Ramazan geçti, bayramlaştık, bayram tatili bitti.
İşi olan iş başına döndü. Ben de sizlerle Pazar sohbetine oturdum.
Kırcaali’deydim. Arda akıntısında saçlarımı savurdum. Su Aynasına baktım.
Güzelliğimi ve gençliğimi aradım. Sağan gölünde kaybolmuşuz.

Nafiye Yılmaz
Nafiye Yılmaz

İstanbul’da otursam da, doğduğum dağlar şehrinin kokusunu Sabah çayımla içmek için pazardan taze garamık, ıhlamur ve katırtırnağı (akasya) balı aldım. Çarşımız güzel düzenlenmiş. Tezgâhlarındaki mallar aynı. “Molla Çeşme” pazarındaki satıcı teyzeler mekân değiştirip şehir çarşısından belediye pazarına taşınmış, yeni mekânda satıcı müşteriden, müşteri de satıcıdan hala çekiniyor gibi, ürkek bir hava var. “Bir de sen bu malı nereden aldın?” korkusu dolaşıyor göze çarpmadan. Alış veriş durgun.
Bizde esnaflık babadan geçme değildir. Örneğine seyrek rastlanır. Sosyalizimde mal mülk ortak olduğundan esnaf tabakası yoktu. Ortak mülkiyet yeni biçilmiş çimen gibidir. Göz alıcı güzel, kokusu da nefis ama insanlar tek düzedir. Bizde kimse fazla boy atamamıştı, çok zengin olamamıştı. Herkes rahatından fazla bir şey düşünmez olunca, toplumsal düzen durgunlaştı ve dolayısıyla çöküşe geçti. Bu örnek bizim gerçeğimizdir. Şimdi herkesin üzerinde bir gariplik var. Düşünceli görünüş sanki anadan gelme, fakat insanların ne düşündüğü, neden düşündüğü anlaşılır gibi değil.
“Düşün düşün işin bo.tur!” sözleri ikide bir kulağa geliyor.
Bir adamın sırtındakini çıkar, geldiği yeri, mesleğini, düşüncelerini anlayabilirsen anla… Anlayamazsın. Ben doğup büyüdüğüm şehirde bu defa esen farklı bir laubalik, kendine acındırma aldatmacası hissettim.
Önceleri böyle bir şey yoktu. Herkes neyse oydu. “Yeni Hayat” gazetesi Hak ve Özgürlükler Hareketi Başkanı Lütfü Mestan’ın “araba kredi ödediği” yazıyor. Hem milletvekili hem de Hak ve Özgürlükler Partisi Başkanı olarak Mercedes arabası ve şoförü olan Lütfü Mestan’ın banka kredisi ödeyerek, zavallı insanlarımıza “ben de sizin gibi parasızım, ne yapalım görüyorsunuz işte, ben de kredi ödüyorum!” demek istemesi saçmalık değil de nedir.
İnsanımız saftır, temizdir ama fer yalana inanmaz. Mestan’ın bu icadına şaşmamak elde değil. Eski hamam eski tas önümüze çıktı. Daha önce aynı görevde bulunan A. Doğan ökçesi patlak ayakkabıyla gezip kendine acındırmak istemedi mi? Bizi kendisine acındırarak aldattı. O bizi yarınlarımız üstüne ürkütüp korkutmaya çalışmıştı.
“Bosna Savaşı” tehdidi savuruyordu. Sahtekârları sanki aynı ana doğurmuş gibi. Halkımızı şimdi de  “Şu Avrupa işleri belli olmaz. Açlık geliyor! Bir lokma ekmeğe muhtaç kalacaksınız!” zihniyetiyle ürkütmek istemesin bunlar. Zaten biz 1877’den bu günlere kadar hep ürkütülmedik mi, korka korka yaşamadık mı?
Şu “kredi” meselesini bir de birlikte düşünelim. L. Mestan 20 yıldan beri milletvekilidir. Maaşların paşasını alır. Yediği köfteler, makam arabasının benzini hep devletten. HÖH Başkanı maaşı ayrı tabii, hem de avuç dolusu. Eşi Bakanlar Kurulunda anasız babasız Rom çocukları dış ülkelere pazarlama görevindeyken az mı bebe sattı?
