Dr.Halide AKINCI
İnsanları, soyları, halk topluluklarını, ulusları tarihin derinliklerinden günümüze taşıyan kültürdür. Türkler asırlar önce Batı istikametine çekildikleri Moğol topraklarından bugün yaşadıkları üç kıtayı birleştiren cennette daha üstün bir kültür getirdikleri için tutundular. İleri olan kültürler zamanını dolduranı her zaman yendi. Türklerden önce Anadolu’da Yüzük Efendileri hayal dünyası hakimdi. İnsan haklarını ön planda tutan İslam-Türk kültürü galebe geldi. Bizans karanlığı Türk şafağına dayanamadı. Dünyada her şey gibi kültür de yaşarken değişen, yenileşirken biçim ve içerik olarak zenginleşen bir kutsal olgudur. Bu gerçek Türk-İslam kültür sentezi için yüzde yüz geçerlidir.
Türklerin Orta Asya bozkırlarına çeltik ekmesi, su bentleri kurup tarlaları sulaması, pirinç tanesini kabuğundan ayırmak için dibek taşı yonması, bulgur tokmağı, deriden elek, demirden kalkan, çamurdan küp yapıp kış gıdalarını ambarlamayı öğrenip öğretmesi öz yaşam kültürümüzün basamaklarıdır.
Bakır, pirinç, altın ve demiri ateş ve su arasında gezdirirken örsle çekiçle şekil veren atalarımızdır. Dünya bizde pek çok şey öğrendi. İnsanlık hep yeni kültür oluşturdu, değişerek ilerledi.
Biz bugün Asya’dan Avrupa’ya, tüm dünyaya AYDINLIĞI taşımakla övünme hakkına ve onuruna sahibiz. Tohumların kara toprağın içinde uyandığını birincil algıladıktan sonra Batıyı da Ortaçağ karanlıklarından çıkaran, birincil olanın ağaran ufukla geldiğine işaret eden biz olduk. Üretim araçlarının geliştirirken, üretim biçim ve kültürünü ilerletenler de bizdik. Örneğin, bu öngörü sayesinde, Orta Asya insanı Kölelik Çağı yaşamadan Toprak Ağılığı (feodalizm) devrine geçebildi. İnsanımız, insanoğulluna kölelik yaşatmayan ruhu doğurandır.
Bayram vesilesiyle aile olarak hasret gidermek ve eş dostla bayramlaşmak için ziyarete geldiğimiz Karadeniz incisi Varna’ya bu düşüncelerle girdim. Sahil güzellikleri çelenk örmüş şehrimde bizi sesi dinmeyen dalgaların coşkusu karşıladı. Varna’da Dünya Bale Festivali havası esiyor. İnsan ruhu kelebeklerle yarışıyor. Emsalsiz şirinliği müzik eşliğinde hareketlerde yansıtanlar aralarında yarışıyorlar. Varnam bir gençlik şehri, yollar, bulvarlar, parklar, sahil ve köpürüp kumsala sarılmaya gelen denizde sevdalı heyecanı var. Coşku büyük. Deniz parkında çiçek kokusuna doymaya çalışırken kuşların şarkısını dinliyoruz. Uyumu bozan bir tek salıncak gıcırtısı ve koşuşan çocukların çığlıkları…doğa orkestrasının şefi yok…
Bir peykenin kenarından körfezde demirlemiş gemileri seyrederken bir yaşlının satmak için dizdiği haftalık gazetelerden birinin “BİZ TÜRK DEĞİLİZ!” başlığı dikkatimi çekti. Bulgaristan’ın genç, atılgan ve istidatlı kalemlerinden Milena Fuçecieva “Onların dizilerinden gına geldi!” alt başlığıyla haftalık “UİKENT” gazetesinde Türk dizilerin Bulgar TV ekranını işgal ettiği ve ulusal kültürün gelişmesine engel olduğu konusunu işliyor.
Seyircileri birkaç ay küçük ekrana kilitleyen “Amerika’ya ve Geri” Bulgar dizisinin senaryo yazarlarından olan genç kalem Fuçecieva, 24 bölüme 1 milyon veya ödeyip TV ekranını Türk dizileriyle kapatan ulusal ama özel kanal sahiplerini “ulusa ihanetle” suçluyor. Bulgaristan’da 1 milyon levaya 24 bölümlük dizi çekmenin olanaksızlığından yakınıyor. Ulusal sinemacılığın felç olduğunu anlatıyor.
