İkinci Bölüm
Eski kıtada Fransız devrimiyle başlayan demokratikleşme Birinci Dünya Savaşı’nda öldürüldü. Demokrasinin cenazesi Osmanlı devletinin çöküşüyle çakışır. Bulgaristan da aralarında, o tarihten sonra kurulan tüm devletler (Çarlık, Krallık, Emirlik ve Sultanlık vb) hep güya demokrasi adına ve demokratik bir toplum için hayata çağrılmıştı. 1908’de III. Bulgar Çarlığı olarak oluşan yeni yapılaşma 1945’e kadar faşist diktatörlüktü, 1945’ten 1990’a kadar uzanan yıllarda ise komünist totaliter idare sistemi oldu. Demokrasi gökten düşen bir tohum bile olamadı. 1992’de kabul edilen yeni anayasanın girişinde “demokratik ve sosyal devlet” yazsa da, 26 yıldan beri totaliter bünyedeki buzlar eriyemedi.
Şöyle bir şey daha var.
Eski kıtanın değişim motorunun 1789 Fransız Devrimiyle anaya ocağında ateşlendiğinden çıkışla Jön Türkler Osmanlıya “zamanın doldu” işaretini ancak 1905’te yani 116 yıl gecikmeyle verebildi. Ne ki aynı dönemde Osmanlı yenileşme yoluna girmiş ve anayasa meselesini halletmek için şu adımlarla ilerliyordu. 1808’de Senedi İttifak; 1839 tarihli Gülhane Hattı Hümayunu; 1876’da Kanunu Esasi, 1921 ve 1924 Teşkilatı Esasiye Kanunları, 1961 Anayasası, 1982 Anayasası, bunlar üzerinde yapılan değişiklikler ve bugün tartışmaları devam eden Yeni Anayasa ya da 1982 Anayasası üzerinde Başkanlık Sistemine ilişkin son değişiklikler bir kesintisiz süreç oluşturur.
Bu ödemli gerçek dikkate alındığında, günümüz Türkiye Cumhuriyetinin, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında hukuk ve devlet yönetim sistemleri sıfırlanan Batıyı bu bakıma arkasında bırakabildiği gün gibi ortadadır. Bu bakımdan Başkanlık Sistemini arayan Türkiye Batıya parmak ısırtıyor. Buna şaşmamalıyız. Yeni yüzyılın mucizesi Türkiye olacaktır. Savaşlar, dolu yağışı gibidir, parlar gürler sonra gökyüzü açılır. İnsanların umudu hep güneşli günlerdedir. Türkiye 4 mevsimi birden yaşıyor ve İslam dünyasının 21. yy. güneşidir.
“Güç, doğsa doğsa, anayasalar hakkında kimin ne dediği çok önemlidir:
birlikten doğar” inancıyla 28’ler kulübünde birleşen Avrupa Birliği (AB) halen yapay biçimde büyüttüğü birlik bünyesini şarj edemiyor. Çamura yaslanmış durumdadır. Finans ve ekonomi bunalımdan baş kaldıramıyor.
Oysa Türkiye yeni asra geleneklerinden kopmadan AK Parti ve lider Tayyip Erdoğan öderliğinde “altın çağ” yaşayarak girdi. Sözün özü, mesafeleri kısaltan Türkiye bir de gelişme kalkınma hızını arttırdı. “Büyük Türkiye” hayal olmaktan çıktı. Türkiye geleneksel doğal coğrafyasına, etki alanına kayıyor. Yakın Doğu ve Balkanlarda bu alan köklerine dönerken genişliyor. Tarihte 200-300 yıl barışve huzur içinde yaşayan bu coğrafyada bugünkü çatışmaların sona ereceğine ve “terör” illetiyle de kesin başa çıkılacağına güvence Türkiye’dir. Tarihte bizim olan alanlara bu görüş ve inancı taşırken önce klasik fikir ocaklarımızı, kültür merkezlerimizi, derneklerimizi arayıp canlandırıyoruz. Osmanlı’dan, İslam’dan yeni kuşaklara kalan ve zamana dayanan kültür ve medeniyet eserlerimizi onarıp kuruyarak yaşatıyoruz. Tohumun aradığı toprağa düşmesine seviniyoruz. Etkileşim dili olarak Türkçemiz gelişiyor. Bir hoşgörü dini olan İslam gönüllere dolarken bize, yaşam tarzımıza, misafirperverliğimize, iyi komşuluğumuza ve aynı zamanda Türkiye’ye çok yönlü ilgi artıyor. 2016 iftarlarında sofralarımız Balkanlarda da kalabalaştı. 3 milyon savaş kaçağı ve sığınmacıya yıllarca ev sahipliği yapan Türkiye hayret uyandırıyor. Kapımızı çalana “Hoş Geldin, Sefa Getirdin!” kültürüyle dünya görüşü değişiriyor.
