Renginar GÜLER
Tarih: 13 Mayıs 2020

Parktayım.
Çocuğu aldım, apartmanımızın 20 adım ötesindeki bahçeye çıktım. Kestaneler kandillerini yakmış, güneşe rakip olmuşlar. Dünya sanki bir başka aydın bugün. Bank’ta oturdum, benim oğlumun gözü kayakta. Kayak ve salıncaklar arasındaki yeşil çimen tıraş edilmiş. Üzerine serilmiş güvercinler pireleniyor. Kimileri kuyruk tüylerinde, ötekiler koltuk altında, bazıları da ayak tırnaklarının altında pire arayıp çifte aydınlığın ve esintili 30 derece bahar sıcağının keyfini çıkarıyorlar.

Nasıl ve nereden haber aldılarsa birdenbire pırladılar, ileride yem atan birisi belirdi. Oradan suya ve yine gelip çimene uzandılar,  yarım kalan işlerine gagalarıyla devam ediyorlar.

Korkuyu düşünmek.

Şimdiye kadar “kuş gribi” işittim de “güvercin gribi” işitmedim. Gagalarıyla temizledikleri şeyin de “korona virüsü” olup olmadığını da bilmiyorum. Ama aklımdan geçiyor işte, insan canlı olmayan bir şeyi nasıl aklında büyütür ve kendini korkutur, ona da akıl erdiremediğimden, başka hiç bir işim yokmuş gibi, git gide korkuyu düşünmeye başladım. Bizi 45 günden beri evimize kapayan “Covid-19” değildi bizi eve kapayan aslında korkuydu. Ölürüz korkusu! Aman bana bir şey olmasın korkusu. İnsanların yarısı canın yani ruhun ölümsüzlüğüne inansalar da, onlar da hem kilitli hem de sürmeli kapıların ardına çekiliverdiler.

Vaktiyle arkadaşlarla Azrail’in gelişini tartışmıştık.
Herkes kapı çalmadığını ama o kapıyı usulca aralarken kapı gıcırtısı işitildiğini anlatıyordu. Kendini işiten yoktu da, anlatılanlardan işitenler gerçekmiş gibi anlatıyordu. Onlar da yaşlılardan işitmiş olabilirlerdi. Ben ise, kilit üstüne kilit çelik kapılar nasıl açılır, yeni evlerde baca deliği de yok, “can almaya gelen şu görülmeyen“ evler bir yana, şu bekçili, korumalı, kamaralı hastanelere nereden nasıl girer diye düşündüm durdum. İşin içinden de çıkamadığımı itiraf etmeliyim. Buraya kadar iyi de aklımda kalan bu düşünceler, bir daha aklımdan çıkmadı, hatta aklımı oynatacak gibi oldum…

Ben hala bugün de korkuyorum.

Artık kendim için değil, çocuğum için korkuyorum, sürekli ona bir şey olur, aman bir şey olmasın, telaşındayım. Gözümü üzerinden ayırmıyorum, ayıramıyorum.

Anlattığım korku beni henüz bulmazdan önce, aşkla rastlaşmıştık. Sevgilimsin diyemediğime, “sigaramın dumanına sarsam, saklasam seni” demek geliyordu içimden. O herkesçe sevilen eski şarkının sözlerinden doğan hayalimi beslerken elimin altında malzeme olsun, ne olur ne olmaz hesaplarıyla o zaman sevgilim şimdi eşim sigaraya başlamıştı. Kara dumanlılarından içiyordu.

Islanmış yağmurdan korkmaz.

İşler yolunda gitmeyince insanda kanatlarından vurulmuş kuş durumu belirir ya, ben de dumanıma kimseyi saramayınca, uzaklara bakmaya başlamıştım. İçinde yaşanmaz bir dünyada yaşıyorum yelleri esmeye başladı bende. Gölgemi görünce, işte şu sensin ve yerde duvarda sürünerek yatıyorsun, bir berrak suda yansıtsam, saçlarımı su aynasında yıkasam, sesi geliyordu içimden. Islanmışsın, yağmurdan korkusu olmaz deseler de, ben korkuyordum.