O, genç kuşak Bulgar yaratıcıları adına yazıyor. Türk TV dizileri seyretmenin Türkiye’den ithal edilen domatesleri tüketmekten farklı bir şey olduğunu vurgularken, domates dış alımının da ulusal domatesçileri yok ettiğini izah ediyor. Türk dizilerin Bulgar seyircide bir nostaljik açlığı doyurduğuna ve aynı zamanda ulusal kültürel boşluğu dolduran değerler sunduğuna dikkat çekiyor.
Usta kalem, Bulgar hafızasındaki kültürel boşluğun Türk değerleriyle doldurulmasında Bulgar medya sektörüne giren yabancı şirketlerin rolüne işaret ederken şu aktüel dizileri anımsatıyor: “Öyle Geçer Zaman ki” – “Taym Uornır”ın satın aldığı “Bi Ti Vi” TV’de; İsveç şirketi MTG’nin olan “Nova TV” de “İnci”; “7 TV” de “Muhteşem Yüzyıl” vs. vs. aynı anda aynı dinleyici kitlesini ekrana kapamasına tepki veriyor.
Yazara göre, sundukları değer yargıları bakımından, bu filmlerin Bulgar ulusal çıkarlarıyla yakın veya uzak ilişkisi olmadığından, onlara ödenen paralarla dış ülkelerde bulunan yapımcı şirketlerin kasalarının aktığına, bu şekilde Bulgar ulusal sinemacılığının baltalandığına öfkeleniyor. Kanısına göre, bu eserler tercüme edilmiş olsalar da, Bulgarların değer yargılarını değiştiriyor ve “Bulgarlar Türkleşiyor,” diye yazıyor.
Bu arada Türk dizilerine ilginin olağanüstü büyük olduğunu kabul etmek zorunda kalan yazar M. Fuçecieva aynen şöyle diyor: “Biz seyircilerimize Bulgar tarihini kendi yapımlarımızla anlatmak istiyoruz, ekranda sunulansa Türklerin yani başka bir halkın tarihidir. Türkler bizim komşularımız olsalar da, ruh halleri başka bir halktırlar. Şu da var, Türk film endüstrisi büyük ölçekli üretim gerçekleştirerek, ülkenin dış politikasını çok etkin biçimde yaygınlaştırıyor, neredeyse dünyayı kaplıyor. Bu etkileşimde, Bulgar film yapımcılığının yok edilmesiyle birlikte, bizim iç politikamız da felç olmuş durumdadır.”
Kuşkusuz Türk filmciliğinin Bulgaristan’ı ve Bulgar iç politikasını hedef odağı aldığına kimse inanmaz. Çünkü aynı filmler Yunanistan ve Sırbistan’da, Arap dünyası ve Latin Amerika’da da sevildi ve tutuldu. Dünyayı anlatma ustalığı geçmişi yaşatma becerisi de bir sanatsal üstünlüktür.
Son 10 yılda, başlıca maddi nedenlerden dolayı, ciddi Bulgar filmi çekilemediğine yer verilen yazıda, Bulgar ulusal özel TV kanallarında yabancı bir kültür ve yabancı bir kimlik dayatıldığına işaret edilmek istenirken şu tümcelere aynen yer veriliyor:“Biz Türk dizilerinin kölesi olduk. Aslında benim Türk dizilerine ve Türklere karşı hiçbir şeyim yok, fakat gösterilen ve seyredilen bizim hayatımız değildir, ulusal özel TV programları bizim olmayan bu yaşam biçimini bize bizimmiş gibi gösterip dayatıyor.”
Bu konuda çok şeyler söylenebilir. “İzaura” dizisinde Amerika’da siyah derililerin uyanışı anlatılmıştı. 80’li yıllarda Bulgar fabrikalarından işçiler işten kaçıp küçük ekrana kilitleniyordu. Sanatın gerçek yaşamı anlatırken insanı kanatlandırdığını kim inkâr edebilir?
Türk dizilerinin Bulgar seyirci üzerinde artan etkisini analiz eden yazar Fuçecieva şöyle diyor: “Kendi ruhumuza kendi ellerimizle ihanet etmemeliyiz. Bulgaristan’ın yönetim biçiminde bu artık o denli yerleşmiş bir pratik haline geldi ki, hepimiz devamlı narkozlu gibiyiz. Vatandaşlarının manevi menfaatlerine yapılan saldırılara tepki göstermez olduk. Benim, küçük ekran seyircilerime bu hitabım, hasta bir milliyetçiliğin son çığlığı değildir, Bulgar kültürünün yeniden ve bir daha nasıl tırmıklanarak yok edildiğine seyirci kalınmaması arzumun sesidir. İstemesek de, bizi zorlamadan Türk yapmaya çalışanların yolunu kesmeliyiz. Biz Türk değiliz!”
