Galip SERTEL
Bir daha,bir daha eller taşın altına beyler!
Şu sanal alemde fikirlerin açık ve net çarpışmasında doğan hakikatlerle, sağduyulu yorumlarla, iyi niyetlerle eller taşın altına beyler.
Bu çağrı ne benim,ne senin,ne de falanca filancanın.Bir yirmi birinci asırda Bulgaristan Türklüğünün usul usul kararan ufkunu aydınlığa kavuşturma çabalarının çağrısıdır ki, ata vatanımızda gümbür gümbür üstümüze üstümüze gelen bir trajedinin çığlığıdır…
Dünyada, hayatta var olma, ayakta kalma mücadelemizin gündemidir. Bugün bizler, ellerimizi taşın altına koyamazsak, koymazsak, yarın öbür gün bu işi kimler yapacak?
Çok çok taş atıp, saç baş yolunacak…
“Tamam doğduğumuz topraklarda anılarımız var. Tanıdıklarımız var. Özlüyoruz..”(Şaban Ali Aydın)
Bir taş-baş ikileminde şair Ümit Yaşar Oğuzcan dizeleriyle çıkalım yola :
“Taşımı başlara vurdum
Düşman oldular
Başımı taşlara vuracağım
Pişman olacaklar”
Hayır, hayır ey şair, eğer biz bugün elimizi taşın altına koyamazsak, koymazsak o taşın altında torunlarımız kalacak, üzülecekler ve onlardan başka kimseler pişman olmayacak. Zira iş işten geçmiş olacak ki, tıpa tıp bir “Bad el harab ül Basra” deyiminde gibi…
Yani Moğolların Basra’yı yakıp yıktıktan sonra “Basra harap olduktan sonra diye” bir deyimdir ki ,asıl olan yok olduktan sonra, kalanlar neye yarar anlamında…Belki bu acı gerçeği yaşamamak, yaşatmamak içindir yorumlarımız, çabalarımız:
“Ey efendiler bugün Kuzey Bulgaristan’da yeni bir etnik model doğuyor…
ANADİLİ BULGARCA OLAN TÜRKLER.”(Nesrin Sipahi Kıratlı.)
” Vatan ana dildir. Vatanın sınırları ile dilin zenginliği arasında bir paralellik vardır. Dilinizi kaybederseniz vatansız kalırsınız.”(Cevat Çırak)
“Türküm demek yetmiyor. Önce konuşmayı, sonra da okumayı öğrenmeliyiz. Çocuklarımızın okulda Türkçe okuması şart.”(Nasuf Dail)
“Türk çocukları okul çantasında Bulgarcanın yanında Türkçe ders kitabı da taşımalıdır” demişler.
Ne güzel demişler ama sanal köşelerde Bulgaristan Türkleri Edebiyatı adına bir yorumda:
“Yetişkin şair ve yazarları kutluyorum, ancak torunları okullarda Türkçe okumuyor ???”
diyerek Nesrin Sipahi Kıratlı, yazarları, şairleri “torunları” diye bir zanla ödüllendirip, yarın ahirette bile hesabı verilemeyecek acı bir gerçeğe parmak basıyor…
Kalem kılıçtan keskin de olsa, neylesin şair, yazar ki, ulu sultan bile “Vermeyince Mabut, neylesin Mahmut” diyerek es geçip duruyor acı halleri…
Bulgaristan’da, demokrasinin tozpembe havalarında, şurada çeyrek asırdır devletin güzelim okullarında, göz göre göre ZİP’lerle (MECBURİ SEÇMELİ DERS), SİP’lerle (SERBEST SEÇMELİ DERS) gibi bir takım uygulamalarla, ayak oyunlarıyla Türk çocuklarının Türkçe ana dilini öğrenme hakkı hasır altı edilip resmen gasp edilmiş…Halbuki anadili, anamızdan öğrendiğimiz dil, kendi dilimiz, öz dilimiz, benliğimiz, kimliğimiz ve senin çocuğun, hür doğduğun bu topraklarda, vatandaşı olduğun devletin güzelim okullarında, doğru dürüst, planlı, programlı bir şekilde anadilinde eğitim almıyor, alamıyor 1970 yıllarından beri…Dumanlı kurt havaları yaratılıyor anadili deyince…
Sözde “totaliter rejim” çöktü ve çok büyük vaatlerle, büyük büyük ümitlerle bir Demokrasi geldi mi, getirildi imi 1990 yılında…Gelmesine geldi ama torunlarımız, evet torunlarımız Türkçe okumuyor. Okumuyorlar değil, okutmuyorlar bin bir engel yaratarak, türlü türlü bahaneler uydurarak ve:
“Biz bu acı gerçekleri, şiirlerimizde ve yazılarımızda yazacağız. Belki duyanlar, öğrenenler olur büyük acılarımızı. İçimizde top top olmuş, katmerli yaraları….
