Oya CANBAZOĞLU

Gerçekleri görememek bir eksikliktir. Düşünememek ise bir kangrenleşme olduğundan çaresizliktir. Yani acı sonun habercisidir. Hemşerim doktor hanım gibi ben de bir Varnalı olarak, kötü niyetle, gözden düşürüp yok etmek amacıyla çamur atanlara birkaç söz söylemek istiyorum. Önce şu: Küfür destanı da yazsanız, bir şey değiştiremezsiniz!

Bulgaristanlı Türk toplumu özünden olup fikri açık olan bizler, 1980’lerde uyanan Bulgaristan Türk azınlığının düşünmesini istemeyenler tarafından ülkemizden kovulduk. Zulmün ucu ciğerlerini oymayanlar bir yolunu bulup bizden kurtuldular. Siz sayın okuyucularım, yıllardır devam eden beraberliğimizde bizi görebildiniz,  kendiniz de artık inandınız ki biz kimimiz mühendis, doktor, yüksek mimar, öğretmen, tarım mühendisi, sosyolog, ekonomist vs. mesleklerdeniz. İşimiz gücümüz, ailemiz var. Vatanımızla bağlarımız canlı, vatan sevgimiz güçlüdür. Eitimimizi Bulgaristan’da tamamlayanlar çoğunlukta. Bazılarımız burada bitirdi. Anaokuluna burada başlayıp üniversite mezunu olanlar da karıştı aramıza artık. Gerçekçi olursak, BULTÜR yönetimi aydın kişiler uyumudur. Seyrek kurulabilmiş bir gönül birliği ocağımızdır. Daha önce soydaşlar arasında böylesi verimli ve azimli bir odaklaşma görülmemiştir.

Siz okurlarımızdan bazıları “anti-rafet” ateşi yakmak istiyor. Soydaşımız Sayın Rafet Ulutürk

BULTÜRK Kültür ve Hizmet Derneğimizin 2003 kurucularından biridir. Türkiye’deki Bulgaristan Türkleri dernekçilik anlayışına yeni bir anlam, yeni bir vizyon, biçim ve öz getiren, dernek çalışmalarına yeni yön veren Başkanım Rafet Ulutürk’u yakından tanıyorum. O, Bulgaristanlı Türklerin 1952–53 göçünden sonra yapılandırmaya çalıştığı ve 1976 göçünden sonra da dernekçiliğe edebiyat kulübü havası veren, kahvelerimizi aydınlarımızın vatan özlemini kaşıma merkezleri yapan dernekçilik anlayışına son verdi. R. Ulutürk ölü dernekçiliği dirilten bir arkadaşımızdır. Bu bakıma BULTÜRK Kültür ve Hizmet Derneği ben gibi biraz yaşını almış göçmenlerimizin daha önceden bildiği dernekçiliği ret etmiş ve yerine her bakıma aktif Sivil Toplum Örgütü (STÖ) esaslı çağdaş demokratik düzenlerin ana dayanak noktaları, temel taşı olan dernekçiliği hayatımıza taşımıştır. Kurultay kararlarımızı, forumlarımızda yapılan konuşmaları, düzenlediğimiz ulusal ve uluslar arası sempozyum çalışmalarımızı izlediğinizde yazdıklarıma hak verirsiniz. O da Kırcaali yöresinden bir göçmen olan bu arkadaşımızın faal çalışmaları sayesinde, yineliyorum,  ilk kez olmak üzere göçmen sorunlarımız profesörlerle tartışıldı, TV ekranlarında gündem oluşturdu, bakanlıklara taşındı, Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın masasına kondu. Bu etkinliklerimize yönetim kurulu üyemiz ve Başkan Yardımcımız, o da bizlerden biri olan, Dr.Nedim BİRİNCİ de her zaman öncülük edip yol gösterici niteliklerle katıldı. Sizin de gözünüzden kaçmamıştır uzun bir süre derneğimizi bizzat Prof. Dr. Hayati Durmaz Kurucu Başkanımız yönetip yönlendirmişti. O şimdi de hala Onursal Başkanımızdır ve bizimle beraberdir.

