Ertaş ÇAKIR
Tarih: 20 Nisan 2020
“Bghaber” forumunda tartıştığımız sorular, bizim sorularımızdır. Bizi ilgilendiren sorulardır ve onlara ancak ve ancak biz doğru ve nihai cevap verebiliriz.
Bulgaristan’da yaşayan Türkler ya da Türkiye’deki soydaşlarımız ve Batıya saçılan kardeşlerimizin ana dokusu yakınlıkla, sempatiyle ve dostlukla belirlenen nitelikli yardımlaşma ve hoşgörü olan bir topluluğun evlatlarıyız. Herkes bilir ki, hepimizin akıl ve bilinç kaynağı hayat okuludur. Var olabilmemize gerekli güven ilişkilerini de yakın ve uzak geçmişimizin deneyimlerinden, olmazsa olmazımız olan dayanışma zorunluğundan alırız. Yaratabildiğimiz ortamda senin benim yoktur. Halkın değimiyle “bir tek içtiğimiz su ayrı gider”, büyük şairin değişiyle de “Yarın yanağından gayrı, her şeyimiz otak.” Ve korona virüs günlerinde de sıkı yardımlaşmamız, verimli işbirliğimiz sürmüştür.
***
Ne var ki, bizim namuslu, ahlaklı, dürüst, çalışkan, alicenap ve saygılı kişiler olmamız bazı durumları değiştirmiyor. Mesela, 1878’de bizim medeniyet yolumuz kesildi. Bazı düşünürler insanın uygarlığa adım atmasını köyden çıkmasıyla bağlı görüyorlar. Zaten medeniyetin “Mekke’de başladığını” savunurken, çok kültürlülüğe saygımızı anlatan biz değil miyiz? Fakat biz Bulgaristan’da köylerde kaldık. Köylerimiz taşmaya başladıkça, köy-kent hayal etmeye başladığımızda ya da kentlerde bazı semtlerin bizim olmasını hayal ettiğimizde hep BÜYÜK GÖÇLER oldu. Bazılarının birleşmemizden, birlikten güç doğar, kültür gelişir, okuyup yazarak aydınlanırlar, cahillik karanlığını yırtarlar, korkusu bizleri hep gurbetçi durumuna düşürdü. Köylerimizdeki okullarda da öğretmenler hep gönderilmeydi, bacakları gizli servislere, devletle bazı şartlı anlaşmalara bağlı kişilerdi ve onlardan aydınlanma beklememiz de aslında bir hayaldi.
***
1958’den sonra, çocuklarımızın Bulgar okullarına toplanmasıyla, Türk bilincine ulaşma, Türk olarak aydınlanma, Türk ruhuyla uçma ve yüreklerimize Türk imanı dolması süreci durduruldu. Çünkü Türk ruhunun ve bilincinin, aklının ve bilgeliğinin özünü oluşturan Türk dilidir. Bulgar sınıf odalarında çocuklarımızın kafasına Bulgarca akıtılırken Türkçe sözler ve kavramlar iki taş arasında ceviz kırar gibi ezildi ve çöpe atılmaya başladı. Bulgar öğretmenler çocuklarımızın kafasındaki söz dağarcığı ne kadar büzülürse beyinlerindeki Türkçe sözlerin azalacağını, dillerinden düşeceğini, ana-dilsiz kalacaklarını ve zihinsel sakatlanacaklarını biliyorlardı. Bu süreç çok sıkı kontrol altına alınmıştı ve hedeflerinde Türkçe konuşmayan Türkler yaratmak vardı ki, biz bu yaranın azmayacağını, kangren olmasını önleyebileceğimizi düşünüyorduk. Olmadı, yapamadık.
