Dr. Mustafa KAHRAMAN
Konu: Ayaklanmamız Öndersiz Değildi.
Bizim, Mayıs 1989 Ayaklanmamız, 1984’te başlayan “Soya Dönüş” terörüne karşı 5 yıl devam eden mili mücadelemizin zirvesi olarak görülmelidir.
Her halk ayaklanamaz. Biz ayaklanma yapmış bir halkız. Biz kurban vermiş ve binlerce direnişçinin aziz hatırasını hafızamızda yaşatan bir halkız. En öz bir dille söylerken, bizim isyanımız, 1878’de biz bir devlet kuracağız ve bizimle beraber yaşayan tüm azınlıkların haklarını ve özgürlüklerini mutlaka ve bütünüyle tanıyacağız sözünü veren Bulgarların, Bulgaristan’da yaşayan Türk, Müslüman ve diğer azınlıklar sorununa geçerli bir Çözüm Modeli bulamamasından kaynaklanmıştır. Şu da var, Bulgar hükümetleri ve giderek biçimlenen ve yasallaşan Bulgar devleti, azınlıkların haklarının tanınması konusunda ne Berlin 1878 Anlaşmasına, ne 1908 İstanbul Sözleşmesine, ne de Noy Anlaşması maddelerine uymamıştır, bu uluslararası anlaşmaların zorunlu kıldığı maddeleri Anayasasına ve yasalarına işlememiş, hayata geçirilmemiş, işler hep ters yanından tutmuş ve ulusal sorunun çözümünü Bulgarlaştırma, Hıristiyanlaştırma ya da memleketten kovarak vatansızlaştırmada aramıştır. Sınır dışı edilenler bir asır geri alınmamış gelmek isteseler de yollar hep kapalı olduğundan dönememişlerdir. Bu arada, memleketten kovulan Bulgarların arasında da çevresi olanlardan bilinen yazar Georgi Markov gibiler Londra’da zehirli saçmayla öldürülmüş ya da hastanelik edilmiştir. Azınlıklara karşı baskı ve terör, bin bir çeşit yaptırım siyaseti bir asır tırmandırılarak şiddetlendirilirken, yaşam dayanılmaz hale geldiğinde halk tabakalarını hareketlendiren nesnel nedenler bizde de ateşlenerek kısa bir dönem için de olsa Mayıs 1989 Ayaklanmamızla kesilmiş, komünist totaliter dikta rejiminin başı Todor Jivkov’un alaşağı edilmesiyle durdurulmuştu. Bu, Bulgaristan Türk Müslümanlarının bir ayaklanmasıydı. Alevlenmesine vesile binlerce türkün hapishanelerde, koğuşlarda, sürgündeki çekileri, zulme dayanarak ayakta duran Jivkov diktatörlüğünün baştan sona adaletsizliği ve daha önce görülmemiş zalimliklerinin taşmasıydı. O zaman Bulgar’ın Bulgarlaştırmak istediği Türkler kendi aralarında daha önce hiç bir yerde görülmemiş bir şekilde özdeşleşmişlerdi. “Soya Dönüşle” saçmalıyla eritilip yok edilenler kollarına takılan Bulgar kelepçelerini kırma ve bacaklarındaki Bulgar prangalarını kırma davasında Türk kimliği ile buluşmuşlardı. Her şey Türk öz ben’e kazandırılıyordu. Ruhsal durum öylesine dönüşmüştü ki, Türklüğü koruyabilmek için kızlar nineleri, anneleri gibi aynjı hastalık belirtileriyle hastalanmak istiyordu, çünkü onlar Türk kızları olarak annelerinin yeri almak ve Bulgaristan’da Türk evlatlar5 doğurup onlara anadilimizi, halk sanatımızı, ahlak ve kültürümüzü öğreterek Türklüğümüzü yaşatmak istiyorlardı ve bu, onların hayat misyonuydu. Şimdi, 25-30 yıl önce çekilmiş açlık grevi, gösteri yürüyüşü, milislerle çatışma, sivil ajanlarla köy meydanlarında, muhtarlık önlerindeki kapışmalar, tankların üzerine çıkma gibi kitle direnişleri esnasında çekilen resimlere baksanız,ön saflarda, en ateşli bakışlarla hep kızlarımızı, gelinlerimizi görürsünüz. Yıllarca süren ve kimseye göz açtırmayan son derece gergin bu durum ve Türk kimliği olarak toptan yok edilmemiz tehlikesi, Türk soy boy yaşamının taşıyıcıları olarak onları ateşleyip ayaklandırmıştı. Gözleri karaydı. Bulgaristan’da onları durdurabilecek, yollarını kesecek, hepsini evlerine geri çevirebilecek bir güç yoktu. Bulgar totaliter devleti, milis, asker, itfaiye, gönüllü müfrezeler ve diğer devlet ve parti güçlerini seferber etmiş ve Türk ve Müslüman bölgelerin hepsinde birden fışkıran hareketlenmeyi durdurabilecek güçte değildi, ezebilecek durumda olsa hepimizi ezip geçerdi, ama kendisi yıkıldı. Bu haklı davamızda Bulgar demokratik güçleri biraz değil çok seyirci kaldılar. Bu ayaklanmamızda önder rolü gören Demokratik Lig dahi, sürgün ve hapishanelerdeki Bulgar demokratik güçleriyle dayanışma teması bulmuş olsa da, dava ateşine götüren yolda kenetlenemediler.
