Kökleri geleneklere dayanan ve orijinalliğinden ödün vermeyen Türkiye’nin Başkanlık yolu, uzak ya da yakın herhangi bir devletin yönetim sistemini kopyalama niyetinde olmadığından ve siyasi tarihte eşi olmayan bir yönelim simgeleyişiyle dikkat çekiyor. Bu, bir Yarı Başkanlık ya da şartlı başkanlık yolu değildir. Tek partili parlamenter sistemden çoğulculuğa başarıyla adımlayan ve geçen yüzyılın ikinci yarısında yeni sistemi yetkinleştirirken üç askeri darbe yaşayan Türkiye, olaya kesin çözüm bulma kararlılığıyla yanaşıyor. Parlamenter sistem, siyasi rejim ve demokrasinin sık sık kesintiye uğramasına ve kilitlenmesine hiç birimizin tahammülü kalmadı. 1973-1975 arasında önce 115 gün, sonra 206 gün olmak üzere toplam 321 gün Türkiye hükümetleri güven oyu alamamış, ülke hükümetlerle idare edilememiştir. 7 Haziran 2006 seçimlerinden sonra da meclis ve siyaset kilitlendi. Hükümet kurulamadı. 80 milyonluk Türkiye’nin böyle bir lüksü olamaz. Ardından muhalefetin önemsiz konularda “veto” sunarak mecliste çalışmaları ters yönlendirmesi, aksatıp duraksatması da sabır sınırını taşırmıştır. Parlamenter sistemin seçmenle bakanlar kurulu arasında aşılmayan bir set oluşturması, milletvekillerinin seçmene hesap verme zorunluluğu hissetmemesi, disiplinli ve verimli parlamenter çalışmaları doğru yoldan saptırıyor..
Türkiye’ye özgü bir Başkanlık Sistemi anayasası hazırlanmasını gerekli kılan bu gibi binlerce irili ufaklı ilkesel neden var. Bu gerekliliği Türk halkı gördüğünden dolayı Tayyip Erdoğan’ı % 52 oyla Beş Tepe’ye gönderdi. Bu bilinçli bir adımdı. Fakat bizdeki siyasi muhalefet liderleri her şeyde bir öcü görüyor. Bu konuda tutucu davranan siyasilerin tavrını belirleyen, midenin, dolunayda kabuğumu açarsam belki bir daha hiç kapanmaz korkusudur. Deneyimler çözülmeyen düğümleri halkın oyuyla kestiğine işaret eder.
29 Ekim 1923’te Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal Atatürk’ü ilk Cumhurbaşkanı seçti. 10 Ağustos 2014’e halk Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a oy verdi. Bu iki seçim birbirinden niteliksel farklı olup demokrasimizin iki aşamasıdır. Halkın sandık aktifliği Türkiye parlamenter sisteminde ve özgürlükçü demokraside istenen yeni olana işaret etti. Seçmen kitlesi tek liderli yürütme organı; devlet gücünün güvenilir bir kişinin elinde toplanmasını istedi. Seçmen kurumsallaşma ve demokrasi kültüründe yetersizliklerin güçlü liderle daha kolay aşılabileceğine inandığını; meclis çoğunluğunu sağlayan parti liderinin aynı zamanda Türkiye Başkanı olmasını, bakanların doğrudan Başkan tarafından atanmasını ve Başkana direk hesap vermesi gerektiğini; yasama ve yürütmenin bağımsız kalmasını; güçler ayrımına daha sert uyulmasını vb değişiklikler beklediğini ortaya koydu. Önemli olan bu istekler herhangi başka bir devlet pratiğinde kopyalanmadan ve halk iradesinin kesin ifadesi olarak günden oluşturdu.
Bu gelişme dış ülkelerdeki örneklerden çok farklıdır. Bu konuda 50 yıldan beri yazılıyor, siyasiler görüş beyan ediyor fakat anlamak istemeyenlerin kulaklarını tıkadığı şu özellikler var:
Birleşik Amerika’dan 248 sene sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde Başkanlık sistemine geçme tartışması bugün de kızışıyor. Konuyu açanlar, her fırsatta bu yıl görev süresi dolan 44. ABD Başkanı Barack Obama’ın Oval Ofisinden uzman kesiliyor. Doğrunun doğrusu, Başkanlık sistemi sanki ABD’den başka hiç bir ülkede başarılı işlemedi. Şili, Brezilya, Arjantin, Peru vb. Güney Amerika ülkelerine telkin edilen bu sistem her yerde otokrasi, diktatörlük ve keyfi idare doğurdu. Toplumda biriken “kara kan” hep askeri darbe yapılarak akıtıldı. Koltuk değiştiren diktatörler demokrasi anahtarını bulmakta zorlandı. Başkanlık gömlekleri topluma ya dar ya da geniş geldi.
