Dr. Nedim BİRİNCİ
Konu: Baskı ve terörün tırmanması adım adım olmuştu.
1970-1989 yılları arasında Bulgaristan’da insan haklarına saygılı demokratik sosyalizmden komünist totalitarizme geçilmesi bir günde olmuş bir olay değildir. 1970’lerde artık tarımda kooperatifçilik otursa da, etnik azınlıkların sosyal ve kültürel yaşamını ezerek saf dışı etme çabaları git gide güç aldı. İlk yıllarda yüksek bir heyecan hakim olduğundan Komünist Partisi ne yapacağını, sinsi planlarını gerçekleştirmeye tam nasıl ve nerede başlayacağını da pek bilmiyordu.
İlk önce bizde “Hocalardan nasıl kurtulabiliriz” rüzgarı esmeye başladı. Devlet ve belediye okullarına giden Türk öğrencilerin hafta sonları hocaya da gitmesine engel olundu. Dini nikahların yasaklanması, şeker ve kurban bayramlarındaki coşku balonlarının patlatılması, mevlit dinleyenlerin 3-5 kişiden fazla olmasına izin verilmemesi ve sünnetçiler tespit edilip yeni göçlerin ilk kafilelerine katılmaları yönünde çalışıldı. Bu tedbirler arasında Şumen İslam Enstitüsünü bitirmiş ve hem öğretmen olma, hem din dersi verme ve hem de devlet okullarında öğretmenlik yapma hakkı olan aydın diplomalı kadroların sıkıştırılırken, camiye gidenlerin devlet okullarına girmesine yasaklar getirildi.
Gerek kooperatifleşme yıllarında gerekse daha sonra dini güçlü Türklerin ikide bir sürgün edildiği haberleri kulağa gelse de gazeteler bu olayları yazmıyor, radyo da bu konuya değinmiyordu. Güney Doğu Rodop Türkleri öncelikli olarak Dobruca’ya ya da Deliorman’ın Tuna boyu köylerine sürülüyor ya da taş ocaklarında çalıştırılıyordu. Bu kişiler, evlerine, köylerine döndüklerinde tuhaf bir suskunluk ve dalgınlık içinde hep yere bakarak dolaşıyor, başlarına gelenden asla söz etmiyorlardı. Bizim köyden olan Onbaşıların Ahmet aga çocukluğumda birkaç defa gidip gelmişti. Hayalet gibi yürürken, bakışları ölü gibi donuktu. Biz çocuklar kendisine ne sorsak, verdiği cevap hep şuydu:
“Çattık! Çattık evlatlarım! Çattık!”
1970’lerde başlayan ev baskınları başlıca gece yapılırken, tutuklananlar basına bildirilmiyor, görülen davalar üstüne kamuoyu bilgilendirilmiyordu. Ev baskınlarında gelinlerin çeyiz sandıkları karıştırılırken, takıların ve paraların alındığı anlatılırdı. Yaşlılar olayın şiddetli etkisini hafifletmek için “Aman, gavur parası değil mi, katrandan çıkmıyor mu!?
Tütün işler yine kazanırız. Üzülmeyin!” diyerek ortalığı sakinleştiriyorlardı. Onların sabırlı tavrı, kin ve öfke birikimini yatıştırıyor, taşkınlıkların yolunu kesiyordu. Köylerde bu gibi olaylara önem vermemeye çalışılırdı.
Köylerde üniversiteli olmasa da, sanki herkes devrim psikolojisi okumuş, bu işlerde çok daha kötü günler olabilir, derken, sanki “kılıçsız tarım reformu yapılamaz, güç kullanılmadan endüstrileşme mümkün değildir, demek istiyorlardı. Bu duyum, köylülerin daha da alçalmasına, korku içinde yaşarken korktuklarını belli etmemeye çalışmalarına neden oluyordu.