Belki okuyanlar olur.”(Mehmet Şakir)
Ve yıllar, yıllar önce Keçecizade Fuat Paşa’nın söyledikleriyle devam edelim:
“Elli sene vardır ki, Avrupalılar Türklerin akşama çıkmayacak kadar hasta olduğunu söyleyip durmaktadırlar. Biz bu kehanet tarzından asla üzüntülü değiliz. Çünkü her sabah sağlıkla uyanıyor, akşam da afiyetle yatıyoruz. Türkler ne ölmüştürler, ne de ölmek üzeredir!(Keçecîzade Büyük Fuat Paşa,1815/1869)
Dayanıklı milletmişiz ki, hala ayaktayız. Dünyanın hiç bir milleti, bizim uğradığımız felaketlere uğrayıp da ayakta kalamazdı.
Belki bu işlerin böyle gitmeyeceğine, güleceğimiz günlerin de geleceğine inandığımızdandır bu direnç. Divan şairi Veysî ne güzel söylemiş:
“Gider hâb-ı tegâfül didelerden dûr olur bir gün
Bu meclis böyle kalmaz, mestler mahmûr olur bir gün.”
(Üstümüze çöken gaflet uykusundan bir gün mutlaka ayıkırız.
İşler hep böyle gitmez, bugün neşelenenler bir gün sersem olurlar.)
İşler hep böyle gitmez…Günümüzde bir bilgisayar alemi var ya, illet midir, zillet midir, velinimet midir nedir amma, şu baş döndürücü bağımlılığı ile alıp götürüyor bir yerlere, hepimizi çıldırtacak:
“Üzme tatlı canını, teknoloji, insanları birbirinden uzaklaştırıyor ve sanal dünyaya iterek bazı kişilerin işine yarıyor.”(Faik Mutlu)
“Su akar yolunu bulur” diyor Şaban Ali Aydın
Üzülmek de ne demek, gelen vuruyor, giden vuruyor. Herkesler bir şeyler yazıyor o sanal köşesine gelip geçenler okur diye ve herkesler gibi ben de bir şeyler yazıp çiziyorum. Yazıyorum da, hariçten gazel söyleyenler kümesine düşmemek gayretiyle, ey benim meçhul muhatabım, çivi çiviyi söker örneği, cevap vermeye çalışıyorum. Bir yorumlar dökülmüş bilgisayar köşene, bir yorumlar “Aman Allah illallah/ Dertlere derman Allah” dercesine… Deşilen yarada cerahati temizleme gayretlerini hisseder gibi oldum da, bir şeyler hatırladım:
“İçimizden biri köprü olmaya razı olmazsa, kıyamete kadar bu suyun kıyılarını bekleriz.” diyor şair Arif Nihat Asya ve bugün bizler…
Bizler, etnik azınlıklar konumundaki Bulgaristan Müslümanları(Arnavut, Çingene/ Roman, Pomak, Tatar, Türk ) şunun şurasında “93 Harbi” zamanlarından beri çeşitli dönemlerde, hemen hemen yüz elli yıldır maruz kaldığımız asimilasyonlar, kültürel soy kırımlı uygulamalar sonucu gönüllü veya zoraki göçlerle parçalanan ailelerin dramı” döngüsel bir travmatik etkinin, belirsizlik kaynaklı kaosun köken ve kimlik arayışı” gibi sorunlar batağındayız hep daha dünya aya koşarken…Zaten dünyadaki savaşlar da eninde sonunda kültür donanımlı bir kimlik savaşları değil mi ?Öyle ki türkülerimize bile “Aman ölüm ,zalim ölüm, üç gün ara ver” şeklinde yansımış olması, bir nebze selamet dileğidir ki, dünyada huzur arayan bir azınlıklar trajedisi belki, Maksim Gorki’yi bile “Vatan haricinde saadet yoktur.” demekten alıkoyamıyor…Vatan, vatan, hangi vatan?
