Tarih: 15 Ocak 2019
Yazan: Neriman KOLYONCUOĞLU
Konu: Okudukça okuyasım gelen büyük Şair.
Nazım’ın şiirinden söz ediyoruz. Bizim bayırlarda ahlat olurdu. Göynür göynür dökülürdü. Pınara dereye koşup yıkamadan çöpünle çekirdeğinle yenirdi. Kimse sana mı demezdi. Nazım da baştan sona tam böyle sorusuz sualsiz bir bütündür. Işık gibi. Sevgi ve sevda gibi… Gönüllere doldukça köpüren ve köpürdükçe özüne dönen, Türk kimliğidir Nazım Hikmet!
Bir damla su nasıl ikiye bölünemez ise, ahlatı yiyen nasıl doymak bilmez ve başka bir tat aramazsa, Nazım’ı okumak da en güzel denizde yüzmek gibidir.
Okuyan bir daha, bir daha okumak ister. Ezberinde taşımak, duyumsadıkça şarkısını söylemek, sevdikçe sevmek ister Büyük Şairi. Hece fazlası, hece eksikliği, ses fazlası, ses eksiği olmayan, dağlardan kopmuş, mutluluğu arayan bir şelaledir onun şiiri…
Nazım’ın devliğini ölçecek bir terazi, kantar ve elektronik tartı icat edilememiştir.
1951’de memleketime geldiğinde herkes toprağından koparılmış ve yola dökülmüştü. Göç vardı. Tarihimizde ondan önce “Durun!” deyip Bulgar pasaportu ve Türkiye vizesi yırtıp yakan olmamıştı. Sel durdurmak nedir bilir misin sen?…
14 Ocak 1902’de Selanik’te doğdu. Yaşasaydı 117-sinde olacaktı. Mustafa Kemal’le hemşeridir. Onun yönettiği emperyalizme karşı halk güçleri ordusuna o da gönüllü katılmak istedi. Dünya görüşü farklı ve kalemi çok sivri olduğundan dolayı 11 ayrı davadan yargılandı. 12 sene içerde kaldı. İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa hapishanelerinde yattı. Ama hemşerisinin başkomutan olduğu o kutsal savaşı “Kuvayı Maliye’de” destanlaştırırken baştanbaşa baştan sona, karış karış, hem de her mermisini sayarak, araba gıcırtıları ve top sesleriyle yaşadı. Fatma kadınlar, Emin Çavuşlar hem canlılar hem de şehit olanlar.
Vatan ilhamı, Sofya’da oluşan Namık Kemal’den duygulanıp dolmuştu. Türklüğün gök kubbesini çizen Yahya Kemal Bayatlı’nın elinden su içmişti. 300 yıl gerileyen bir millette düşmanı denize dökecek kuvveti bulan Mustafa Kemal’i tanıdı ve “hava toprak gibi gebe” dedi. Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşunu, bayrağını, milli marşını ve hele hele yeni Türk dilinin doğuşunu kutladı. Yaza yaza, anlata anlata dillerin en güzelini, en zenginini ve en ahenklisini yaratırken şiiri de gerçeküstü anlayışın imkânlarıyla buluşturdu.
Nazım Hikmet kendini ve yaratıcılığını şöyle anlatmıştı:
Şiirime Dair
Ne binecek sırma palanlı bir atım,
Ne bilmem nerden geliratım,
Ne mülküm, ne malım var.
Sade bir çanak balım var.
Rengi ateşten al
Bir çanak bal.
Balım her şeyim benim…
Ben
Mülkümü ve malımı
Yani bir çanak balımı
Koruyorum haşarattan
Bekle kardeşim bekle..
Çanağımda
Balım olsun,
Gelir arısı
Bağdat’tan….
Nazım bize gelmezden önce, biz vatana “bizim orası”, memlekete “köyümüz” derdik.
Her ikisinin de özünde Vatan vardı. Yeni evlerimizi toprak sevgisiyle, insan sevgisiyle kendi köyümüze büyük bir ilhamla kurardık. Her evde her köydeşin teri vardı. Köy bizim için vatandı. Birleşip kaynaştığımız ve ölünce de cennete kavuştuğumuz yerdi.
Nazım bizim köylerimize geldi. Müslüman ümitsiz olmaz. Elinizdeki fidanı kendi toprağınıza dikeceksiniz ve o güzel günler mutlaka gelecek, dedi.
Dünyanın en büyük şairlerinden biri olan Nazım Hikmet, insanlarımızla ağabey, abla, kardeş, bacı, yeğen amca, dayı samimiyetiyle konuştu. Kendimizi anlatırken dinlemezler, anlamazlar diye kullanmadığımız “tütün rengi”, “gülkurusu”, “balköpüğü”, kazayağı” “vişneçürüğü”, “pişmiş ayva” ve “kavuniçi” gibi ifadeler kullandı. Bize Türklüğümüzü hissettirdi. Hepimizi ruhsal kaynaşma sıcaklığıyla kucakladı. Kollarına aldığı çocukları bir baba ve dede şefkatiyle okşadı, öptü. “Oğlumu (Kızımı) okutun, dedi.
Nazım ilk Bulgaristan ziyaretinde Türk köylerini birer birer dolaştı. “Sabah şerefleriniz hay rolsün!” diyen yerlilere “Hayırlı sabahlar!” selamını verdi. Vedalaşırken “Allaha ısmarladık!” diyene “Güle, güle” derken Türkçe’mize renk kattı.