Ana-dilinizi konuşmamızı yasaklamalarının, hatta tüm dünyadan utanmadan Türkçe konuşanlara ceza kesmelerinin, sonra milletvekillerinin seçim toplantılarında Türkçe konuşmalarının büyük para cezalarıyla yasaklanması, tarlada ve evde tütün işlerinde Türkçe konuşmalar, imecelerde Türk halk sanatını yaşatmamızı engellemelerinin temelinde ise, siyaset dışı bırakılmamız amaçlanıyordu. Olay şöyledir: Bir insanı siyasi yapan konuşmadır. Bir Türk, öz dilinde konuşamıyorsa Türk siyasetçi nasıl olabilir. Türk azınlığın haklarını nasıl savunabilir ki? Hiç unutmayınız kardeşlerim bizi siyasi yapan aklımız ve Türkçe konuşmamızdır.
Bu konuyu şöyle de açabilirim: İnsanın en büyük isteği bilme arzusudur. Biz öğrenmeye can atan bir milletiz. İnsanı en güçlü yapansa, bilme gücüdür. Bir insan ne kadar derin bilgiye sahipse, o kadar açık ufuklu ve güçlüdür. İnsanın dünya görüşünü değiştiren de bilgidir. Bizim kendi dilimizde aydınlanma yolumuzu kesenler aynı zamanda kentleşmemizin yolunu da kesenlerdir. Köyde 100 kişi tanırsak, kentte 1000 kişi tanımamızdan korkmuşlardır. Biz bugün de bu taşı kaldıramadık, kendi şehirlerimizi kuramadık, yolda kaldık…
Kendi dilini bilmeyen insan iyi ve kötüyü, adil ve adil olmayanı birbirinden ayıramaz. Bizi öyle bir duruma getirdiler ki, onların tarlasına bereket yağısın, nemi bize yeter diye dua etmeye başladık. “Onların olsun, bizim olmasa da olur!” önemli olan sulh olsun diyenler bizim analarımızdır. Biz korku ortamında yetiştik ve ruhumuzun geriletilmesine çalışanlar, ana ilkelerimizden, tarihte köklenmiş gelenekselleşmiş değer yargılarımızdan parçalar istediler, vermedik koparıp aldılar. Ve bu geriletilme isimlerimize, dinimize, dilimize, kültürümüze ve en kutsallarımıza kadar uzandı.
Bizim insan olarak eşitliğimize kuyu kazan da onlar oldu. Osmanlı gölgesinde adam olduklarını, okul kurduklarını, din, manastır ve kilise sahibi olduklarını unuttular. Önce Rusların ağızına bakarak kuduz köpek gibi havlamaya başladılar. Hiç unutmam. Osmanlı zamanında boynu bükük gezenler, 1878’den sonra başkaldırıp Bulgar ruhu bina etmeye başladılar. Haydutlukla, komitacılıkla millet oluşturmanın, devlet kurmanın mümkün olmadığını anladıkça, Türk devliğinin altını kazmaya koyuldular.
Hiç unutulacak gibi değil. 6 Eylül 1885’te Bulgar Prensliği ile Doğu Rumeli birleşmezden önce, Doğu Rumeli’nin idari merkezi olan Filibe (Plovdiv) şehrinde, 1878-1885 yılları arasında Genel Vali görevinde bulunan Aleksandır Bogoridi ile Gavril Krysteviç’e yardımcı olan İvan Vazov, ilginç bir simadır. Birleşmeden sonra, Tanzimat ruhunda Bulgarların Osmanlı devletine kazanılması siyaseti izlediği gerekçesiyle idam cezası kesilenlerin “kara listesine” alınan İv. Vazov Edirne’ye, oradan İstanbul’a ve ardından da Odesa’ya kaçmıştır. Orada, Rus Çarlığı Askeri İstihbaratının avucuna düşen Vazov, ince kalemli biri olduğu anlaşılınca, Osmanlı devrini kötüleyen romanlar, piyesler ve şiirler yazmaya zorlanmıştır. Bu eserlerden birisi, “Esaret Altında”, Bulgaristan’a el yazısı olarak Rus diplomatik postasıyla gelmiş ve Rusya’nın parasıyla çıkan dergilerde basılmıştır. Vazov, romanı, Odesa’da kendisine Rusça olarak okumak üzere verilen Viktor Yugo’nun “Sefiller” romanından esinlenerek yazdığını daha sonra anlatmıştır. Roman kahramanları baştan sona uydurma, olaylar da olmamış vakaların öykülemesi olduğundan dolayı, eser Bulgaristan’da 10 yıl basılamamıştır. Bulgar kamuoyu ve aydınlar üzerinde etki yapılması amacıyla İngilizceye ve başka dillere çevrilen roman, önce dünyaya tanıtılmış ve Osmanlıya karşı çarpık kamuoyu oluşturulmasında kullanılmıştır.