“O çok bilenlerden birine sordum, senin gerçek vatanın neresi?, dedim. Sağ cebini gösterdi…(Nihat Altınok)
Ve o sağ cepçiler hariç, o meçhul muhatabımın bir yorumunda şu sözü edilen HÖH (Hak ve Özgürlükler Hareketi) kurucuları, yöneticileri ve daha yüzlercesi, binlercesi adlı ve adsızlar ki, ümit dolu iyi niyetlerle köprü oldular bugünlere sağ salim gelebilmemiz için. Ata Vatan bildiğimiz yurt genelinde bir iç barışın sağlanması için…
“Toplandık, birliğimizden bir ağaç büyüdü , derin kökler saldı ,meyve verdi fakat meyvaları taşmış ,kafamıza , bedenimize vurmağa başladılar,,,,, Bir hayli geç anladık. Koca ağacı sulayan , gübreleyen eski DS katilleriymiş,”(Lutvi Bayram)
Şuralarda bir yüz yıl boyunca, koskoca bir Hristiyan aleminin emperyalist güçlerinden alınan destek ve cesaretle palazlanan milliyetçilik almış yürümüştü yurt genelinde. Devletimizin yöneticisi de, resmi propaganda makinesiyle yazarı çizeri her günlük basında, sanatta şairi, yazarı, tiyatroda, sinemada, devlet dairelerinde, sokaklarda, meydanlarda, pazarlarda aşağılanıyor, hor görülüyorduk.
“Bulgaristan Bulgarlara, Türkler Türkiye’ye”
çığlıkları çınlatıyordu şehir meydanlarını…Bizler de o kimlik özleminin şarkısı ile yaşanmışlıkları, yaşananları daha sonralara mı erteledik şair Attila İlhan’ın dizelerinde gibi:
” bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
geceler uzar hazırlık sonbahara”
Sonralardan evvel önceler vardı… Dünyada eşine rastlanmadık “medeni vahşetle”, iki yüzlüce, sahi köklerini buldular deyip, gönüllüler deyip, alay eder gibi CEBREN bir dilekçe imzalattırarak
“SOYA DÖNÜŞ”,”YENİDEN DOĞUŞ” safsataları ile, Bulgaristan’da o soy kırımlara maruz kalan Müslüman ( Pomak, Roman, Türk) azınlıkların bir kimlik arayışının yeni baştan şahlanışı idi o Hak ve Özgürlükler Hareketi. Uygar yirminci asrın geniş vatandaşlık haklarına kavuşma savaşıydı… Kan, göz yaşı, kin, nefret yüklü bir “85 doğuşu (vızroditelen protses)” yaşamış Bulgaristan Türklerinin ikinci doğuşuydu, kurtuluşu idi bu hareket. Ve “93 harbinden” 112 yıl sonra, Melnik’ten Kardam’a ,Tuna’dan Rodoplar’a kadar, memleketin bir uçtan öbür ucuna uzanan topraklarda Bulgaristan Türklerinin ilk defa bir siyasi parti çatısı altında dünya kam oyu ile yüzleşmesi idi bu hareket.” Kıyamete kadar bu suyun kıyılarını ” beklememek içindi o hareket.. Halihazırda hallerimiz, gelen gideni aratır misali, o totaliter Jivkov dönemini bile aratır derecede kötü ise, neticeler sancılı ise,
bir şeylerin yapılması gerekli ise,öyle de görünüyor, herkesler, ama herkesler gücünün yettiği kadar, cesaret ve sağduyu ile bir daha taşın altına el koyma çabasında olmalılar…
Nereden, nereden, ille ve lakin bir yerlerden başlamalıyız…
“Bir etnik azınlık grubunun varlığından söz edebilmek için birtakım objektif ölçütlerin yanı sıra, belkide en önemlisi, dilsel, dinsel gibi özellikler taşıyan grubun bu farklılıklarını korumayı isteyen bir “AZINLIK BİLİNCİ’NE” sahip olması gerekir. Azınlık bilinci de önce ailede şekillenip var olur, yakın çevresinde pekişir, okulda aydınlanır ve toplumda hayatiyet kazanır. Aksi takdirde söz konusu grubun asimile olmak istediği anlaşılır ve bu grup azınlık olarak nitelendirilemez.”(Alıntı)
Oysa 1991’de kabul olunan Bulgaristan Cumhuriyeti Anayasa’sı anadili konusunu garanti altına almıştır.
