, darbe denemesi gibi olayların arkasında NATO müttefiklerinin olduğu artık gün gibi ortaya çıktı. AB üç beylikleri dediğimiz Orta ve Güney Doğu Avrupa ülkelerinin Yakın Doğu savaşında terörist cepheye 850 milyonluk silah taşıdığı, bu savaş silahlarının 120 milyonluk bölümü Bulgaristan’dan gönderilmesi düşündürücüdür.
Biz barıştan yana mıyız, savaştan yana mı!
Teröristleri silahlandıranlar anti-terörist olabilir mi? Bu sorular sizi de düşündürmelidir.
Bunun ardından, Suriye’de bir güvenlik koridoru açmak isteyen TSK’nin ve ÖSO’nun karşısında da Türkiye’nin müttefiklerince beslenen güçlerle karşılaşıldığı herkesin bilgisindedir.
Biz aklımız fikrimiz 24 saat Türkiye’ye bağlı, Türkiye’de yaşayan, Bulgaristan’ı vatanımız olarak çok seven Bulgaristan Müslüman Türkleri olarak, son dönem NATO-NATO-NATO havalarına giren DOST partililere tavsiyem şudur: Tekrar ettikleri sözlerin anlamını bildiğinize pek inanmıyoruz. Şu dönem uluslar arası kurumlarla ilişkilerini sorgulayan, NATO ile ilişkilerini de rasyonel bir zemine oturtmak zorunda olan Türkiye Cumhuriyetinin tavrını iyi izleyiniz. Yalama olmuş, eskimiz palavralarla siyaset yapılmaz.
Biz 6 Kasımda seçime gidiyoruz ve halkımıza hiçbir konuda yalan dolan anlatamayız. Anlatmamalıyız.
Bulgar sınırlarının korunması Bulgar halkının işidir. Bizim milli sınırlarımızı başka bir ülkenin askeri korursa sınır delik deşik olur ve hiçbir sığınmacı durdurulamaz.
Çok susamış güvercin örneğinde olduğu gibi, sığınmacıların başında kavak yelleri esmiyor besbelli. Sorunu basit bir sorun değil.
Kıta değiştiren sığınmacılar, 21. yy’da eski kıtanın ana problemi, küresel bir sorun oldu. Siyaset onlar üzerine kilitlendi.
Aynı zamanda bu problem tek taraflı bir sorun olarak belirdi. Onları gönderen yok, gelen var. Sığınmacılar, savaş kaçakları, ekonomik göçler devletler arası bir sözleşmeden kaynaklanmıyor. Davet eden biri yok, fakat yürünen yolca güdülen bir hedef var.
Güney küre Kuzey küreye taşınıyor.
Bu sel tel çitle durdurulamaz. Öz toplumları bozulan, devletleri yıkılan insanlar yaşanacak yeni bir mekân arıyorlar. Sorun şu ki, sırtlarındaki yükü indirdikleri yerde birlikte yaşamaya geldikleri insanlar, gelenlerle kaynaşmak istemiyor. Gelenlerin getirdiği hiçbir şeye önem ve değer vermiyorlar.
Açıkça görüldüğü üzere, sorun artık değerler sorunudur.
Herkes kendi değerleriyle yaşamak istedikçe kaynaşma olamaz, yeni kültür ve medeniyetin farklılıkların demedi olması onaylanmadan, bu yönde ileri adım atılması da olanaksızdır.
İnsanlık özüne dönüyor.
Bölge insanlarımızın genel eğilimi de budur. Avrupa Birliği bunu kabul etmezse, içinde büyüyen tümörü hiçbir zaman yenemez. İnsanları kökünden koparmak, tek yanlı ve çarpık değer sistemleri içinde zorlamak, yabancı değerleri dayatmak, çok kültürlü, çok uygarlıklı, çok kutuplu bir dünyayı kabul etmemek yeni bir dar boğaz olur.
Bulgaristan gibi ülkelerde bu çelişki çok dikenli bir topuz ya da bir kirpi gibi belirdi diyebiliriz. Bir yandan Bulgaristan’da ana ulus ile etnik ve kültürel azınlıklar arasında herkesin kabul edeceği uyum sağlanamamışken, dil, din, ahlak ve yaşam biçimi farklılıkları gibi sorunlar çözüm beklerken, tamamen farklı birileri olan sığınmacılar otobüs ve tramvayları, sokak ve meydanları doldurunca başat sorun anlaşamama – temassızlık – oluyor.
Sığınmacılar açısından bakıldığında Bulgaristan yeniden kurulmalıdır.
Yeni ortak bir geleceğin temeli atılmalıdır. Devlet görevinden gelen yazar Lübomir Şopov’un dediği gibi, ana ulus olan Bulgar etniği 2050 yılında 800 bine düşerken, Çingenelerin 3 milyon, Müslüman Türklerin de 1.5 milyon olacağı bir ülkede, sığınmacıların getireceği sorunlar eklendiğinde, Anayasa ve öncelikle eğitim sisteminin kökten yenilenmesi kaçınılmaz olmalıdır.
Bu sorunların çözümlerinin gökten inmeyeceğini bildiğimizden, bugünden başlayarak çözüm yolu aranmalıdır. İlk adım 6 Kasım 2016 seçimleri olmalıdır. Seçim ruhu anlaşma ruhu olmalıdır.
Sığınmacı korkusu bizi birbirimizden ayırmamalıdır.
Bu sorunlar çözülmeden faşizm tehlikesiyle mücadelede başarılı olunamaz