Konuya bu denli ayrıntılı girmemin sebebine gelince, “anti-rafetçilere” bir göçmen, soydaş ve hemşehri ağabey olarak şunları söylemek istiyorum:

Geçen yüzyılın ilk yarısında kapitalist toplumla çelişkiye düşen, toplumun eksiklerine verip veriştiren  “küçük adamı” canlandıran bir senarist-yazar, yapımcı, yönetmen, aktör ve müzisyen olan Ch. Chaplin yüksek öğrenimli değildi. Ana dili İngilizce dışında yabancı dil de bilmezdi. Buna rağmen, dünyada en ucuz ama en etkileyici filmlerini yaptı. 1940’ta dünya İkinci Dünya Savaşı ateşinde yanarken Hitleri sıfırlayan “DİKTATÖR” filmini yarattı. BAŞROLÜ KENDİSİ OYNAYARAK, SAVAŞ DÜŞMANI, BARIŞÇI ANTİ-FAŞİST GÜÇLERE İLHAM VERDİ. Onun bunu yapmasına, boyu, evli olmaması, kiloları vs. vs. engel olamadı.

Chaplin iş hayatına bir “depo bekçisi” olarak başladı. “Sirklerde” soytarılık yaptı.

45 yaşına kadar kendi evi yoktu. 54’ünde evlenebildi vs.vs. ama tüm bunlar onun XX. yüzyılın en çok seyredilen filmlerini yaratmasına ve tüm dünyayı etkilemesine engel değildi.

Arkadaşlarımızın iş hayatına okuldan, camiden, müftülükten, basım hanelerden yada dikiş atölyesinden başlamasını yadırgayanları komik buluyorum. Biz göçmeniz ve ne bulursak o işe tutunuruz, desem sizi incitmiş olur muyum bilmiyorum. Fakat gazete yazılarımızı yalnız kravatlı kişilerin yazması gerektiği gibi bir saçmalık da işitmedim. Terzi ve dikişçi kızlarımıza gazetelerimizde yazı yazamazlar gibi bir kural getiremeyiz, hatta daha aktif olmaları arzumuzdur. Bazı işler yetenek meselesidir.

Ortada geçerli bir neden yokken, dar görüşlü oluşlarına ve kıskançlıklarına yenik düşen ya da para alıp çirkeflik saçmaya çalışan bazı kişilerin görülen işe değil de, insanlara boyuna ve kilosuna ve saç rengine göre değer biçmeleri tamamen yanlıştır. Kavak boyu uzun ama meyve vermez.  Kara kaya ağır ama altı yılan ve kertenkele dolu!

Hayatta önemli olan görülen iştir. 1972 yılından beri ne Bulgaristan’da ne de Türkiye’de soydaşlar arasında 20 bin baskılı Türkçe gazete çıkmamıştı. Rafet Ulutürk’ün yönettiği ekip bu işi yaptı. Gazete çıktı. “Yeni Işık” gazetesi bile ancak bayram arifesinde ya da Todor Jivkov’un veya Leonid Brejnev’ib demeçlerini yayınlarken 15 bin nüsha çıkıyordu. Parayla satılıp okutuluyordu. Rafet Ulutürk gazeteyi bedava dağıtıyor. Bu iş için hayırsever bulmuş, erbap olan kebap yesin. “Halk Gençliği” tirajı 5 bini aşmazken, 1990-1992 “Hak ve Özgürlükler” gazetesi 2 bin nüshayı aşamadı. 1994’te Sofya’da çıkan “Sabah” gazetesi de 5 bin tirajla halkımıza ulaşmaya çalıştı. “Kaynak” dergimizin tirajı bin ile iki bin arasında değişti. Bizim yayınlarımızda Bulgaristan Türk ve Müslüman halkı lehinde çalışmadığından, fayda yerine zarar verdiğinden, ideoloji ve politik anlayış olarak, öz kültürümüze, yaşam tarzımıza ve ahlakımıza, dinimize yaklaşım olarak köklü değişiklikler getirmesi gerektiğinde direndiğimiz Hak ve Özgürlükler Hareketi tomar tomar paralar tüketti ama gazete çıkarmadı, bir dergi basmadı, elimize 2 kitap veremedi. Bu çeyrek yüzyıldır  böyle gidiyor. Milletvekillerimizin, parti liderlerimizin, saraylara hapsedilenlerin, karılarını ve çocuklarını beğenmeyenlerin büyük derdi ancak ve yalnız “lüks” giysili şekil alıp, anlaşılmaz dille konuşup, köylülerimizden, insanlarımızdan etnik halk topluluğumuzdan kopabilmektir. Onlar kendi varlıklarını halktan uzaklaşmakta görüyorlar. İnsanlarımızın içtiği ayranı içmemek, tarhana çorbamızı yememek, suyumuzu kirli bulmak adet oldu. Halktan kopan özünden kopar, özünden kopan, sürüden ayrılan koyun kuzu gibi kurda kuşa yem olur.