İçimdeki en huzurlu duyum.

Şu güvercinlerin otlar arasında, onlara yaklaşan kene, böcek ve karıncalardan çekinmeden, yeşille serilip, toprakla ve suda yıkanmaları, hiçbir kimyasal, sabun değil, hatta köpüğünü bile kullanmadan, her zaman ter temiz ve uçmaya hazır olmalarıdır. Elinden tutmasam, oyalamasam, benim afacan da onlar gibi olmak için ellerini açıp kaldıracak, ne dediği anlaşılmasa da, kendi sesini çıkaracak, ama yüzde yüz o da benim gibi, “Bravo Size Güvercinler!” diye haykırmış olacak ve hepsini korkutacak.

Güvercinlerde korku duygusu yok.

Ne var ki onlarda korku belirtisi, sembolü ve simgesi olan her şeye tepki var. Ben artık bizi korkutan şeylerin, onları korkutmadığından eminim. Şu “korona virüs” belası insanları evlerine kapadı. Mahkeme kararı olmadan doğrudan hapsetti. “Dünya daha önce hiçbir zaman yaşamadığı sıkıntılı günler yaşadı, ama güvercinler ve diğer kuşlar uçmaya, güneşlenmeye ve pirelenmeye devam ettiler.” Öyleyse biz onlardan daha korkak mı oluyoruz…

Ve tekrar şu geliyor aklıma:

İnsanı en fazla korkutan insandır. Korku salanlar tutuklansa ve uzak bir adaya hapsedilseler, dünya belki korkudan durulur, temizlenir ve sıkıntılarını yener, diyorum. Her kes için ardında başka bir iş olduğuna inandığımdan, korku salma uzmanlığının aslında bir saati nasıl ayarlıyorsak, son hedefinde insanları çıldırtmak olan korku aracını derecelendirmek olduğuna inanıyorum. Bizler de artık varız demeliyiz, korkuyu korkutan da bu sözcüktür. Bir maske bir eldiven bizi korkutmamalıdır. Dünyayı korkutarak yönetiyorlar ve korku üzerine insanları yönlendiriyorlar. Aslında sizler bir şeylerden korkutulduğunuz için korkuyorsunuz. Eski tarihlerde de bunun gibi vakalar oldu peki dünyada ne oldu aynen hayat devam etti. Fark neydi o dönem korku pompalanmad, fakat şimdi medya ve basın her dakika korona korkusunu tüm dünyaya pompaladı. Ve korkuya ve korku salanlara karşı bilinçli mücadele etmekse mutluluğun ta kendisidir…

Çıldırmak işten değil.

Bugün Bulgaristan’da olağanüstü durum kalktı. 45 gün önce sabah saat 7’de tüm TV haberlerine çıkan Başbakan Boyko Borisov, “Ben hepinizi kurtaracağım. Kimsenin ölmesine müsaade etmeyeceğim!” demişti. En fazla hastalanan doktorlar ve hemşireler oldu. 30 yıldan beri hastane ve sağlık ocakları kapatma salgını yaşayan Bulgaristan’da korona virüsü ararken, küflü menteşeleri gıcırdayarak açılan kapıların ardında yediden yetmişe hasta ama virüsle yaşamaya alışmış, alnı kırış kırış, sakalı düğüm düğüm, aylarca hamam görmemiş insanlar çıktı. Hastanelere gitmek istemiyorlardı, çünkü beyaz çarşaflı yataklara uzatıldıklarında tırnağından saçına her hücrelerinde adı henüz konmamış yeni virüs ve mikrop bulunacağını biliyorlardı. Sağlık sigortaları yoktu.

“Sevimli yeni öcüler”

Olsa bile, korona virüsten yatıp taburca edilenlere “Sağlık Kasası”tarafından vatandaş başı ödenen paradan 4 katı daha yüksek fatura çıkıyordu. Bu ise korona virüsten daha öldürücü bir gerçekti… Korona virüsün öldürücü kolları çoktu. Çünkü bu hastalıktan yoğun bakıma düşenlere de ne sigortanın ne de patronların para ödemediği ortaya çıktı. Bu gerçekler korona virüs belasından daha korkutucu değil de nedir, “sevimli yeni öcüler” midir?

