Şakir ARSLANTAŞ
Bugün, “Yeniden Doğuş Süreci” olarak bilinen olayların başlangıcından tam 40 yıl geçti. Bu süreç, Bulgaristan’daki Türklerin tamamen asimile edilmesi amacıyla başlatılan ve 1989’un ilkbaharında etnik temizlik girişimiyle sona eren bir politika olarak tarihe geçti. Tarihçi Stefan Deçev, bu olayları bir dizi metinle yeniden gündeme getiriyor ve bu önemli dönemi anlatıyor.
1984 yılının kasım ayında, Kırklareli’ye bağlı Podkova köyünde yaşayan halk büyük bir korku içindeydi.
O dönemde, köylüler askerlik görevini yerine getiren yedek subaylar olarak göreve çağrılmış ve onlardan, Bulgaristan’daki Türklerin “ulusal bilinçlenme” sürecine yönelik bir etkinliğe katılmaları istenmiştir.
Birçok köylü, evlerinde kalmaktan çekinmiş ve bazıları, güvenlik amacıyla farklı bölgelere gitmiş veya yakınlarının yanına sığınmıştı. Pek çok kişi, etrafındaki ormanlarda saklanmıştı. İnsanlar, bu sürecin artık sadece sınırlı bir alanda değil, tüm köydeki Türk-Arab isimlerinin değiştirilmesi aşamasına geçtiğini fark etmişti.
Aslında, isim değiştirme süreci yıllar önce başlamıştı. İlk olarak, Bulgarca konuşan Müslümanların isimleri zorla değiştirilmiş, ardından karışık Bulgar-Türk evliliklerinden doğan kişilerin isimleri de değiştirilmişti. Bu değişim, dönemin komünist hükümetinin başlattığı bir kampanyanın parçasıydı.
Asimilasyonun Şiddetli Uygulanışı ve Toplumdaki Tepkiler
Kasım 1984’ün ortalarından itibaren, isim değişikliği süreci artık Devlet Güvenlik Teşkilatı (DS) bürolarında tartışılmaya başlanmıştı – komünist rejimin baskıcı yapıları. Bu dönemde Türkler, yaşananları zorla dayatılan bir “Bulgarlaştırma” süreci olarak algılıyor ve buna karşı çıkıyorlardı.
Devlet Güvenliği, bu dönemde Türkiye’ye gönderilen mektuplarda belirgin bir artış fark etti.
Bu mektuplarda, kitlesel ve zorla yapılan isim değişikliklerine açıkça değiniliyordu. Bu durumu bekleyen yetkililer, ayrıca “milliyetçi eğilimlerin” Türkler arasında arttığını da gözlemliyorlardı. Mektuplar, genellikle ailelerinden yardım isteyen ve Bulgaristan’dan göç etmelerini talep eden çaresiz çağrılarla sona eriyordu.
İsim değişikliği süreci gerçekten de büyük bir acımasızlıkla uygulanıyordu.
Köyler, aynı anda asker ve polis tarafından kuşatılıyordu. Bazı yerleşim yerlerine tanklar ve silahlarla saldırılar düzenleniyordu. Bu yüzden, bu şiddetli uygulamalara karşı direnişin yükselmesi hiç de şaşırtıcı değildi.
Direniş, özellikle yılın son günlerinde belirginleşmişti.
Türk nüfusunun tam anlamıyla asimile edilmesi kararı, 20. yüzyılın 70’li yıllarının ikinci yarısında şekillenmeye başlamıştı. Ancak, bu asimilasyon süreci yalnızca politik bir strateji değildi; aynı zamanda tarihsel bir arka planla da destekleniyordu. 1950’lerin sonlarından itibaren, tarih bilimi bu tür bir zorla asimilasyonu meşrulaştırmaya yönelik bir proto-ideoloji oluşturma sürecine de katkı sağlamıştı.
1980’lerin başında ise, komünist yönetimin bakış açıları daha sertleşmiş ve bu politika daha da pekiştirilmişti.
Ayrıca, Bulgar halkının eğitim sistemi, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı güçlü bir antipati ve “Türk egemenliği”ne dair sürekli bir propagandayla şekillendirilmişti. 70’li yıllarda, tarih ders kitaplarında “Türk egemenliği” ifadesi yerini “Osmanlı yönetimi”ne bırakmıştı ancak bu terim, halk edebiyatı ve medyalar aracılığıyla canlı tutuluyordu.
Bu ortamda, siyasi otorite için halkı harekete geçirmek ve milliyetçi duyguları körüklemek oldukça kolaydı.
Eğitim ve medya, istediğinde hükümetin elindeki güçlü bir araç haline gelmişti.
Bu da, devletin toplum üzerinde büyük bir kontrol ve etki sağlamak adına önemli bir kaynak oluşturuyordu.