1989 Mayıs Ayaklanmasında Bulgar – Türk demokratik güçler kaynaşması gerçekleştirilememesinin birçok nedeni vardır. 1980’li yıllarda hapishane ve sürgünlerdeki Bulgar hukukçu, doktor, yazar, şair ve diğer aydınların sayısının az olduğunu söyleyemeyiz. Fakat onlar anti-totaliter davada, anti-BKP adımlarında Türk öncülerle işbirliğine ve dayanışmaya hazır değillerdi. Toplumda herkesin kafasına aşılanmış olan enternasyonalizm sanki, bu iş Türklerle de olabilir nüansında ışık vermiyordu. Onlara göre, Türkler yalnız isimleri, öz dil ve dinleri, adet ve gelenekleri, Türklüklerini korumak için savaşıyordu. Hapishanelerdeki buluşmalarda, demokratik mücadelenin Bulgaristan koşullarına özgü özellikleri, hak ve özgürlüklerin, adalet ve ortak yaşama konuları günden olmuyordu. İşte bu nedenle olacak, illegal direniş örgütlerinde, ki totaliter zulüm döneminde 44 gizli ve yarı legal direniş örgütü kurulmuştur, bunların birçokları da biliniyordu, çünkü gazeteler yazmasa, radyolar anlatmasa ve TV göstermese de, fısıltı gazetesi kulaktan kulağı okunuyordu. Son hesap herkes her şeyi biliyordu ve Todor Jivkov zulmüne karşı Türkler, Pomaklar, Çingeneler ve Bulgarların birleştiği, ortak cephe kurulduğu haberleri gelmiyordu. Okulda ve orduda, parti örgütlerinde Bulgarların en iyileri, en demokratları bile öyle işlenmişlerdi ki, sanki Türklere ve Müslümanlara karşı olmak ateist olmalarına rağmen “onların kutsalıydı.”
2000 yıllarının başında hele de Sergey Stanışev hükümeti döneminde 28 Bulgar hayatın ateşten gömlek olmasına ve adalet kapılarının bin bir kilitle kapanmış olmasına karşı kendini yaktı, gençler Varna “Han Asparuh” köprüsünden kendini attı. Bu bir isyandır. İsyan ruhu Bulgar tabanda o zaman da vardı. Olmasaydı. 1988’da Romanya kimya fabrikalarından gelen dumanlar Ruse şehrini gazladığında Bulgar demokratik aydınları Tuna köprüsüne toplanmazdı. Aynı nedenle isyan eden Bulgar sanatçı, aktris ve yazarları Sofya’da “Kristal” parkında milisle çatışmazdı. Onlarda bu ruh olmasaydı, 1990’da 1 milyon 200 bin kişi Sofya meydanlarında toplanamazlardı.
Fakat, 1984-1989 arası yıllarda onlar bizim çekilerimize seyirci kalmayı, “bakalım ne olacak”, “bu iş onların kendi işi” gibi sudan nedenlerin ardına gizlenme nedenleri aramazlardı. Bundan dolayı olacak, o gün bu gün biz hep kenarda kaldık, kasaplık koyun gibi tuzu ve suyu olan bir sayada kapalı tutulmamız uygun görüldü. Bulgar kamuoyunun gözünde bu saya Hak ve Özgürlük Hareketi (HÖH) partisiydi. Diyecek hiç bir şey yoktu, çünkü biz bu partinin kurulmasını kendimiz istemiştik. Onların bu işteki parmağı yalnız güvendikleri bir çoban bulmaktı.