Lakin: “Kısa vadeli çıkarlar öne geçmiş, almış yürümüş. ÇOK zor. Millet bize sanki Taş Devrinden kalmışız gibi bakıyor.”(Nasuf Dail)
“Milletin düşünce cephelerine ayrılmış olması onun maddî ve manevî gücünü sağlamaya engel olmakta. Ensemizde hissettiğimiz korkunç tehlikeler bile aklımızı başımıza devşirmeye yetmiyor. Bu durumda elimizi taşın altına nasıl koyacağız.(TC Isa Cebeci)
“Evet öyle yazmakla çizmekle olmuyormuş meğer. Zorunlu olmasi icin 2005-2009da Lütfi Mestan, Eğitim Komisyonu Başkanı iken olmadıysa bundan sonra çok zor, zira Bulgar vatandaşıyız hepimiz, nasıl olacak ?”(Nesrin Sipahi Kıratlı)
Bir arayışlar zincirinde sorular, sorunlar, nereden nerelere…
İlle ve lakin bir yerlerden başlamalıyız. Zira 1991’de kabul olunan Bulgaristan Cumhuriyeti Ana yasanın 36. maddesinin 2. fıkrasınca anadili konusu garanti altına alınmıştır. Orada şöyle yazılı:
“Anadili Bulgarca olmayan vatandaşların, Bulgar dilinin zorunlu okunması yanında kendi dillerini okumaya ve kullanmaya hakları vardır.”
Ve mağrur Rodoplar çağlayanlarından yüreği dağlayan bir ses:
“Ciğerinin nasıl yandığını buradan hissediyorum. Ben usandım ve Rumeliliğimden istifa edip …..”(Cevdet Sahin)
Evet, ”uzaklar-tuzaklar” diye hep bir şeyler var bu alemde… Hep oralarda daha iyi olacağımıza inandığımızdandır arzular… Ama daha uzaklara, daha uzaklara mı, zaten kim dediyse hoşça, demiş: ”Yedi iklim dört bucak”…Demek bir var ile yok arasında, yer gök arasında, hemen hemen her yer, bütün dünya, yani ekmek parası, su parası, hak hukuk davası, halkçılık, ırkçılık kavgası derken, çil yavruları gibi dağıldık, yayıldık “Yedi iklim dört bucak” kucak kucak…
“Kaldı işte. Çayımız bardakta, çocukluğumuz sokaklarda, mutluluğumuz kursağımızda, sevdiklerimiz uzaklarda…” – Nazım Hikmet ”
Yoksa sefere çıkarken kazanı ocakta mı unuttuk? Bir deli kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış.
Rastgele mi Rus yazarı Maksim Gorki
“Biz, delilerin çılgınlığına şarkılar söylüyoruz”, diyor.
Şair Tevfik Fikret “Vatan gayur insanların omuzları üstünde yükselir.” diyor…
Yani çilekeşlerin omuzlarında, yani bir velilik delilik gibi bir şeyler belki çağrılarımız, çığlıklarımız. Ve bugün bizler elimizi taşın altına koyamazsak, yarın öbür gün, şair Ümit Yaşar Oğuzcan dediği gibi:
“Taşımı başlara vurdum
Düşman oldular
Başımı taşlara vuracağım
Pişman olacaklar”
Hayır, hayır ey şair,” öyle yazmakla çizmekle olmuyormuş meğer bu işler” deniliyor bir yorumda ve eğer biz bugün elimizi taşın altına koyamazsak, o taşın altında kalan yine bizler, bizim torunlarımız olacak…Üzülecekler ve onlardan başka kimseler pişman olmayacak. Zira iş işten geçmiş olacak ki, tıpa tıp “Bad el harab ül Basra” gibi, yani Moğolların bugünkü İrak topraklarında
Basra şehrini yakıp yıktıktan sonra, “Basra harap olduktan sonra.. ”bir deyimdir ki, asıl olan yok olduktan sonra, kalanlar neye yarar?
