Nafiye YILMAZ         

 

“Hafıza kaybı ahlaksızlığa götüren en geniş yoldur!”

Bu sözler zulme ve toprak köleliğine karşı mücadeleye adadığı eserleriyle yeni Rus edebiyatının temel atıcısı olan Nikolay Puşkin’e (1799- 1837) aittir.

 

Osmanlı zamanından kalan ve belleklerden silinmeyen ibret veren bir gerçek var. Osmanlı sultanları “dün onu ele veren yarın beni de ele verir” mantıyla hareket edip, hainlerin kellesini kaydırırmış. Hainlerden tiksinilir ve nefret edilirmiş. Bu anlamda hainler toplum içindeki lekeler olduklarından kimse onlara yakın durmak ya da onlara herhangi bir biçimde bulaşmak istemezmiş.

 

Sonra Osmanlı bendi bizim oralarda 1878’de patladığında, bilirsiniz lekeler yüzeydedir ve akınca toplum onlardan kurtulur. İşler böyle olduğundan, suların en temizi, kaynağın billur özü dipte olduğuna göre, bizim aramızda bu kadar muhbir, bu kadar jurnalci, bu kadar hain nasıl türedi? Şu Bulgarlar bizden dolma doldurmayı, sarma yaprağı sarmayı öğrendi de, nasıl oldu da “dün seni ele verip ocağını yakan, yarın da beni ele verip ocağımı yakar” Osmanlı felsefesine kafa yatıramadı? Zehir hafiyelerin dilini kesmedi, kafeslerde kuş sütüyle besliyor.

 

Tarihi eskiden çok seviyordum ama şimdi müze gezip okuyup öğrendikçe hiç bir şey bilmediğime daha da kesin inanmaya başlıyorum ve arkama baktığımda yol nasıl sonsuzsa, önümüz de bir o kadar bilinmedik.

“Artık demir almak zamanı gelmişse zamandan

      Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.”  

Mısralarının sahibi Yahya Kemal Bayatlı, yani bizim Puşkin’lerimizden biri tamamen haklıdır.

 

Şimdiye kadar dünyayı öğretirken, neredeyse yaratılışın kendilerinden başladığını iddia edecek durumlara kayan Bulgarlar, yükseklere çıktıkça, “vaadinin görünmez olduğunu, ama tepenin vadiden her zaman göründüğünü” unutur gibi olmuştu. Dedim dedikle tarih yazılmıyor. Aslında dinlerin temel atıcıları olan İsa Peygamber, Buda ve Hazreti Muhammet bile böyle bir iddiada bulunmamıştır.

 

Kıyasıya dövüşen iki kişinin arasına girilmez. Bir de sana taş atmayanı taşlamak neyine!?

Düşünüyorum da iki hafta önce kendilerini insan sayıp oy vermeye gittiğimiz seçimler dolayında ocakta kül bırakmayanların sanki başına gelecek var. Durup durup düşünmeye başladım. Şu Türk düşmanlığı yılanı ilk defa başını Batı’dan kaldırmıştı. Şimdi de Bulgaristan Batıya yanaştıkça milliyetçi, ırkçı ötekilerin hepsine birden topyekûn düşman, zehir zemberek kabadayı tayfaları iyice yeşerdi, acıtan dikenleri ayağımıza batmaya başladı. Bir de olacak olmayacak yerde şart koşmaya başladılar. Sofrasında tuzu olmayanlar devlet idare etmeye baş kaldırdı. Bizi ise kafese konmuş kör cahil, hırslı, yabani hayvanlar gibi gösterip tanıtmaya çalışıyorlar. Neymiş efendim, Türkiye’deki seçim merkezlerinde seçmen Türkçe konuşuyormuş, bunların hafızasında bir şeyler var, ya biz buraya Türkçe konuşmaya geldik. İnanıyorum ki, hiçbir şeye sınır olmadığı gibi geri zekâlılığın da sınırı yok. Hadi bize korkuttuk da kovduk havaları yaptıkları yetmezmiş gibi, Türkiye Cumhuriyetine de dil uzatarak, Avrupa Birliği’ne üyeliğine engel olmaya yeminli olduklarını gizlemiyorlar. Ortaklığın yasaları her üye ülkenin milli kanunlarından üstündür ve zorunludur maddesi göz çıkarırken, Brüksel de Bulgar milliyetçilerine “yetkinizde olmayan işlere burnunuzu sokmayınız!” Demiyor. Demesi lazım tabii! Üstelik Sofya’da yürütülen hükümet ortaklığı görüşmelerinde “ATAKA” partisi AB bayrağını indirdi. “biz köle bir ülkede” yaşıyoruz tezini savunuyorlar.