Bu bakıma 20 bin adet gazetemizin 20 bin soydaş kapısı çalması olağanüstü büyük önem taşıdığı gibi, işleri görenin insanların boyları ve kiloları değil, zekası olduğuna en büyük kanıttır. Bu işlerin arasında bir başkası da son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 135 yıldan beri ilk defa olmak üzere bir Bulgaristanlı Türkü Bulgaristan Cumhurbaşkanı adayı göstermek ve kendi adayımızla seçime katılmak oldu. Bu tarihi bir olaydır.

“anti-rafetci” grubun kin ve nefret kusmaya başlamasına neden ise, Sayın avukat Vildan Umut Hanımı TBMM aday adayı göstermemiz ve 7 Haziran günü oylarımızı ona istememiz oldu. Anlaşılan hortlayanlar politik savaşım alanına girmemize, sivil toplum örgütümüzün TBMM’ne kendi temsilcisini göndermesine engel olmak istiyorlar ki, bizi kötülemeye ve gözden düşürmeye el kol sıvadılar.

“anti-rafet” saldırısı başlatanlara birkaç sözüm daha olacak.

1712 – 1778 yılları arasında yaşayan ve çağının en büyük düşünürlerinden biri olan Jan Jac Rousseau anasız babasız yetişmiş, ilk işi bir çiftlikte ahır temizlikçisiymiş… Parası olmadığından bütün Fransa’yı yaya dolaşmış ama bin bir güçlüke de olsa kendini yetiştirebilmiştir.

Evliliğine gelince. Abayı 23 yaşındaki (Orlyanlı Tererz Levasör) genç ve güzel bir bayana yakmış. Nur topu kız cahil çıkmış. O güzel eşini güzel sanatlar, müzik, edebi eserler yazma, bir feylesof gibi duyarlı düşünme, eğitip yetiştirme konularında kısa sürede başarılı olacağına inanmış. Evlilikleri ömürlerinin sonuna kadar sürmüş. Rousseau hayat yoldaşı hakkında şunları yazar:  “çok sınırlı, odun gibi, anlayışsızdı, önce doğanın ona bahşettiği zekâyı geliştirmeye çalıştım, doğru dürüst okumayı öğrenemedi, yazarken utanıyorum.” Gönüldür ota da konar …. “Toplum Sözleşmesi” yazarı olan ve asrının ve Uyanış Çağının en aydın kişisinin bu satırları, birisine dil uzatırken, insanın içinde cevher var mı yok mu, varsa ne zaman parlar gibi konularda düşünmenizi öneriyorum. Karanlıkta körleşmemiz milli devlet politikasıydı ve bugünkü sonuçları şudur: Bulgaristan’da yaşayan Bulgarların % 52’si Türklerin ise yalnız % 12’si yüksek tahsillidir. Bu balkıma kalemşorlarımızdan biri olan yetenekli Nafiye Yılmaz için yazdığınız saçmalıkları da eleştiriyorum. 2 yumurta bile birbirine uymuyor…