Üzerinden yıllar geçtikten sonra, şimdi ben o baskı dalgasının yükselmeye başladığında insanlarımızda olağanüstü derin köklü bir Müslüman olma omuru olduğunu her an hissediyordum. Cami avlusunda aptes alırken bile sanki hepsi birden “Biz işimizi biliriz, bıyığımızı balta kesmez!” havası esiyordu. Bu, onların rahatlık içinde yaşayışı, ortam huzurunu bozmak istemediklerine güçlü işaretti. O zamanlar fazlasıyla sevdiğimiz ve yüzde yüz bizim olduğuna inandığımız topraklarımızda, “Kalkıp gidelim, göç edip kurtulalım” ruhu mayalanmamıştı, çünkü Edirne Muharebesine, Çanakkale Savaşı’na ve hatta ta Yemen Harbine gidenlerden geri dönenler, ya sakat gelmiş, ya sürgünlerde süründükten sonra kaçıp dönebilmişti ki, “Gitmekten hayır gelmez, dönenler ortada!” gibi yerleşmiş ve sıkça kullanılan sözler anımsıyorum. Daha o yıllarda benim kuşağımda “Otur oturduğun yerde” inancı yer yaparken, gece gündüz bizi “evimizden barkımızdan nasıl söküp atacaklarını düşünenlerin” neden kuyruğunu bacak arasına kıstırmış aramıza sokulmaya çalıştıklarını anlıyorum. Düşmanlığımızı düşünenler o zaman da bizi bir ormandaki ağaçlar yerine kokuyor ve hangisini kesip yaksak orman uğuldamaz ve bizden öç almaz diye düşünüyorlardı. Ve bugün “hain” dediklerimiz o dönem sürümüzden, ormanımızdan çekip çalabildikleridir.
Bunları bir anı ve bir güncel duyumsama olarak yazarken, dikkatle izlendiğinde, bir ailede, köyde, mahallede, etnik toplulukta insanların birbirine sımsıkı kenetlenmesi için bir şeylerden korkmak ihtiyacı duydukları seziliyor. Halk psikolojisini iyi okuyabilenler, insanların belirsizlik dönemlerinde tam bir korku içinde olmaya gereksinim duymaya ihtiyaç duyduğunu eserlerine işlemiştir. Ve insanoğullunun mukavemet gücü belki de bu korku boyutuna eşittir. Hatta birilerinin onları korkutması ve boyunduruk altına alması istediği anlatılır. Kitlelerin korku içinde heyecan yaşayışı kitap konusu olmuştur. Acınası duruma düşen insanlar zorlukları yenerek, zalimlerle baş ederek bambaşka duygularla zafer kutlamayı yaşamak ister. Baskı altında olduklarını hissetmeyenler bu coşkuyu yaşayamazlar. Biz geçen yüzyıl çok ezildik ve geleceği inşa edecek fikirlerin en asillerinin bizim düşüncelerimiz, emellerimiz olduğuna inanmalıyız.
Çeyrek asır geri dönüp “Büyük Göç“ü, Mayıs 1989 Ayaklanmamızın devamı, ikinci aşaması olarak ele aldığımızda, lambayı yanık, kapıyı açık bırakıp göç yoluna düşenlerin lanetini hatırlayalım: “Her şeyi al ve başına çal!” “İyi gün görmezsin İş Allah!”
Bu sözleri göç ederken haykıranlar kendilerine gurur veren bir kimlik yaratmışlardı. Bu, bir Türk-Müslüman kimliğiydi. Zorluklarla boğuşarak geçen hayat bizi güçlendirmişti. Türkiye yoluna düşenler zorlukları aşmış olmanın gururuyla geldiler. Anavatan hepimizin gururuna saygı duydu. Göç yolu hepimizi yeni baştan mayaladı. Bizimki, medeniyete yürüyüştü. Soydaşlar bu inançla yürüdüler. Türkiye’ye, daha yüksek bir medeniyete adımlayanlar arasında pes eden olması. Var olma sınavından alın akıyla çıktığına herkes inanıyordu.
Burada üzerinde özellikle durulması gereken bir başka nokta daha var.