 

Kuşkusuz iyi şeyler de olmuyor değil. İlk kez olmak üzere Hristo Botev’e “terörist”, Vasil Levskiye de “eşkıya” dendi. Tarih süzgecinin ağzına şu iki kişiyi yeniden sınıflandıran değer yargısının konması da başlı başına bir olay! 140 yıldan beri en büyük “kahramanlar” onlardı. Artık, Vatanını sevmeyen dünyayı sevemez, sözlerini söylerken geri dönüp vatanında sevilecek ve sevilmeye laik olmayanları birbirinden ayırmak zorunda kalacaklar gibi. Yani pirincin taşı yeniden ayıklanacak! Tarihlerinden utanan haklar da var. Onlar da “ben bütün dünya insanlarını seviyorum ama annemle babamı hiç sevmiyorum” deyenler. Bir çocuk kendi annesini ve babasını soyunu sevmiyorsa biz onun annesini babasını ve soyunu nasıl  ve neden sevelim ki?!

 

Birlikte düşünelim ve birlikte açılalım!

 

Siz, sayın okurlarım bu dünyada en dehşetli, en iğrenç, en korkulası olanın ne olduğunu hiç düşündünüz mü? Şimdi Puşkin’den de ileri giderek, “bir insana kendi soyunu yok etmesi için para verilmesinin şu dünyada oldum olacak en kötü şey” olarak yazıyorum. Bu sözler Puşkin’i sollar çünkü soysuz insanların olduğu, gerçek insanların olmadığı yerde ahlak yoktur. Olmayan bir şeye götüren yol da olmaz. Geçen hafta Bulgaristan’da çok büyük bir olay oldu. Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev’in katılımıyla, Güney Batı Bulgaristan’da bulunan “Belasitsa” vadisinde XI. Yüzyılda esir düşen 15 bin Bulgar askerinin gözlerinin Bizans Karalı tarafından çıkarılmasının ve bunu gören Bulgar Çar’ın felç olup dünya değiştirmesinin 1000. yılı anıldı. Dünya savaş tarihinde ve medeni tarihlerin hiçbir sayfasında benzer bir vahşet anlatılmamıştır. Biz Bulgaristan okullarında okuduk, tarih kitaplarımıza bu vahşet alınmamıştı, kele uçuran, kadınların ırzına geçen, devşiren ve daha neler neler yapanlar hep Osmanlı başıbozuğu bile değil, Türklerdi, yani bizdik ve bu bizim yüzümüze söylendiğinden soyumuzdan, atalarımızdan, fesli, ibrikli, abalı poturlu eli tespihli atalarımızdan utanç duymaya zorlanıyorduk. Bizim yediğimiz tarhanadan, kara tavada pişen pideden ya da kaynatılan keşkekten biye tiksinmemizin iyi olacağı ima ediliyordu ki, okul kantininde ise öyle akşam kaynayan hep kuru fasulyeydi. Böyle bir hava içinde yetiştirildiğimizi söylerken çok samimiyim. Tabii, biz kendimizden, ailemizden, yakınlarımızdan utanmıyorduk, onların mis kokusu bugün de burnumuzda da, ruhumuza kendi geçmişimizden utanmamız gerektiğinin psikolojik ince baskısı yapılırken eziliyorduk. Hedeflenen bizim zaten bilmediğimiz öz tarihimizi herhangi bir şekilde öğrenmemizi engellemekmiş…

 

Bu konular son zamanda Bulgar basınında çıkan bazı derin yazılarda işlenmeye başlandı.  Toplumsal bilinçte çelişkiler patlayan mısır gibi açmaya başladı. Yeni tohumlar patlıyor.  Uzak görüşlülüğün şafağı yeni olandadır. Yeni vizyon yazılarını okurken nasıl sevindiğimi bir bilseniz… Bunlar çöldeki gül gibi etkileyici oluyor. Yani Bulgar’ın arasında da gerçeklerin gerçek yüzünü bilmek ve anlatmak ve Bulgar gerçekliğini Osmanlı gerçekliği ve dünya tarihi açısından algılamak hepimizi değiştirecektir.