Burada önemli olan, Bulgaristan Türk aydınlarının 1989 Ayaklanmamızdan sonra duyarlılıklarını ve zekâ parlaklığını yitirip yitirmemiş olmalarıdır.  Türkiye’ye geldikten sonra hepimiz ortam değişikliğine alışırken güçlük çektik. İş seçmedik. Orada zamanını doldurmuş, bize karşı saygı ve hoşgörü sınırını aşmış, zülüm ve ezme balyozunu başımıza indirmiş, hepimize hapis, cezaevi, koğuş, toplama kampı, sürgün eziyeti koklatıp yaşatmış, bizi sömürmekten, ezmeyken, bize, ailelerimize, yakınlarımıza kötülük yapmaktan zevk alan bir rejim zihniyetinden kaçarak geldik. Ne yazık ki, bu zihniyet arkamızda canlı kaldı ve değişmedi. Orada kalan kardeşlerimiz, yakınlarımız, köydeşlerimiz, hemşirelerimiz ancak kötülük, ötekileştirme, asimile etme, zorlama, korkutma ve sindirme üreten bu despotik rejimin prangalarından hala kurtulamadılar. Bize hak ve özgürlük geliyor efsanesi anlatıldı da adil düzen kurulamadı. Bir avuç jurnalci ajana gün doğarken, biz hepimiz kuzda bekletildik ve bekliyoruz. Ülkemizde herkesin komünist-totaliter rejimden memnun olmadığını söylerken, ardından işsizlik, açlık, sağlık hizmetleri laçka olmuş, eğitim sistemi yaralı, sosyal kazanımları kurt yeniği, emeklilik sistemi yetersiz bir sözüm onan “demokrasi” dayatılınca nefesler kesildi. Biz Ahmet Doğan ve HÖH-DPS yöneticilerinden liberal totalitarizm, temsili demokrasi istemedik. Biz totalitarizmin devrilip yok edilmesini yerine de herkes için adalete dayanan bir dolaysız demokratik düzen kurulmasında varız, dedik. Bugünkü ana ödevi her yıl borçlanma olan rejiminin hürriyetleri boğduğunu, kötülüklerin ta kendisi olduğunu hatta hepimize doğuştan bahşedilmiş hak ve özgürlüklerimizi bile rafa kaldırdığını görüyoruz.

Biz ana dili ve öz kültürü ellerinden alınmış bir azınlık durumuna getirildik. TV ve radyolar gün boyu Avrupa Birliği diyor. AB bizim köylerimize ne zaman gelecek? “Olan yerde gene olur!” masallarına doyduk artık. Bugünkü durum eski günleri aratmaya başladı. Ülke “filler” ve “foblar” diye ikiye bölünmüş durumdadır. Kimileri Rusya yanlısı, ötekiler ise Rusya düşmanıdır.

Bugün günlerden 3 Mart 2015. Anlaşılan gizli gizli eski askeri üniforma diktirmişler, külahlar yapmış, sarık kuşak sarmışlar, birkaç kişinin başında Osmanlı fesi, ayağında çarık ve  1878’den depolarda kalan silahları hurdadan alıp “Şipka” tepesinden başlayıp köylerde, kasabalarda “Osmanlı askerlerini” kovalıyorlar. Milletin işi gücü yok. Sorsan neyi kutluyoruz diye, doğru dürüst cevap veren de yok. Olayı anlayanlarsa sanki toptan tatilde! HÖH-DPS hatipleri susmuş tatil sefası sürüyor.

Şu halka 1878’de Bulgar toprakları Osmanlı imparatorluğundan koparıldı ve Rusya İmparatorluğuna takıldı; 1917’de Rusya Çarlık düzeninin de malları söküldü; 1924’te Osmanlı Padişahlığı da nallarını dikti, siz neyi kutluyorsunuz,  deyen olmadı. Dolayısıyla bundan 137 yıl önce Bulgar toprakları bir hasta adamın kucağından alındı ve başka bir hasta adamın boynuna asıldı. Dağda bayırda bugüne kadar bir Rusya bir de Bulgaristan bayrağı asılırdı, şimdi Bulgar bayrağı tek kaldı. Fakat halkın alt tabanında bir  “Kurtarıcı Rusya” sıvası var ve henüz erimedi ki, sahnelen askeri oyunları izleyenler oldukça kalabalık. Burada unutulmaması gereken büyük bir gerçek var. Köy meydanlarında veya dağda bayırda tavuk, koyun kuzu kovalar gibi Türk kovalayanlar, bu toprakların bir de Türk vatanı olduğunu ve 137 yıldan beri kovalanan Türklerin bugüne kadar bitirilemediğini bundan sonra da öz vatanlarında yaşamaya devam edeceklerini kabullenmek istemiyorlar. 3 Mart 1878 bir  devrimin yıl dönümü değildir bu tarihte imzalanan ve 3 ay sonra 1878  Berlin Anlaşmasıyla denetlenen, değiştirilen ve ret edilen bir sözleşmenin imzalandığı gündür. Son 25 yılda bu memlekette Türklerin oyu ve desteği olmadan tek bir hükumet kurulamamıştır. Türklerin oyu olmadan bir tek Cumhurbaşkanı seçilememiştir.

Türkler bu Cumhuriyetin özünden öz ve geleceğinden kopmaz parçadır.

Bu böyle olmaya devam edecektir. Ve biz kimiz sorusunun cevabı da işte budur.

Bu toprakların şerefli sahipleriyiz.

 

Reklamlar