Kaynatası Hasan Ali milletvekiliydi. “BULGARTABAK HOLDING”in DEVLET SOFRASINDAYDI.  Bu kapıdan içeri giren sinekler bile yemekten içmekten patlıyor. Sıçanlar göbek salmış, çatlıyor. Demek istediğim Hasan Ali sevgili damadına bir araba alamayacak duruma mı düştü?
Yoksa sabun balonu şişirenler arasında gizli bir sözleşme mi var?
Bir Rus olan birinci kocasından başlandığında ortada kalan Hasan Ali’nin kızı o zamanlar pazarlık konusu olmuştu. HÖH’ten milletvekili seçilirsem Hasan Ali’nin dul kızını alacağını söyleyen bugünkü Başkan seçilememişti. O zaman Hasan Ali HÖH Kırcaali milletvekilliğinden müstakbel damadı L. Mestan lehine vazgeçti. Politik anlayış ve davranışları, ideolojik mayalanışı Hak ve Özgürlükler davasında çok uzak olan, aslında Bulgar milliyetçiliğine yakın duran L. Mestan Bulgar meclisine  bir “Türk demokratı olarak”  böyle zar zor itelemişti.
A. Doğan’ın “L.Mestan ilişkisine dayanan senaryo bu pazarlıkla başlamış ve gizli servis tarafından hain niyetle kaleme alınmıştır. Görüldüğü üzere özü açısından Türk Partisi duruşuna yabancı ve ters olan L. Mestan daha sonraki yıllarda partimizi Bulgar milliyetçiliği ve Çingene çaresizliği yönüne kaydırmış ve Türk, Pomak ve diğer Müslüman kardeşlerimizin öz hakları ve kazanımları uğruna verdikleri asil davalarına ölümcül darbe indirmiştir.
HÖH Bulgaristan Türklerinin 138 yıllık büyük kazanımızdır.
Ezilişimizin diriliş sembolüdür. Bu parlak yıldız A. Doğan’dan sonra L. Mestan tarafından da gölgelenmiş ve kirletilmiştir, davamızın amacı yönünden saptırılmıştır.
Bu tokuşturmaları Kırcaali pazarında dinledim.
“Bir ana evladından vazgeçemez!”  “Biz de HÖH’ten vazgeçemeyiz!” diyenler var. “23 yıl büyüyen bir ağaç kesilir mi? Yerine dikeceğin fidana bel bağlanır mı?” sorusunu yöneltenler var. “Çiçek açar ama meyve bağlamaz!” diyenler de az değil.
Herkes politikacı.
Bu kavgalı tartışmalardan hem ürktüm hem de, tiksindim. Bir de sevindim yerler oldu tabii.
“İnsan ellisinden sonra değişmez.
Ağaç 23’den sonra aşılanmaz!” tezini savunanlar komünistlerden de ileri komünist gibi konuşuyordu. HÖH çinenen Amerikan sakızı gibi bir şey olmuş, çine çine bitmez. Bir gün tükürülür mü bilinmez!?
İşte böyle bir politik havadan etkilenip çok olumlu duygularla ayrıldım Rodop Dağları’nın emsalsiz güzeli şehrimden. Arabamla Haskovo Ilıcaları ovasının andızları ve saman balyaları arasından ilerliyorum. Yaban armudu gölgesine daire sırasıyla yatmış koyunlar önceki kamyondan dökülen teneke kapakları ezen tekerleklerimin çıkardığı sesten ürküp kalktı. Meğeleşerek kaçmaya başladılar. Durdum. Çoban cama geldi.
“İyi ki küsmedikleri zaman değil!” diyerek başladı söze.
“Neden?” diye sordum yüzüne bakarak.
“Çiftleşmelerinden sonraki üç ay içinde ürkütülmeyen koyunlar ikiz doğurur.” diyerek bilge bir bakışla yanıt verdi. Ne demek istediğini, bana neden bu kadar yaklaştığını anlayamasam da, arabanın önüne geçti ve asfalt yola düşmüş teneke kapakları kenara toplamaya başladı. Başını kaldırarak:
“Naylon poşetler de çok tehlikeli o dönemde. Bir çalıya takılıp rüzgârda ürküten ses çıkardıkları için, gördüğüm yerde topluyorum…” gibisinden anlatıyordu.