Nazım’ı halka tanıtmak amacıyla yapılan konuşmalarda yerli öncüler, “ana kuzusu değil, mücadele adamıdır”, “yaşadığı hayat ateşten gömlek”, vb deyimlerden, düzenli bir dil kullanışından etkilendi.
Nazım Hikmet özellikle Deliorman köyleri gezisinde, Büyük Savaştan önce büyük sayıda okulun kapanmasına rağmen, köylülerle temasında zengin bir Türkçe söz varlığı, halkın bilgi dağarcığını dolu bulduğu ve inançların bozulmadığına şahit oldu.
Türk dili ve Türk edebiyatı ve kültürünün erişilmez direğiyle bir kütük üstüne oturup bir kaçak sarmak ve dört sözün başını kırmak için eşek ve katırlarla gün boyu gelen ve sonunda bir de fotoğraf çektiren yaşlılarla sohbetlerde mutluluk yaşarken, Nazım da insanımızın kokusunu nefes etti, dilimizin ahengini duyumsadı.
O, Bostanlığa girip kendi elleriyle kavun karpuz kopardı, bağ ve asmalarımızdan üzüm salkımı kesti, gelinlerin kendi elleriyle açtığı böreklerden tatma fırsatı yakaladı. İlk gelişinde, bütün okul ve okuma evlerimize “Nazım Hikmet” adı verdik.
“Milli bir edebiyat ancak milli bir dille yaratılır” sözlerini ondan işittik.
O yıl Bulgaristan’da Nazım Hikmet’ten şiir ezberleyen ve fırsat belirdikçe topluluk önüne çıkıp okuyanlar en mutlu kişilerdi. “Kerem Gibi” şiiri en fazla alkış alıyordu. 1989 Mayısında “Kerem Gibi” şiirinden “Ben yanmazsam! Sen Yanmazsan! Biz yanmazsak! Basıl çıkar karanlıklar aydınlığa?” dizeleri mücadele bayrağımıza yazıldı. 1990 Haziranında ilk özgür meclis seçimlerinde Turgut Şinikar, Hikmet Efendiyev, Sabri Hüseyin ve diğerleri hak ve özgürlük davamıza bağlılık andı yine bu satırlarla içildi. Kültürümüzün “altın çağı” imzasında Nazım Hikmet adı büyük harflerle yazılmıştır ve bu gün de köke dönme mücadelemizde yüreklendiren ana hedeftir.
“Bahri Hazer” şiirinde “Hazer’de doğanın, Hazerdir mezarı!” sözlerine vurgu yapılıyordu. Görkemli bir hazırlıktan sonra Bulgaristan Türkleri Nazım Hikmet’in 8 ciltlik toplu eserlerine kavuştu. Türk liselerinde, Türk pedagoji okullarında ders gören gençlerimizin hepsinin masasında Nazım Hikmet külliyatı vardı. Herkes Nazım gibi Türkçe konuşmak ve Nazım gibi yazmak istiyordu. Dağ başlarını delip aktıkça akan genç kalemlerin satırlarında Nazım rüzgârı vardı. Bu akış eski Türkçenin çengeline takılı kalanları, Türkçemizi Arapçadan sökemeyenleri, zamanı geçmiş maneviyattan kopamayanları her geçen gün geride bıraktı ve Bulgaristan Türk Edebiyatını yarattı.
Nazım Hikmet’in Bulgaristan’a yaptığı birinci ziyaret ve 150 bin kardeşimizi götüren göç selini durdurması, halkımıza güven ve umut aşılaması, bizim için neredeyse Büyük Atatürk’ün Sakarya’da Yunanı durdurması ve geri püskürtmesi kadar önemlidir.
Nazım’dan sonra Bulgaristan Türkleri yeniden yeşerdi, Türkçe okullar, liseler açtılar, Sofya Üniversitesinde 5 Fakülte Türkçe programla kadro yetiştirdi. Bu ilk ziyaret esnasında Nazım, Bulgaristan’a ve Bulgaristan Türklerine hitaben şiir yazmadı. Onları tanıdı. Kucakladı.
1957’de ikinci ziyaretine gelen Büyük Üstat bizde 8 şiir kaleme aldı ve onlardan bir kaçını 117 doğum yıl dönümünü anarken birlikte okuyalım.
VAPUR:
Yürek değil be, çarıkmış bu, manda gönünden
Teper ha babam teper
Paralanmaz
Teper taşlı yollar.
Bir vapur geçer Varna önünden,
Uy Karadeniz’in gümüş telleri,
Bir Vapur geçer boğaza doğru.
Nazım usulcacık okşar vapuru.
Yanar elleri…
27 Mayıs 1957, Varna
MEHMET
Karşı yaka memleket,
Sesleniyorum Varna’dan,
işitiyor musun?
Memet! Memet!
Karadeniz akıyor durmadan,
Deli hasret, deli hasret,
Oğlum, sana sesleniyorum
işitiyor musun?
Memet! Memet!
Varna, 29 Mayıs 1957
SOFRA
Şu Varna deli etti beni,
divane etti.
Sofrada domates, yeşilbiber, kalkan tavası,
Radyo “Ha uşaklar”, Karadeniz havası,
Rakı kadehte aslan sütü, anason,
Uy anason kokusu!
Ahbapça, kardeşçe konuşulan dilim…
A be islah be, islah be halim…
Şu Varna deli etti beni,
divane etti.
6 Haziran 1957, Varna
MAVİ LİMAN
Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın
Kubbeli, çınarlı mavi bir liman
Beni o limana çıkaramazsın…
Balçık, 1 Temmuz 1957