Korona virüsten korkmayanlar.

Bizim memlekette korona virüsten korkmayanlar onun adını işitmemiş olanlardır. İnsanoğlu adını bilmediği, yüzünü görmediği hiçbir şeyden korkmaz! Bizde kimse Bulgar tarihini tam olarak hayal edemediği için tarihten yani geçmişinden de korkmuyor.  Bilmeyerek onların evlerinde misafir ettiği, beraberce yeyip içtikleri, bazen oturup beraberce soğuk su içtikleri virüs ve mikroplarla kardeşleşmek işten değil. Zaten bu yeni baş belası 14 gün kendini belli etmeden yaşayan bir baş belası… Yani biz akla kara, gece ve gündüz gibi birbirimizi sevmişiz de diyebiliriz…

“Ben sizi kurtaracağım!”

Bu sözleri daha 1989’da işitmiştik. Türklerin suyu çıkarılıp sirke mayalandığı yıllarda susanlar, 1989’da rüzgâr değişince, aylakları adam yapmaya koyuldular. Hiçbir işe yaramayan Ahmet Doğan şoparının eline bir mikrofon verip, ona bir kış günü Meclis önünde “Korkmayın, ben sizi koruyacağım!” dedirtmişlerdir. O zamandan beri bizde korku dağları koruyor. Hiçbir şeyin olduğu yok. Doğan küçüldükçe gölgesi yok oldu ve insanlar yok olandan var olmaz, diye mırıldamaya başlayınca, aldılar adamı “Kara Deniz” kenarında bir kulübeye kapadılar. Adam içe içe iyice sarhoşladı ve kulaktan kulağa fısıldanan laf şu: “Sarhoştan, deli bile korkar!” tekerlemesidir. Demek adam keçileri iyice kaçırmış. Artık “Kara Deniz benim!” diye gece gündüz sayıklıyormuş. Korku dediğin kafaya bir girdi mi, sorma!

Bizim derdimiz artık asıl Boyko Borisov itfaiyecisi iledir.
Neden mi diyeceksiniz! Çünkü milleti korkutan Başbakanın kendisi.
Bizimle ilgili fikir yürütenler ne zamandan beri maaş alıyorlar, pek bilemiyorum! Aslında burada bilinemeyecek pek bir şey yok. Todor Jivkov’u yöneticimiz olarak seçerken “çoban ruhlu” aramışlar. Çoban korkar, sürü kaçar, görüşü üstün gelmiştir. Bulgaristan’da çoban ruhunun kaldığından kuşkumuz yok. Korkup kaçan ya da içine büzülen hep bizleriz.

Allah aşkına bir bakar-mısınız; Varımızı yoğumuzu, hatta birbirimize küfürlerimizin arşivini bile Moskova’da korunuyor.

Prens Batenberg, Prens Ferdinand, Çar Ferdinand ve Çar III.  Boris monarşi yönetimi yıllarından tam 66 yıl boyunca bizim memlekette kara kalem, mürekkep kalemi, divit ve biraz da dolma kalemle ne kadar ne yazılmışsa hepsini Sovyet Ordusu 9 Eylül 1944 tarihinde tren katarlarına doldurup Moskova’ya götürmüş. 1944 – 1989 yılları arasında artık tükenmez ve daktilo ile yazıların büyük bir kısmı da yine bir tren katarıyla topluca Moskova’ya götürmüşler. Halk bu hırsızlığın pek farkına varamamış. Bir de arşiv olmayan ülkede iç savaş olmazmış.
Ondan da 30 seneden beri kimin kim olduğunu ayıklayamadık, çünkü arşivimiz yok…
Ve Sovyetler Birliğinde, daha emin ellerde korunmak için başka adı “insan kaderi” olan arşiv malzemesi yüklenen vagonların almadığı kağıtlar da, birkaç yıl sonra yeniden dosyalanıp “ajan dosyaları” şeklinde açıldı ama nedense bizde onları okuyan pek yok. Allah insana başkalarına bak diye göz vermiş, kendine bak diye değil. Bu nedenle kimse gidip de kendi dosyalanmış rezilliğiyle tanışmak istemedi, istemiyor. Zaten biz Türkler dönüp de ardına bakan millet değiliz…

Korku olmayan yer yok

Ne var ki, şu dosya işi içinde de çok büyük bir korku var. Bulgar devleti kendi arşivinden yani kaptırdığı arşivinden, demek oluyor ki belgeleyemediği kendi öz geçmişinden korkuyor. Şimdi Ruslar söküldüler. “Arşivinizi çok isterseniz kopyasına sayfa başı 2 Avro ödeyin ve istediğiniz dosyayı kopyalayıp gönderelim,” demişler.
Sözün kısası, biz ancak suretiz. Dosyamız bile orijinal değil. Bunları işitince, o eski iri kafalı Eflatun feylesofunu ve onun “Mara Hikâyesini” anımsadım. O insanların neden ancak bir yansıma (yani şimdiki değimle kopya)  olduğunu anlatmış ve gerçek insan olabilmeleri için zincirlerini koparıp yürünecek dik 70 basamak çileyi öykülemiştir. Çifte esaret olduğumuzu yazanların tanımı tam olmasa gerek. Yeni bir söylem geliştirmeliyiz…

Korkan kişiler tanıklık yapamaz

Ondan dolayı yani evraklarımızın çalınmış olduğundan ötürü 40 yıl ajanlık yapmış, dünyaca can yakmış kimliksizlere bile Bulgar hatır için “kıdemli ajan emekli maaşı” veremedi. Adamların eli açık kaldı. Şimdi bu ajanların 40 yıl emeği Moskova’da saklandığına göre, gözler Moskova’ya mı dönecek dersiniz. Sabrın sonu selamettir…

Partizanlar ikinci emekli maaşı işini becermişti.

Eskiden partizanlar birbirlerine şahitlik ettiler ve maaşlarına “150 leva” faşizme ve kapitalizme karşı savaşçı ek hizmet maaşı hak ettiklerini kanunlaştırmışlardı. Halen Ruslardan korku büyük. Şimdi her şeyimizi bilen yalnız Ruslar olduğundan, kimse kimseye “ajanlık yapmıştır” konusunda bile tanıklık edemiyor. “Belene” mağdurlarından 3 kişi birbirine şahitlik edip, hak arama davasını başlatamadılar. Buna başka anlam veremeyiz. Korku kol geziyor. Tabii cevap bekleyen başka bir ayrıntı daha var. Bulgaristan “AB’ye girerken, hapishane ve toplama kampı tutanaklarını, arşivini halka açacağım” demişti 13 yıl geçti açamadı. Nasıl açsın ki, arşivler ve tutanaklar Moskova’ya taşınmış. Demek istediğim biz yalnız kendimiz değil, tarihimiz de esir düşmüştür. İsteyen istediği gibi anlamakta serbesttir.

Bizim malımız bize satılıyor

Moskova’daki arşivin toplu kopya fiyatı 120 bin Avroymuş. Tarihimizin kopyası 120 bin Avro ediyorsa, aslı kaç para olursa olsun, orijinali başkasının elinde olunca, bizim geleceğimiz karanlıktır. O zaman biz kendi tarihimizi asla yazamayız, her zaman tarihimizi yazacak olanlar, ancak onlar olacaktır.

Tarihi olmayan bir topluluğun geleceği de olamaz!