Ne güzel yazmış değil mi? Bizi zorla Bulgar yapmayın, biz Türk’üz dediğimizde tutuklanıp hapsediliyorduk. Keser döner sap döner sözü, işte bu günler için söylenmiştir. İnsanın canını “yağdan kıl çeker” gibi alırlar sözü de şu günler içindir. Hem de Türk sinemacılığının Fucecieva’nın yazdığı hedeflerin hiç biriyle ne uzaktan ne de yakından bir ilgisi yoktur. Hocanın dediği gibi, herkes kendi eşeğini över. Ama şu da bir gerçektir: Türklerle Bulgarlar asırlar boyu iç içe yaşarken ortak kültürel yaklaşım ve ortak ruhsal değerler yaratan iki halktır. Bu toprak ve toplumdaki değer yargılarının hepsi hepimizindir. Bir kaşık düşünün. Bugün öğlende lokantada aynı kaşıkla ben, akşam ise sen veya başka biri çorba içtik. Aynı kaşığı kullanmakla ne ben Bulgar ne de sen Türk ya da başka bir millet olursun!!!
Seçerek alıntılar verdiğim yazıyı bir solukta okudum.
Başımı kaldırdığımda iki büyük martı paralel süzülmüş dalgalara iniyordu. Ayaklarını köpüklü sularda serinletip birlikte kanat çırparak yükseldiler. Onların paralel uçuşu nefes kesen bir güzelliği birlikte yaratıp yaşatırken, kültürler neden birini yiyip bitirmeden yaşamayı başaramıyor? Cevap bekleyen soru budur!
Geçen asır Bulgar ulusal kültürü Osmanlıdan sökülüp kendi başına dal budak salma yolları ararken, ülkedeki geleneksel özgün Türk ve İslam kültürüne yaşam hakkı tanımadı. Halkların kültür taşıyıcıları aydınlardır. Halk ozanlarıdır. Bilgelikle donanmış ermişlerdir. Bizde bir asırda 30 binden fazla seçkin ve derin halk zekâsı, halk mücevheri Vatan değiştirmek zorunda kaldı. Doğup büyüdükleri köyleri anlatan, çiçeklerin rengini ve kokusunu sevgilisinin gözlerine benzeterek şiirleştiren, halkımızın yaşam biçimini tiyatrolarda sahneleyen yazarlar, rejisörler, aktörler özgür yaşamak adına vatansız kalmayı seçmek zorunda kaldılar. Biz bedenen bitirilmiştik, ayakta kalan ancak ruhumuzdu. O hep dimdikti, kültürümüze ve kimliğimize sahip çıkıp sarıldı ve bırakmadı.”Etme komşuna, gelir başına!” deyenler hep haklıydı.
Aslında, konuya şu açıdan değinmese de, totaliter çeki yıllarında hem biz hem de Bulgarlar Doğu ve Batı film sanatının hayatımızı karartan büyük bir korku dünyasında yaşadık. Bir yandan Hitlerin Yahudileri yakması, öte yandan İkinci Dünya Savaşı’nın beyaz perde sahnelerinde milyonlarca kör bombanın mahzun insanların, hayvanların, doğanın, yaşamın üzerine dökülmesi, sürgün, hapis, sorgu, işkence hepimizin ruhunu sakatladı. Korku içinde yaşamaya alıştık. Ardından “Amerikan Yaşam Tarzı” dayatan diziler geldi. Amerikan ulusunun diğer ulus ve halklardan üstünlüğünü kanıtlamaya çalışan “Örümcek Adam”, “Süpermen”, “Rambo” vs.vs. onların kültürünün diğer kültürlerden daha üstün olduğunu dayatma yeltenişinden başka bir şey miydi? Vietnam, Kam boca, Afganistan, Irak, Kuveyt vb. saldırı savaşlar hep üstünlük dayatmak uğruna kundaklanmadı mı?! Aynı amaçla halklar birbirine düşürülmedi mi?
Türk serilerinin beğenilmesi, çok izlenmesi ve tutulması gerçeğindeki nedenleri, zengin süjelerin gerçekçiliğinde, oyuncuların ustalığında, sunulan sıcaklık ve hoşgörüde, dostluk, iyi komşuluk ve güzellik mesajlarında aramalıyız. Gönüller dolup taşmak için vardır.