Ben, gaza basıp yavaşça çekilirken, hamileliğin ilk üç ayında ürkütülen koyunların ek izlemediğini düşündüm, fikrim bugünkü hükümetin yamağı Volen Siderov olayına takıldı.
Demek A. Doğan’a akıl hocalığı yapan politik psikologlar kendilerine göre haklıydılar. Ürken koyunlar ikiz yavrularını düşürüyorsa, aynı şey insanlar için de geçerli olabilirdi! Ürken ve korku içinde yaşayan gelinlerin hamile kalamamasının nedeni bu muydu acaba! Delireceğim…
Sonra, ayağımın gaz pedalına fazla bastığını fark ettim, yavaşladım ve  çocukluğumda bizim bölgede çok fazla Bulgar asker olduğunu, devamlı silah patlatıldığını, çok gürültülü talim yaptırıldığını ve bir sürü başka bağırış çağrışlı şeyler anımsadım ve annemin “Başlarına bela gele secileri, gene başladılar, tavuklar yumurtayı kesecek!” sözleri geldi aklıma. Vay be yani annem herşeyi biliyormuş…
Vay be, A. Doğan Volen Siderov’a para verip havlayan “Ataka” köpeğini üzerimize bilinçli saldı, desene…
Vay Allah’ım. Bazen insanlık tarihinde ne kadar ceza kanunu varsa hepsinin birden yürürlükte olmasını istediğim oluyor doğrusu.
Neymiş efendim, A. Doğan Sofya Mahkemesi’nde duruşmaya gitmemiş. Sen kimsin be anan kulu. Biz hukuk devleti istiyoruz. Vatanını ve halkımı satmışsan cezasını ömür boyu çekeceksin. Yok, artık telefon ettirip de durumu değiştirmek. Bozma ağızımı!!!
Titrediğimi fark ettim. Arabadan indim. Şu memlekette beni ürkütecek hiç bir şey kalmayana kadar kollarımı sıvıyorum!” diye bağırdım.
Anız ovası bomboştu. İşitenim yoktu. Recep Paşa Çeşmesi’nin buz suyunda yüzümü yıkamadan düğmenin başına geçemedim.
Bizi ürkütenleri yeneceğimiz tek güç kaynağı tarihimizdir.
Ürküp stop etmem için bu yolculuğumun neden olduğunu düşünürken, radyo açtım. “Darik Radyo” Pernik bölgesinde 8 kiralık katilin tutuklandığı haberini veriyordu. Yeni otobana çıktım. Alabildiğine gazladım. Caniler 15 000 levaya insan öldürüyormuş.
Ahmet Doğan tayfası daha önce iktidardayken her gün insan kaçırılıyor, kesilen kulaklar, burunlar, parmaklar mağdurların ailelerine gönderilip fidye isteniyordu. İstenen para 1 milyon levadan az değildi. Bir düşünsenize insan hayatı 666 defa ucuzlamış. Vay be…
Zaman geri dönmüş olmasın diye düşünürken, vitese baktım, ileri takmışım. Şükür tabii. Çünkü iktidar hastası şimdiki çılgınlar geri vitesi de ileri hareket olarak kabul edip, “gidiyoruz işte” sakızı çiğniyor. Geri aynama baktım, yan aynama baktım, yola baktım, kimseler yoktu ama tüylerim diken diken, ben ürkmüş, ürpermiş ve korkarak ilerliyordum.
Yazımı bu denli ürpertici bitirmek istemiyorum. Size çok güzel bir haberim var. Bayramda Ankara Orta Doğu Teknik Üniversitesi konferans salonunda 2 500 genç dinleyici önünde konuşan Türkiye Cumhuriyeti Yargıtay hâkimlerinden Metin bey, “O Günler De Gelecek!” yazımdan gizli servis ajanlarıyla etkileşimi anlattığım “Gelin Armudu” bölümünü ve “devrimlerin kitaplarını yazanlar devrimleri görememiştir” fikrimi açtığım bölümleri okumuş, salon düşüncelerimi ayakta alkışlamış.
Böbürlendimse özür dilerim ama işitince çok gururlandım, Bulgaristan Türkleri adına tabii…

Reklamlar