O da bulundu, artık lise tahsili bile olmadığı, Şumen Öğretmen Enstitüsüne yazılırken, ayak basmadığı Varna’ya bağlı Provadı (Provadya) Lisesinden sahte bir diplomayla kayıt yaptırdığı, daha 1974 yılında Bulgar gizli polisine paralı ajan olmayı kabul edip Türklere karşı çalışmalarda ustalaşan Ahmet Doğan, Türk, Pomak, Çingene sürüsüne çobanı atandı. İnsanlarımız 26 yıldan beri bu sayanın içinde ve bu çobanın emrindedir. 710 bin kişi sayadan kaçtı, özgürlük aradı ve T.C.’ne geçti. Sayadakiler biz Türk’üz diye melemeye devam ediyorlar. İçerdekiler “biz esiriz ama Türk’üz” diyerek direnişe devam ediyorlar. Çeyrek asır önce kendilerine seçme hakkı tanındı. Aslında bu, seçme ve seçilme hakkıdır, ama aralarından seçilen olmadı. Onlara demokrasi sandık başına gitmektir, kimin seçileceğini belirlemek ise çobanın işidir, dendi ve bu iş böyle devam ediyor. Çobanın arkasında gizli polis var. Ara sıra yanlarına uğruyor, kurultay yaptırıyor ve siyasi kölelere “çoban gibi olun” , “çobanı örnek alın“, “çoban derse olur” diyor.
Tek başına bir insan kitle sayılamayacağına göre, bizim Çoban Ahmet’e önder, lider dediler. Önderli kitleler ile öndersiz kitleler arasında fark vardır, siz Ahmetsiz ayaklandınız ama zarar yok, o hem bizden hem biraz sizden biridir, demekten geri durmadılar. Şu dönem artık 30 yıl sonra koyunlar sayaya alıştı ve Ahmet de köşke çekildi.
Ahmet’in Çoban seçilmesi koyunlara sorulmadı. Onun işi vatanı düşünmek, ulusal şan ve şeref peşinde koşmaktı. Bu işte koyunların Çobanı sayıp saymamaları da önemli değildir, bu noktada önemli olan onların Çoban’dan korkmalarıdır. Çünkü kasaplıklara işaret eden Çobandır. Yaşamak isteyenler itaat etmek zorundadır. Sürüye köpek seçme hakkı da Çobanındır. “Ataka” köpeğini Moskova’dan getirtti. Şimdi dişleri düşmüş pek havlamıyor ama önemli değil, saya çiti kenarından geçse yeter. Genç itin adı “Yurtseverler Cephe.” Biraz arsızlık ediyor. Sayadaki koyunların hepsine birden saldırıyor, kuzuları boğmaya çalışıyor, bir de bizim örülerde başka koyun gezmesini istemiyor. Bu bakıma biraz panik yapıyor, koyunları da iyice ürküttü. Panik biçimindeki bir korkunun patlak vermesi koyunlar yeni köpeği hendekten aşağı itebilir endişesi doğurdu. Koyunların hareketlenmesi korkusu büyümeye başladı. Koyunlar köpek korkusunu yenmiş, korku ruhu kitleyi terk etmiş ve şimdi de koyunların sayadan kaçması ve kendi dertlerine kendilerinin çare bulması tehlikesi belirmiş. Bu gidişle bizim kitleden içine düştüğü illüzyondan kurtulması beklenebilir. Kitlede demokratik bir hava esmeye başlamış.
Aslında biz Bulgaristanlı Türkler için Çoban’ın durumu çok önemli değildir. Çünkü biz anaerkil bir toplumuz. Bizde aileti çeviren ve işlerin başı, paranın küpü anadır. Bizde baba özgürdür, tek başına olduğu zaman bile güçlü ve bağımsızdır ve itaatkar değildir. Bizde, Türklerin Çoban’ı olan Ahmet Doğan’ın, Bulgar makamlarınca köşkte yaşatılması,bu bakıma yanlıştır. Çünkü biz anaerkil bir toplum olarak Osmanlıdan ayrıldığımız ilk yüz yılda köy ve aile ekonomisine dayanarak, gelenek ve ahlakımızla ayakta kalabildik. Bulgar makamlarının A. Doğan Çobanı’nı köşkte tutmaları, Osmanlı harem geleneklerini bizde, Müslümanlar arasında uygulamak ve böylece Türk ve Pomakları susturmak, bir daha isyan etmelerini önlemek için icat edilmiştir. Onların kanısına göre, suni Müslümanlar Osmanlı Padişahlarına baş kaldırmamıştır. Biz de suni Hanefi boyundan geldiğimizden, benzetmeli yönetim uyguluyorlar. Bu öngörü, tamamen yanlıştır. Toplum tabakalarının hareketlenmesi nesnel yasalara “tabanın daha fazla eskisi gibi yaşamak istemediği, yöneticilerin de eskisi gibi yönetemediği” kuralına göre yola çıkar. Mutlaka bir önder olması şartı yoktur. Çünkü direniş dalgası kasırga gibi gittikçe güç toplar ve önü alınmaz olur. Böyle olmamış olsa Todor Jivkov’u devirmemiz mümkün olabilir miydi? Birde anaerkil toplumlarda viski çekip köşk bekleyen bir kendini beğenmişe gerek yoktur. Erkeğin dışarıda, tarlada, ovada, ormanda, değirmende, inşaatlarda, yani iş peşinde, insan arasında, toplum içinde olması gereği kutsaldır. Bir Türk kadını köşke kapanmış, gece gündüz götünü kaşıyan, dışarı çıkmaya korkan bir erkeğin yanında durmaz. Ahmet’i de 8 kızımız terk etmedi mi?!
Önder yetiştirmek, kasaplık dana beslemek gibi bir şey değildir. Anaerkil bir toplumda ulusal lider olmasa da olur, çünkü bir kütlede birleşen halk tabanı kendisi hareketlendiği gibi kendi yolunu da kendisi belirler. Mayıs 1989’da biz Ahmet Doğan dedi diye mi ayaklandık. Hayır! Aramızda onu tanıyan, adını duymuş olan bile yoktu. İlk gördüğümüzde onu “Dilenci Aliş’e” benzetenler olmuştu. Halkımızın Ahmet Doğan’a verdiği, ilk isimdir “Çingene Aliş“. Bir defa bizim insanımız Çingene ve Hakra ardından gitmez. Ama 1990’da sayaya kapatılmamız bizi bu zavallı durumlara düşürdü.
Gelelim önder yetiştirme işine. Dünyaya güya bizim önderimizmiş gibi tanıtılan şopar Ahmet Doğan şöyle anlamalıyız. O, çok zavallı ve durumu acınası olan biridir. Tahsilsiz, diplomasız, namussuz, babası tarafından kabul edilmeyen, mesleksiz, cebinde beş parasız, içkici biridir de, halkımıza tam ters bir sima olarak yani “çok okumuş, çok namuslu, çok paralı, çok zeki, çok akıllı” biri olarak tanıtılmış, lanse edilmiştir, insanlarımızın başına bu yapay sima aşılanabilmiş (sokulabilmiştir.) Bu, Bulgar siyasi polisinin büyük bir başarısıdır. Aynı zamanda Bulgar diplomasisinin de bir başarısıdır, çünkü bu sahte sima Türkiye’ye de kabul ettirilmiştir. 1990’da HÖH partisi lideri Ahmet Doğan olacak diyen diplomat, o dönemin Sofya Büyük Elçisi Oral Yalçın Beydir. Şuna kesinlikle eminim 1990’da HÖH lideri Ahmet Doğan olacak sözünü BKP MK, ya da “DS” şeflerinden biri veya VI. Şube Müdürlerinden biri veya hatta Bulgaristan Halk Cumhuriyeti Devlet Konseyi Başkanı Petar Mladenov demiş olsaydı, Türkler, Pomaklar ve Çingeneler kabul etmezdi, etmezdik. Bu işin içinde bir yeni oyun, bir yeni tuzak olduğunu hemen anlardık. Halkımız o tarihte artık bir Ulusal Ayaklanmadan geçmişti ve bunu duyumlar ve reddederdi.
Bunu 24 Nisanda Sofya’da toplanan 9. kurultayda da gördük. Beş para etmeyen, 3 yıldan beri evinden dışarı çıkmaya korkan bu kişiyi ayakta karşılayanların ipnotize edilmiş durumuna acıdım.