Türkiye Bulgar seyirciyi aforoz etmek için özel film çekmemiştir. Şu da bir gerçektir ki, Bulgar ve Türklerin dünyayı etkileyecek nitelikte henüz işlenmemiş birçok ortak konuları vardır. 19. yüzyılda İstanbul’da 29 bin Bulgar yaşadı. Bulgar dokumacı, abacı ve kaytancı dernekleri vardı. Bulgarlar Sultan Saraylarında at bakıcıydı. İlk Bulgar gazetesi İstanbul’da çıktı. Bulgar Uyanış Çağı aydınları İstanbul Robert Kolej’de, Taşlı Tarla Lisesinde, Galata Okullarında öğrenim gördü. Osmanlı Tanzimat Kültürünün yani Osmanlı Uyanış Devri sanat, edebiyat ve kültürünün oluşturulmasında Bulgarların önemli katkısı olduğu dikkate anıldığında, bu konuları işleyen ortak yapım beyaz perde ve küçük ekran eserleri beklemekte haklıyız. Bu yapıtların etkisinde ne Türkler Bulgar ne de Bulgarlar Türk olur. Biz bu topraklarda 1 000 yıldan beri yuvarlana yuvarlana beraber biçimlendik. Dünyaya kültür sunan kendisi kültürlü olandır. Kültür kültür yemez ama kültür besler. Olaya böyle bakmak zorundayız. Bulgar halkının Türk kültür eserlerine ilgisi doğaldır.
Martıların uçuşunu izlerken aklıma konuya uygun bir kartal fıkrası geldi:
Sarp kayalıktaki yuvasında kuluçka yatan anaç kartal ileri geri ederken yumurtalarından birini itmiş ve yumurta köye kadar tekerlenip kuluçka yatan bir tavuğun yanında durmuş.
Tavuk, “bendendir” deyip yumurtayı gagasıyla altına çekmiş. Derken yumurtalar delinmiş,
kartal yumurtasından çıkan siyah tüylü yavru sarışın civcivlere karışmış.
Yavrularını yemlik çöplük gezdirip bulduğu ile besleyen ana tavuk kartal yavrusuna da yem yemeyi öğretmiş, ama kendisi uçmayı bilmediğinden, ona uçmayı öğretememiş. Kartal yavrusu beyaz piliçlerin arasında yem gagalayıp, tastan su içerek evcilleşmiş.
Bir gün tavuk kümesinin çatısına bir kara kartal konmuş. Bir de ne görsün, piliçlerin arasında kara bir kartal yavrusu. Çatıdan sıçrayıp yere inen kartal tavuklaşmış yavruya:
– “Hadi uçalım!” demiş.
– “Uçmak nedir? Ben uçmayı bilmem ki!” olmuş yavru kartalın cevabı.
Kartal yavrusunun uçmayı bilmediğini, kartal olduğunun bilincinde olmadığını, tavuklaştığını gören yaşlı kartal, çok üzülmüş ve:
– “Haydi, aç şu kanatlarını, benimle birlikte koş, koş, koş ve hadi
havalan!” diyerek, genç kartalın ayaklarını yerden koparmış, havalandıkça havalanmışlar ve bir daha geri dönmemişler.”
Evet, çok düşündürücü bir masal değil mi?.
İnsanın aklına hemen Bulgar ve Türk sinemacılığı bir işbirliği ve ortak yapım sözleşmesi imzalayıp ortak eserler yaratsın ve olay birsin gibi fikirler geliyor. Bizim özgün kültürümüz baltalandığında biz de aynı çileyi yaşadık, uçmayı (Türk olduğumuzu) neredeyse unutmuştuk. Fakat, Allah büyüktür. Onun iradesi olacak, içimizde kötülük yok. Tavuklaşma yani öz kimlik değiştirme, kültür yitirme olayının Bulgar komşularımızın başına gelmesini istemiyorum. B,z hiç birimiz istemiyoruz. Bu sakat ve kötürüm bir komşuyla yaşamayı kabul etmek olur ki, doğamıza tamamen aykırıdır.
Olacak ya, yazar Fuçecieva, Bulgar film sanatının yavru kartal durumuna düşmesinden korkuyor. Şunu önemle ve altını çizerek beyan ediyorum, Türklerden, Türklükten, Türk sanatından, Türk kültüründen, Türk yaşam tarzından, Türk’le komşuluktan hiçbir kimseye hiçbir zaman zarar gelmemiştir ve gelemez! Kötülük etmek, Türklerin doğasına aykırı olandır. Bir gönül ve güzellik esintisi olan Türklük herkesin ayaklarına “kum gibi sarılır”, “bacaklarına deniz suyu gibi dolaşır” ama bıraktığı iz ancak bir öpücüktür ve hep kendini bekletir.