Ve senin, ey benim meçhul muhatabım, şurada çeyrek asırdır Bulgaristan’da bir demokrasi ortamında ikide bir seçimden seçime koşarken, eğriyi doğruyu seçememe, ak ile karayı ayıramama sınavında, hiç mi günahın yok?
“Konu her zaman gündemimde. Arkadaşlarımla da kafa yoruyoruz…Taşın altına elini sokacaklar yok değil, ama taşı bastıranlar o kadar çok ki…Oradan başlamak gerekmez mi acaba?”(Havva Pehlivan Özgür)
“Lütfen vatanımıza (ana dilimize ) sahip çıkmak için elinizi taşın altına koymak için bir yerden işaret beklemeyin.” (Cevat Çırak)
Bir şey daha, taşın altına el koyma meselesi üstüne Silistreli Hakkı Boşnak öğretmenin anılarında:
“Dünyaca ünlü, komünist Türk şair Nazım Hikmet 1957 yılı Mayıs ayında Silistre şehrini ziyaret etmiştir. Silistre şehri Türk Cemaati Başkanı Ahmet Varnalı’nın:
– Nazım Yoldaş, şayet bir gün Türkiye’de sosyalizm olursa, Atatürk’ü nasıl değerlendireceğiz?
sorusuna, koca şair Nazım Hikmet’in harikulade cevabı :
– Varnalı, Varnalı, dedi, seninle eski bir dostluğumuz var 1951’lerden beri…Dost acı söyler, doğru söyler…Biz kim oluyoruz da, Ata’yı değerlendireceğiz? Ondaki o cevher, ondaki o yürek, ondaki o ciğer(cesurluk anlamında),o ciğerin çeyreği, çeyreğinin çeyreği yok bizde… Yok, yok Varnalı, yok…Sen sağda solda konuşulanlara bakma…Mustafa Kemal Atatürk her-keslerden çok, hepimizden çok yaptı yapacağını bu Vatan için…Buradan ötesini biz devam edeceğiz. Biz devam ettireceğiz, dinliyor musun Varnalı?”
Ve işte, ey benim meçhul muhatabım, dön dolaş ,yine halk şairi Dadaloğlunca:
“Düşmanına karşı koyan mert olur/Şahin kocasa da vermez avını/Aslı kurttur kurt yavrusu kurt olur.” gayreti ve dirayetiyle “taşın altına el koyma” zamanı, omuz omuza vermenin zamanı gelip geçiyor…
“Olayın özetinde TV’den Türkçe öğrenen, Türkçe türküler söyleyen, ama anadilinde mektup yazamayan yeni tipler görüyoruz.(Rafet Ulutürk, Bulgaristan Türkleri Kimlik Mücadelesi s.107)”
Tencere dibin kara, seninki benden kara dedikodu muhabbetlerinin kıskançlık burgacında gün be gün bir birlerimizi yiyeceğimize, karalayıp alay edeceğimize, Bulgar araştırmacı yazar Mahya Todorova’nın gerçekleri kanıtlar “Balkanlar’da Türk mirasını aramaya çalışmak abestir, çünkü Balkanlar’ın kendisi Türk mirasıdır” sözlerine kulak verip, istemeyerek istemeyerek, şair Muhsin İlyas Subaşı’nın dizelerinde duraklıyor:
“Sevgiye peşrev yoktur
Hoşgörüyü terk ettik
Gerek yok sınır ötesi düşmanlara
Biz bize yettik”
demeden, diyemeden bir daha taşın altına el koyup, büyük Türk düşünürü, gazeteci, eğitimci, yayıncı, fikir ve mücadele adamı İsmail Bey Gaspıralı’nın yüz yıl ötelerden gelen: