Sevilcan YÜCE

Konu: Kendi dünyamızda yolculuk                                         

Edebiyat kavgası siyasi bir kavgadır.

Davaya omuz verelim kardeşler,

Memleket kavgası,  hürriyet kavgasıdır,

Şarkısı, türküsü, şiiri, hikâyesi, masalı, taşlaması, fıkrası, destanı ve romanı olan gülen ve güldüren, dinleyen ve dinleten insanlardın toplamıdır bir millet. Hani büyük ve küçük milletler var diyorlar ya, hani millet olduğumuzu tanımamak için bize etnik falan filan diyorlar ya, hepsi boş laf, çünkü tohumların irisi ufağı önemli değildir, önemli olan o tohumun çatlayabilmesi, toprağı delebilmesi, güneşe sevinebilmesi, suyu emebilmesi ve köklenerek yapraklanıp açması ve tozlaşıp sarma hüneridir. İşte bu özelliklerin hepsi var bizde, hem de öyle bir var ki, bizim özelliklerimizle var olan başka hiçbir varlık yok.

Halk sanatımızla girelim,

Ar gelir Osman aga, ar gelir,

Safiye’me karyola dar gelir.

Varma başka bir millette böyle bir söyleyiş? Yoktur ve olamaz!

Türkülerimize geçelim,

Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar

Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler

Annesinin bir tanesini hor görmesinler

Uçan da kuşlara malum olsun

Ben annemi özledim.

Hemen annemi, hem babamı

Ben memleketimi özledim.

 

Bu türkü bizim canımızdan ciğerimizden değil de nerelidir?

Köyümün dikenleri bana gül oldu” gelmiyor mu bu mısraların devamında?

Ve bu bizim bir asır hayatımızın özünün özü değil midir?

Kaç defa göç yaşadık!  Köyümüzün dikenleri kaç kez güç açtı rüyalarımızda! Şu derelerde akan gözyaşlarımız değil mi?  Irmaklar ve dolup taşan seller?…

Ve artık bir uğultu var bizim oralarda, gökten gelen inilti şöyle diyor.

 

Baklasını karalamakla

Kendini aklayamazsın…

 

Başkasını yalamakla

Kendi yaranı kapatamazsın…

 

Önce kendinle barış

Sonra el işine karış…

 

Türkleri kovmakla

Kendine yuva açamazsın…

 

Bu gerçek bizim hayat felsefemiz oldu. Nerede yaşadığımız önemli değil. İçimiz hep huzurlu.

Çocuklarımız dünya sahnelerinde piyanist yarışlarından ödüllerle dönüyorlar.

Davet edilseler, mutlaka en büyük ödülü alırdı şairlerimiz.

Ama kimse çağırmıyor ki bizi ozan yarışlarına.

Yalın sesimiz herkesi yakacak korkusu var içlerinde…

Bizden William Shakspeare gibi şair yetişmez.

Bunu yapsak, dünya ve Bulgarlarla sorun yaşamayız.

O zamanların büyük üstadı yaşadığı krallı, kontlu dünya ile başa çıkamayınca, 8 asır geriye taşımış toplumu! Çağının eşek ve attan başka taşıtı olmadığından semerlilere yüklemiş o günlerin çelişkilerini ve eski tarihin sararıp solan sayfalarına işlemiş nakışlayarak. Aklından geçeni Hamlet’e söyletmiş. Hıncını Kral Lir’den çıkarmış. Sevemediği Jilet’i Romeo’ya sevdirir. Dünyaya balkon aşkları yaşatır.

Shakspeare, herkesin beni anlaması şart değil deyip günümüzde kabarmasını istediğimiz hamura bol bol soda bikarbonat ektiğimiz gibi,  o günlerin kısır söz hazinesine sıkıştırmış kimsenin bilmediği ve anlamadığı söz ve değimleri! Okudukça alışırlar, sevdikçe öğrenirler, anladıkça açılırlar. Sevmeyi öğrendikçe kendileri de sıvazlamaya başlarlar umuduyla döktürmüş de döktürmüş. Hayat böyle işte! Dünya kıskançlar dünyası.

Shakspeare’inin kalemi “patates” sözünü, ne “kumpir” ne de “mömek” olarak işlemiş. Bizim şarkı, türkü, öykü ve romanlarımızda 100 yıl öncesine kadar adı geçmezdi. Kolay alışıp hemen sevmiş olacağız ki, fıkralaşmasına fırsat tanımamışız. Büyük yazardan sonra önce Hollanda’ya ardından da Hamburg’a inen patates çuvallarından çıkan tohumlar Alman kumsalını sevmiş, kardeşleşirken irileştikçe irileşmiş. Burada da başka bir sorun yaşanmış. Milletin kumpir yemeye alışması zor olmuş. Nitekim sonunda yalnız Almanlar için geçerli “patates göbeği” sözü ve patates göbekli biriysem ben Almanım yani Alman milletimden biriyim inancı doğmuş.

Ve biz de aynı çileyi yaşadığımız için, hepimizin isimleri değiştirildiği, hepimizin ana dili ve dini yok edilmek istendiği için bir milletiz. Onlar patatesçi milletse bir de haklarımız ve özgürlüklerimiz için birbirimize omuz vermiş direndikçe direnen bir milletiz.

Şu bizim Ahmet Şerif Şerefli var ya, ne diyor?  “Türk Doğduk Türk Öldük” kitabında askerliğimizi anlatırken ucundan dokunduruyor.:

Şu üstü kireçli gençler, yıllardır iskelelerde çalışırlar.

Aralarında yıllardır

            Ekmeği, sigarayı, güçlükleri paylaşırlar.

Ve inip iskelelerden

            Geceleri narlarda sırt sırta uyurlar!...”

İşte böyle yazdın mı, yani hayatın kabuğunu ceviz kabuğu kırar gibi kırıp içini açtığında, kıskanan olur adamı.  Ne oldu? Bizde askerliği yasakladılar. O sırt sırta verip kireç kokusuyla kaynaşırken biraderleşmemizi aldılar elimizden… Biz kardeşleşirken kokunun çekini ve sayısız çilenin içinde Türk kimliğimiz de patates gibi büyüyor ve içimize sığmaz oluyordu. Kardeşlik mayamızsa beraberce ezilirken hepimizden damlayan terin tuzudur. Kaynaşma kavgasında doğdu ortak umutlarımız? İnlememiz, oflamamız,  bol bol kalaylı küfürlerimiz ve rüya kâbuslarından gelen iniltili sesler bizim gramer kurallarına sığmayan anadilimizdir. Biz hepimiz birer Shakspeare’iz, çünkü en yasaklı dönemlerde bile bakışarak, sırıtarak, baş sallayarak hep anlaştık. Biz bir milletiz.

Ve şiirimizle başkalarına akıl verme hevesinden de vazgeçelim artık?

Dünyada ne kadar dil öldürüldüyse

O kadar da millet öldürülmüştür…”

Dedir mi, denmemeli, çünkü bunu öğrenen düşman neyimize saldıracağını öğrenmiş oldu. Dilimizi yasaklıyor. Anadilimizde konuşmamıza kelepçe takıyor. Konuşmadan anlaşacaksınız, öpüşmeden sevişeceksiniz, besbelli bunu demek istiyor. Çünkü öpüşürken dudaklar birbiriyle konuşuyormuş. Al başına belayı… Bunlar hepimiz için geçerli olduğu için biz bir milletiz.

Sonra çal kalem ben yazabiliyorum, içimden geliyor, gönlüm kaynıyor deyip, aklına geleni yazmayacaksın. Şöyle yani şu şairin istediklerine bir bakın lütfen.

Memleket isterim

Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;

Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.

 

Memleket isterim

Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;

Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.

 

Memleket isterim

Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;

Oyun oynayan çocukların anadili olsun.

 

Tabii biz aynı çocukların “Kel Oğlan”, “Köroğlu”, “Allat tin’in Lambası”, “Peri Kızı ve Çoban” ve “Bin bir Gece Masalları” olsun istiyoruz.

Kendi kitaplarımız var bizim, birçokları kafamıza yazılmış, hep bizi anlatan! Kimisinde ardıç ferahlığına kekik kokusu karışmış, diğerinde atalarımızın sevdiği gül rengi lavanta mavisi nakışlı; eli kalem tutan oğlanın yazıp çizip hainlik etmesini önlemek isteyen babanın parmak  kesişi işlenmiş acılı sayfalarda; halk birikimimizin esansını ninnileştiren anneler, nenelerin bakışla Türklük açılayışı farklı konular.

Atasözlerimiz var bizim. “Ahlak pazarı yoktur” ; “Dil ve din en büyük nimetidir” diyen.

Fıkralarımız hep uyarır. “Güvenmeyin!” “Aldanmayın!”  “Başka milletten olan kimseden borç para alınmaz.” Kötü huylular vardı bizim fıkralarımızda. Akrep anlatılır mesela! Ve hemen gelir arkası:

Akrebin yolu ırmağa çıkar. Su yakadan yakaya, geçebilmenin yolu yok.

Bakınırken bir kurbağa görür. Sazlık kenarına yaklaşır ve

  • Kurbağa kardeş, bir zahmet, geçirsene beni öte yakaya, der çok acınası bir sesle.
  • Sen bana acımazsın, sokup öldürürsün, bilmem mi ben seni, olur aldığı cevap.
  • Sokar mıyım hiç! Sokarsam ben de boğulurum ve geçemem, der acınası ama ısrarlı sesiyle akrep.
  • Mademki böyle düşünüyorsun, iyi öyleyse, deyen kurbağa,  bin sırtıma, der.

Akrep kurbağanın sırtına ve girmişler ırmağa.

Tam ortada akrep kurbağayı sokmuş.

Bunu fark eden kurbağa, başını akrebe çevirerek:

  • Neden yaptın bunu? Söz vermiştin hani? Dediğinde kurbağanın cevabı şu olmuş:
  • Huyum böyle, elimde değil!

Biz işler böyle, biz hep uyarılarak büyüdük. Gün geldi hep aldatıldık, kapana düşürüldük. Acıyılar yaşadık. Şarkılarda dendiği gibi “Bülbüller ötmez! Ozanlar yaratmaz oldu!

Ne destanlarımız var bir bilseniz! O kadar acılı ki, belki de gün gelecek ve her notası 3 teli birkaç diyesi yepyeni müzik aletlerinde dillenecek. Hani şu Kırımlı sanatçı kızımız var ya nenesinden dinlediği ahitlerle Evro-vizyon Şarkı Yarışmasına çıkmaya hazırlanan, henüz söylemeden şarkısını zalim Putin’i delirtmeyi başaran, işte öyle bir şey bizim ki… Bizim bir millet olarak söylenmemiş ahitlerimiz var.

Romanlarımız da var vatan toprağımızı herkesten fazla sevdiğimizi anlatan. Yüz yıllık derdi harflerle oya gibi işleyen, fakat henüz görücüye çıkarılmayan. Kafalarımızın içi rastlanmış ciltlere uzanan gençler bekliyor. Biz gelirken baştanbaşa meyve yüklü bahçeler bırakmıştık tadı damağımızda. Doğamı öksüz kaldı, biraz küs bize, yeniden kaynaşacağımız günü bekliyoruz. Sevdalıyız hala o bize bizse ona. Biz doğasına sevdalı bir milletiz.

Devam edecek.

Reklamlar