Bu konuyu işlememin nedeni ise şudur. Tarihi olmayan ve gerçek bir tarih oluşturamayan halklardan biri olan Bulgarlar, suni tarih yaratma işine çok para harcıyor ve gayret gösteriyorlar. Örneğin bu gün 20 Nisan 2020, korona virüs yasakları nedeniyle, “Oborişte” Balkanı’na çıkıp “Anayasa ve Hukukçular Günü” kutlayamadılar. O tarihte buradaki çam ormanına toplanan ve hepsi 1876’da Rusya istihbaratından maaş alan komitacılar, ayaklanma yemini içmişlerdi. Ayaklanma için İtalyan Konsolosluğundan parasal yardım, İngilizlerden de maddi yardım almışlardı. Ne ki Ayaklanma günü evini yakan, eşini kesen ve bayrak sallayan olmadı. Fakat yalnız bu sahte anma günü değil, 6 Mart 2020 tarihinde “Klokotnıtsa” (09 Mart 1230) çarpışmasının 790. Yıldönümünü, Çar Kaloyan’ın Latin İmparatorluğu haçlılarını daram duman ettiği ve Balduin’i esir aldığı “Adrianopol” (14 Nisan 1230) çarpışmasının 815. Yılını da “Milli Bayram” gibi kutlayacaktı, anamadılar. Bu arada 1000 yıldan beri ilk defa olmak üzere İsa Peygamberin dirildiği Paskalya Bayramı gecesi yapılan ayinde kiliselerde mum yakan kimse olmaması çok dikkat çekti.
***
Bu gidişle birçok şey değişmeye mecbur olacaktır. Anlaşıldığına göre, yeryüzünde 12 milyon insanın birden nefes alması, günde üç defa et yemeye çalışması, çevreyi kirletip suları içilmez duruma getirmesi durumunda doğal artık kendi kendine önlem alıyor ve toplum yöneticilerinin kulağına yapışmış korona virüsle ilgili daha sert önlemler alınmasında ısrar ediyor. Anlaşılan dünya 12 milyon insanı taşıyamayacak. Zenginlerin Büyük Babası Bill Geyts, kesesini açmış dünya nüfusunun azalmasını finanse etmek istiyor. Fakirler, küçük ve orta ölçekli tabakaların tarihe hediye edilmek istediklerini öğrenmiş bulunuyoruz.
Benim korktuğum bir olay var. Bunlar alt tabaka, orta kesim gibi laflar konuşuyor da, akıllarında milli azınlıklar olduğunu hissediyorum. Bu defa hedefte biz de olacağız tabii… Zaten gözlerini çıkarıyoruz.
O zaman, azınlık olarak yok olmamızla birlikte, anadil, alfabe, okul, anadilde ders görme, Türkçe eğitim, edebiyat, sanat, otonomi gibi problemler kendiliğinden halledilmiş, silinmiş ve defter kapanmış olacaktır.
Birlik ve beraberlik olmamız her zamankinden daha zorunlu ve hatta şart oldu.
Konumuz derindir. Fırsat bulunca devam edeceğim.
Maskesiz gezmeyiniz, ellerinizi sabunla yıkayınız, dikkat ediniz.
Teşekkür ederiz.
Paylaşınız.