Tarlalarımızı, hayvanlarımızı, iş aletlerimizi elimizden alan komünist rejim, Türk – Müslüman kimliğimize saldırdığında Türkleri hafiye almıştı. Huzura dayanan, iyi komşuluk ve hoşgörüden güç alan Müslüman yaşam biçimi aslında iktidarda olanların dayattığı ritüellerden çok daha köklü ve üstün olan bir yaşayan medeniyetti. Bu arada hayat dolu bir sevgiyle yaşayan Türkleri küçük düşüren olaylara rastlanmıyordu. Müslüman ahlakına göre yaşayan Türkler arasında günah keçisi bulmak çok zordu.
Bizim okullarımıza el koymaları, çocuklarımızın Bulgar okullarına toplanması, anadilimizin çok uzun süre yasaklanması, Türkçe konuşulan ortamın aile içine kapanması, Türk ve İslam düşmanlığının hiç arasız tırmandırılması çok kötü oldu. Anadilini bilmeyen gençlerimizin tarihimizi öğrenmesi yasaklanmış, camiden uzaklaştırılmışlar, Türk kitaplarıyla dolu kütüphanelerimizin, tiyatrolarımızın kültür evlerimizin olmadığı, Türkçemizin vızıldayarak yaşamadığı bir yasaklı ortamda, tarihimizdeki büyük kişilere saygı duyulmasını aşılayabilmemiz de zor oldu. Bu olağanüstü önemli bir konudur. Biz dünya tarihine dev önderler, olağanüstü büyük önemi olan dev liderler yetiştiren bir milletiz. Rumeli toprakları Türk liderlerinin en parlak örneklerinin yetiştiği diyardır. Büyük Mustafa Kemal Atatürk sonsuz saygımıza layık bir önderdir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusudur. O Bulgaristan Türklerinin de önderidir. Günümüzde yalnız Türkiye halkının değil Tüm Türklerin ve İslam dünyası halklarının önderi Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’dır. O Türkiye halkının birlik ve beraberliğini daha önce görülmemiş bir kararlılıkla kaynaştırırken, terörist bölücülere karşı ulusal savaşımızın da büyük Baş Komutanıdır. T. C. onun başbakanlığında 2002 – 2018 yılları arasında “altın çağını” yaşadı. 21. yüzyılda Büyük Türkiye emellerimiz onun önderliğinde gerçekleşmektedir. Türkiye’yi tanınamayacak kadar değiştiren lider T. Erdoğan Başkandır.
Biz pes etmedik. 21. yüzyılda sağlıklı, bilgi ve zeka küpü, kararlı ve atılımcı bir gençlik yetiştiriyoruz. Biz, 21. yüzyıl medeniyetine teorisyen olmaya hevesliyiz. Bu davaya lider olmaksa bizim kaderimizdir. Lider kişiliği dünyada nadiren rastlansa da, Tanrı Türklere cömertlik edip her yüz yıl birer lider bahşetme cömertliği göstermektedir. Bu büyük davada biz Bulgaristanlı Türkler de Büyük Türk halkıyla birlikte her yerde ve her an varız. B7ugünkü ana sorunumuz, “memleketimize gerektiği an geri dönmeye hazır olduğumuzu ve Bulgaristan ve Avrupa Birliği vatandaşlığından asla ve hiç bir zaman vazgeçmeyeceğimizi dünya önünde kanıtlamaktır. Her şeyimizi alabilirler ama vatandaşlığımızı vermeyiz, ruhumuzun değiştirilmesine tahammüllümüz yoktur ve olamaz. “Eve” sönmek, seçmek ve seçilmek bizim kutsallarımızdandır. Yaşadığımız dehşet çok fazlaydı, aşırıydı, 1970-lerden 1989’a kadar tırmandırıldıkça şiddetlendi, ama biz yılmadık ve pes etmedik. Bugün de ayaktayız ve hareketlenmek üzereyiz. Bizi dün kovanların bugün vatandaşlığımızı elimizden almasına hiç bir zaman razı olamayız. Vatandaşlık hakkımızın pahası yoktur. Gerekirse 710 binimiz birden bir günde Bulgaristan’da oluruz ve meclise kimi istersek onu delege edebiliriz.
Devam edecek.