Çünkü adam var, bir tarih kitabı yazmış, London/ Solsbury açık arttırmasında yalnız artık yazmayan tükenmesine,  başlangıç fiyatı olarak 200 bin Avro üzerinden ihale açıyor. Şuna da bayıldım: Bayan Marilin Manro’nun eski kilotlu paketi 130 bin US Dolar üzerinden alıcı buldu. Bizim kirli kimliğimizin aslı olan bu dosyalar kağıt hurdası olarak ihaleye çıkarılsa acaba kaç para eder…

Yıllanmış şarap gibi…

Neyse, ama ben bu dosyaların çok işe yaradığına inanıyorum, çünkü onlar olmasaydı, bugün Bulgaristan 2 sözü birbirini tutmayan, zaman zaman halkı korkudan tir tir titreten Başbakan Borisov gibi birini bulmada zorlanır, hatta bu imkânsız olurdu. Lütfi Mestan tipinden “önde gelenlerin” dosyalarının neden bulunup açılamadığı da artık gün ışığına çıktı. Başka çare yok, aramızda para toplayalım, kelleyi koltuk altına alan birilerini bulalım, Moskova’ya gönderelim ve Ahmet Doğan (Sava) ve ona bağlı bir işe yaramazlar sürüsünün dosyalarının kopyalarını getirtip yayınlayalım ve hane hane her aileye dağıtalım ve bir de Türkçe radyo yayını açıp yıllanmış şarap gibi halkımıza içi-relim…

Yeni endişe mayalanıyor

Şu günlerde, Bulgaristan kamuoyu iradesini korkutan korona virüsü salgınından fazla, milletin, devletin ve tarihsel evrakı olmayan bir olayın geleceğinden duyulan endişedir. Milletin diyorum, çünkü Bulgar milleti dağıldı ve kayboluyor. Devletin diyorum, 10 aydan sonra meclis ve Cumhurbaşkanı seçimleri olacak, kimsenin ağzında ne gık ne de çıt var, yani devlet de gidiyor ve herkes yok olmasını mı bekliyor. Tarihin diyorum, çünkü “evrak yoksa tarih yoktur” sözleri Bulgarcada bir atasözüdür. Nasıl olur da tarihsel evraklarını kaptırmış ve geri alamayan bir halkın geleceği olabilir?
Bunlar cevabı olmayan ama korona virüs gibi gözle görülmeyen, sürekli üreyen, hepimizi korkutan yerel ve milli sorunlarımızdır. Ne var ki bu bilinmezliğin içinden kaynayan ve sürekli buharlaşan korkuların arasında bir tane dev iri olanı var:

 “Borisov başbakanlığını korumak için Bulgar milli menfaatlerini Amerika’ya satar mı?”

Ve satarsa biz zavallılar ne yaparız?  İşte asıl soru budur!
Milli menfaatlerin hasır-altından, kem gözlerden uzak bir yerde gizlice satılması, örneğin Bulgaristan’daki dört US askeri üssüne nükleer başlıklı US füzeleri yerleştirilmesine izin verilmesi anlamına gelebilir. Bu milli iradeye ihanet edilmesi anlamına gelir ki, bu iradenin yarını biz Bulgaristan Müslümanları oluşturuyoruz. Bize hiçbir şey sorulmasa ve esamemiz asla okunmasa da gerçek budur ve hiçbir surette değişmez ve değiştirilemez. Korktuğumuz olursa, korku şişesinin tıpası patlar ve bak sen o zaman cümbüşe….
Ben parkta çocukla güvercinlerin pirelenişini izlerken düşündüklerimi anlattım.

Biz Türkiye’de yaşayanlar çok rahatız, çünkü Türkiye yeni yükselişine geçti. Artık iki kanatlarımızı da hazırlıyoruz. Bir kanatımız Türk Cumhuriyetleri diğer kanadımız İslam Birliği ile birlikte yeni uçuşlara ve dünyayı göklerden seyretmeye hazırlanıyoruz. Bizi artık kimse durduramaz…
Okuduğunuz için teşekkür ederim.
Korkunun arkasındaki büyük korkuyu birlikte arayalım.
Kurallara, yasaklara uyalım ve Korona virüsü düşmanı üzerinde zaferi birlikte kutlayalım. Okuyanlar, lütfen çevrenizle paylaşınız.
Sağ olun!

Reklamlar