Dr.Halide ÜMİTFER
Ben bir Varnalıyım.
Karadeniz sularının toprak karasıyla kaynaştığı ve birbirine ısındığı aydır Mayıs ayı. Bir de doğanın tamamen açtığı ve çiçek kokularıyla deniz kokusunun buluştuğu güzel günler. Denizin nuru, ışığı değişir baharın açmasıyla. Güneş bir başka doğar mavi sulardan. “Geliyoruz” havasıvardır deniz sularındaki pırıltılar. Bizim de suyumuz sopumuz ışıktır, nurdur, biz de sizden birileriyiz der sanki deniz havası insanlara…
İlk baharın bu manzarasına annem “Aman yarabbi, ne güzel yarattın” derdi.
Babam, başka bir nazarla bakardı denize. Hepimiz aynı tohumuz, ama biz ne balık ne hayvanız, biz bambaşkayız, derdi babam. Hayvan yaratılışını bilmemektir. Doğa uyanır, serpilip açar, güzel kokar, denizle kaynaşır ama yaratılışını bilmez derdi, babacığım. Bunu herkesin duyabileceği bir tonda ve kimseyi ikna etmeye çalışmadan söylerdi. O da hepimizin aynı nurdan bir ışıktan geldiğimize, domateslerin, ayvanın, böceklerin, balıkların geldiği yerden geldiğimize inansa da, bunu bilmek insan olmak demektir, diye eklerdi. Babam okumayı seven bir adamdı. Bazen evimizin balkonuna oturur, gözlüklerini takmış kitao okurken bir denize, bir ağaçlara, bir yoldan geçenlere, havlayan köpeklere, ayağına sarılmış uyuyan sarı kedimize bakar ve atamızı, dedemizi bildiğimiz gibi bu sonsuz alemin özünü bilmeliyiz kızım derdi. Onun iöçin herşey insanda saklıydı. Benim atam, dedem neyi tartışmış, biz bugün seninle aynı şeyi tartışmalıyız, derken, düşüncelere daldığı yüzünden okunuyordu.
Dinimiz, “herkesinaklı kendi başındadır” dese de, babam insanların ortak aklı olduğuna inanıyordu. 1985’ten sonra hep “insanları aşağalayarak, insanları döverek, zorla adını değiştirerek, kültürünü yasaklayarak” bu işler olmaz diyordu. 1989 Mayısında açlık grevleri Deliorman’dan, Şumen köylerinden Varna köylerine taştığında, “ortak akıl” harekete geçti demişti. Bu halkın orta aklı okunmadan, yol göstericileri dinlenmeden “işler sarpa sarar” deyip durdu.
Tam da Ayaklanmanın alevlendiği günlerde, babam bir Hoca masalı gevelemeye başlamıştı. Dostu olan Bulgarlara da ballı ballı anlatıyordu:
Nsreddin Hoca bir gün eşeğe yükünü yüklemiş. Eşek, Hoca başında olmadan durmak yok, yoluna devam kendiliğinden pazara gitmiş. Kendiliğinden alış veriş yapmış. N. Hoca başında yok. Alıyor malı, millet parayı heybeye atıp gidiyor. Herşey kendiliğinden yani. (Bizim isimlerimizi kendimizin gönüllü değiştirdiğimiz gibi) “Bundan sonra sana eşek deyen şerefsizdir” diyor. Bundan sonra senin adın kahraman (Bulgar) diyor. Yeminim olsun eşek diyemiyeceğim, diyor. Birkaç yıl geçiyor, yolda sözde birlikte giderken eşek, hiç beklenmedişk bir anda, yolda çamurlu bir çukura düşüyor. Debeleniyor, çıkamıyor, debeleniyor, çıkamıyor, düştüğünü belli etmemek için elinden ne gelirse yapıyor, ama çamurda kalıyor. Hoca bakıyor, eşek çok basiretsiz. Küçük bir çamurdan çıkamıyor. Eşeğe: “Kulakların neye benziyor biliyorum. Kuyruğun da neye benziyor biliyorum, yüreğini ve ruhunu da biliyorum, ama yeminim var, sana eşek diyemiyeceğim,” diyor.
Bu anımsama, babamın 1989 mayıs fıkraların-dandır.
Benim dedem neyi tartışmıştır. Eminim, Bulgar’ın Bulgar-lığını tartışmamıştır. Babam her şeyin herkeste olduğuna inanıyordu. Güzellikleri her insanda ararken, bir farklılık bir kimsede ayırt edici bir meziyet, kabiliyet sezdiğinde çok sevinirdi. Bulgar Türk Çingene ayrımı yapmaz, “herkes insandır, hepimiz aynı yoldan gelmişiz” derdi.
Onun için dünya dönüyor ve bu dünyaya gelen insanlar “sevişmeye” gelmişti. Koklaşmadan, sevişmeden hayatın devamı mümkün değildi. Yeni güzelliklerin yolu insanların karşılıklı anlaşmasından geçiyordu.
Yazımda bunu konu etmemin sebebi, A. Doğan, o da hemşehrimiz sayılır, öz babası Varna Çingene mahallesindendir, işittiğimize göre, “babasını ret etme” kararı almış. Babası ölmüş olsa bile Bulgaristan “Dırjaven Vestnık” gazetesinde yayınlanan bir mahkeme kararı ile bu iş oluyormuş. Zaten, adamcağız da, hayattayken Ahmet’en vaz geçmeye niyetini eş dostla görüşmüşmüş. Fakar, av. İv. Dobrev’e başvurduğunda, “yapma bütün ülke bir daha çalkalanacak,” “sen onu rat etsen bile Ahmet Bulgar olmaz, milliyetçilik Avrupa hastalığıdır, Türk’te Çingenede yoktur, size henüz bulaşmadı, bu bir azınlık yaratma hastalığıdır.” deyince, iş yerinde kalmıştı.
Fakat Ahmet ısrarlı, orta yol bulalım demişler, bu işin güzelliği olmaz, demiş ve kestirip atmış. Bırak şu saçmalıkları insan babasını seçemez, kısmetin buymuş, deseler de nafile, nihayet kararın gerekçesi anlaşılmış.
Ahmet’in öfkesinin dayanak noktasında “ben bir şopar olarak dilencilikten kurtuldum ama gelip beni tebrik etmedi; Varna Vladislavova’da aç susuz parasız sürünürken yanıma gelmedi; askerde ihbarcı şeytan oldum, gelip ne yapıyorsun, demedi; sahteden hapis yattım, neden içeri düştün diye sormadı; HÖH adında partiye çoban oldum, sonra “lider” dediler gene gelmedi, Sofya’da evsiz barksız süründüm, sonra Saraya girdim, tebrik ederim demedi, bana küsmüş, neyleyim böyle babayı?”
Babasının küsme nedeni ise şuymuş:
“Bizim cepçiyiz, bizimki mafya olmuş, oligarşiye yalakalık yapıyormuş” bu, bizim ne suyumuzda ne de kanımızda var, demiş ve yüzünü görmek istemem, demiş. Ahmet ne kadar büyük olursa olsun bulgar ceza yasalarında hırsızlığın soy boy araştırmasını zorunlu kılan bir hüküm yok.
Halkın ağzında dola-şansa şu:
“Bulgar’da bir defa hapse giren, mutlaka bir daha girer!”
Bir Defa Hapse Giren Mutlaka Bir Daha Girer
Reklamlar