 

Bunalımlar da toplumu değiştiriyor. Örneğin Bulgar Cumhurbaşkanı Rusya’ya “saldırgan” dedi. Bir gerçeğin söylenmesi için 140 sene beklenir mi!? Bulgarlar bazı şeyleri söylemeye başladı da, Rusya hep eski hamam eski tas. Liberal milliyetçi Vladir Bjejinski Bulgarlara “siz bizim ömür boyu ayağımızı öpmelisiniz, biz sizi Osmanlıdan kurtardık” dedi. Artık, “keşke kurtarmamış olsaydı,” diyenler beliriyor.

 

 

 

Çünkü benim inançlarımda yaşamın devam etmesi en kutsal olandır. Öyleyse şu “Belasitsa” katliamını öğrendikten sonra, Bulgar halkını acıların en büyünü çekmiş bir halk olarak görmeye başladım! Daha önce de yazmıştım, acının toprağında biten bilinç, vicdan, namus ve ahlaktır. İnanırımsınız bilmem ama bana günümüz Bulgaristan ahlak ve kültürünü, Türklere, Pomaklara ve Romlara, yabancılara olan ters tavırlarını izlerken ibret derslerinin isabetli çıkarılmadığına inanmak zorunda kalıyorum. Bir defa Bizans Rum’sa, 15 000 Bulgarin gözünü oyan da Rum’sa, Türklere düşmanlık ne alem!!!

 

Sonra şöyle bir durum daha var. Yukarı tırmananı herkes görebilir, çünkü o insancıkların omuzlarına, sırtlarına basa basa yükselir ama bir defa yükselen ne inmek ne de arkasında kalanları görmek istiyor. Düşündüğümüzde, son seçimlerde 4 Bulgar milliyetçi partisi birden hortladı. Şimdiye kadar Bulgar milliyetçileri çok önemli bir olay olunca Sofya’da toplanır ve beraberce bir Rus kilisesi olan  “Aleksandır Nevski” kilisesinde ayine katılır dua ederdi.  Bu kilisenin kubbeleri altın kaplıdır. İstanbul’ın Fatih Sultan tarafından ele alınmasından sonra Moskova kiliselerinin kubbelerini altın kaplatarak III. Roma İmparatorluğu ilan etmişti. Bizim milliyetçilerin altın kubbeli kiliseye girmeleri sanki birazdan biraz ruhlarını kabartıyordu.  Altın kubbeleri bizim kilisenin Rus İmparatorları tarafından kurdurulduğunu ele verir. Sofya’daki öteki kiliseler Osmanlı camilerinin onarımıyla kiliseleştirilmiştir ve kubbeleri kurşun kaplıdır. “Aleksandır Nevski” Rus silahının zafer şanını çan seslerinde yaşatsın diye çok özel bir mimari eser olarak temelden kurulmuştur. Bu incelikleri boylu boyunca anlatmamın nedeni ise şudur:  O gün bu gün Bulgar devletinin resmi merasim kilisesi olarak da kullanan bu dini şaheser, geçen hafta Başbakan Bliznaşki tarafından Bulgar Piskoposluğuna heybe edildi. Bu olay bizim için çifte anlamlıdır. Bir defa Bulgar milliyetçileri dualarını artık Bulgar kilisesinde yapacaklar, yani dua ederken Moskova’yı düşünmeyebilirler, zaten araları da iyice açıldı. İkinci devletin yıllar önce  el koyduğu dini kurum eserlerini Piskoposluğa devreden geçici hükümetin, acaba  Müslüman cami ve medreseleri de Baş Müftülüğe çevirir fikri kendiliğinden uyandırdı. İlk elde, 1487 şaheseri  Karlovo “Kurşun Cami” onarım için el atıyor.

 

Bütün dinlerde çalmak ve aldatmak ahlaksızlıktır. Bizim camilerimiz çalındı, derdimizi kime anlatalım. Ahlaksız olanı ahlaklı yapan ise insan bilinci ve vicdanıdır. Puşkin’i izleyen klasiklerden sonra da yenilerinin gelip yeni çözümler getirmesinde ısrarlıyız. Bilincimizin kutsal evi hafızamız olduğu kadar camilerimiz ve medreselerimizdir. Her şeyi kaybedebiliriz ama hafızamızı ebediyet yaşatmalıyız.  Hafızasını kaybedenin tarihi yoktur, tarihi olmayanın ise geleceği olmaz.

Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Reklamlar