Türkiye siyasetinde geçerli görüş beyan eden siyaset adamlarından hiç biri Başkanlık Sistemimizin ABD Başkanlık Sistemi’nden kopyalanacağını vurgulamasa da, eleştirilerde yumuşak mide sanki hep o modelin bize uygunsuzluğu oluyor. Kuşkusuz, Amerika tarihini bilmeyenlere, Amerikan Başkanlık sisteminin doğuşunu değişimlerle biçimlenişini anlatmak zor olur. Buna rağmen, Anayasasında yalnız 7 madde olan bu dev devletin eyalet sistemine göre örgütlendiğini ve iki yüz yıldan uzun birleşme yolu yürümüş olmasına karşın, gazetelerin sıkça yazdığına göre, silikon vadisi bile birlikten kopmayı hala düşünüyor. Başkan olduğunda, ayrılmaz, kopmaz, bölünmez bir üniteden söz açmak bile bir yere kadar sanki anlamsız oluyor.
Bir de, tüm demokrasilerin ve özgürlüklerin alt dokusunda toplumu bağlayan insan hakları var. Askeri ya da siyasi nedenleri ne olursa olsun, 1861-65 yılları arasında Kuzey Amerika’yı kan gölü haline getiren İç Savaş’ın insan hakları açısından o zamandan 150 yıl önce başlamış olduğunu hatırladığımızda, akla ilk gelen hep 4. Başkan Thomas Jefferson’un “İnsan Hakları Bildirisi” olur. Bu bildirinin birinci maddesinde, yarısı İç Savaşta kırılan siyah derili Afrikalıların insan hakları ve yasalar karşısında eşit haklılığı mücadelesinde elde edebildiklerine ışık tutan şu cümleyi unutmak mümkün değildir: “Ancak şimdiden sonra doğacak siyah derili Amerikan vatandaşlarına eşit vatandaş hakkı tanınacaktır.” Amerikan tarihinde, köle ve köle sahipleri arasındaki amasız kavga, insan hakları savaşçısı, zenci lider Martin Lüther King’in 4 Nisan 1968’de kurşunlanarak öldürülmesine ve bir Afrika kökenli olan Barack Obama’nın başkan seçilmesine kadar sürdü.
Türkiye parlamenter tarihinde ve Başkanlık Sistemine yöneliminde bu çileli yolu çağrıştıran sayfa yoktur. Aynı şeyi Osmanlı için de söyleyebiliriz. Milenyum düşünürü Karl Marx, yaratıcılığının Londra döneminde “İnternational Herald Tribüne” yazdığı 12 bölümlük “Cennet” dizesinde, Osmanlıyı anlatır. Bir de, tanımına din, dil, kültür, yaşam tarzı, ezan ve çan sesi, tüm doğal haklar açısından geçerli olduğunu ekler.
Olaya böyle yaklaşınca, yalnızca “başkan” sözüne bağlanarak, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıştaroğulu ve süreçleri ters tarafından gören siyasetçiler, kopardıkları “Türkiye bölünüyor” feryadıyla demokratik aydın ve sağduyulu devletçi kesimde hayret uyandırıyor. Öte yandan, “yasalar önünde eşitliği” ve “demokrasiyi” bir tek bölünmüşlükte gören, Halkın Demokratik Partisi (HDP) liderleri de, geleneklerimizin süreğenliğini rafa kaldırıp Türkiye halkının Başkanlık Sistemi’ni öz ve biçim olarak kavramada oldukça zorlanıyor. İçine düştükleri durum ve dış baskılar gerçekçi olmalarına gölge düşürüyor. Onlar, bir de, genç Güney Doğu Anadolulu kuşağın ortak tarihimizi doğru anlamasına engel oluyor.
Başkanlık sisteminin karşısına dikilirken “terör” yandaşlarına lanet artıyor. Görüldüğü üzere, halkımızın son seçimde yürümek istediği birlik ve beraberlik, kardeşlik yolu hep başkanlık sistemine açılıyor. Sayın Erdoğan yönetiminde Türkiye devletinin 2015 ve 2016 yıllarında terörle mücadelesi, büyük sayıda kurban alsa da, son terörist etkisiz hale getirilene ve düşman elindeki son silah da betona gömülüp yeri bildirilene kadar azimle devam edecektir.
Bu savaş Türkiye devlet bütünlüğünü pekiştirdiği gibi, Başkanlık Sistemine geçme hamlelerine de ivme kazandırıyor.