Anavatanımız yeryüzünde en fazla masal ve efsanenin doğup yaşadığı bir yer olmakla birlikte, kültürleşen ustalıkların bıraktığı eser ve biçimlerle ayakta kalan bir medeniyetler dünyasıdır. Topraklarımızdan çaldıklarıyla “Pergamon Museum” gibi Berlin, Londra, Paris ve New York’larda kültür merkezleri açıp işleten emperyalist güçler, aslında bugün de “Osmanlının beş düvelini” ancak bir hammadde ve folklor kaynağı olarak yaşatmak ve sömürmek istiyorlar. Türkiye’nin gerçek modern kültürde sanatı, hukuku, ahlakı, felsefe ve bilimi geçmiş, bugün ve gelecek olarak harmanlayarak yaşatması ve Başkanlıkla yönetilecek özgün devleti sistemini ararken sarsılmaz bir temel haline getirmesi, yıllardan beri birçoğunun uykusunda kabus oluyor.
İlk kez Türk halkı, tekniği Batıdan alalım, fakat ahlakımızda, hukukumuzda Doğulu kalalım demedi. Üstelik tekniği, bilimi uluslararası bir fikir piyasasından alalım, fakat sanatımız, felsefemiz milli olsun da demedi. Çünkü böyle bir milletlerarası piyasa yoktur. “Büyük Türkiye” hamlesi uluslararası kültür sanat, finans, borsa merkezlerini Asya ve Afrika’nın buluşma merkezi İstanbul’da toplamayı başarabildi. Bu yeni ve daha yüksek bir seviyede bir buluşmadır. Ve ancak sanatta da, hukukta da, bilimde de, felsefede de, görsel alanda, edebiyat ve sanal tasarımcılıkta başkalarından daha yüksek bir seviyeye erişebilmemizle gerçekleşebildi. Hukuk şekilleri ve felsefe örneklerimize gıpta edilerek bakılırken, sanat eserlerimiz “Büyük Türkiye”nin etki alanında yeni kültürü belirliyor. Ağır trajediler unutuluyor, 1951, 1968, 1976 göçleri, 1985 “soya dönüş” zulmü yaraları kap koparıyor, “Ne Mutlu Türküm Diyene!” gerçeği kanatlanıyor. Araplar, Rumlar, Makedon ve Sırplarla birlikte bugün Türk dizileri Bulgarları da küçük ekrana kilitledi. Saray ve köşklerimizin, yalı ve körfezlerimizin, mimarlıkta son söz yapıtlarımızın güzelliğini ve ihtişamını görmek isteyenler turist kafileleriyle sınır kapılarımızı zorluyorlar. Bu büyük değerlerde yaratıcı olmayan bir millerin bakış açısı değişmez. Yarattı eserlerle uluslararası piyasadan pay alamaz. Dünyadaki yeni değişimlerde öncelik edemez. Daha da ilginç olan, kendisi yerinde sayarken, Batıdan aldığı teknikle yeni bir üretim boyutuna yükselemez. Türkiye’mizi Başkanlık sistemine zorlayan büyük gerçeklerden biri bu kaçınılmaz Büyük Atatürk’ün Türk halkına en büyük hizmeti “Bizi düşünmeye öğretmesidir.” Türküye başkanlık sistemi bu kapıyı genişletirken yerine çift kanatlı giriş kapısı takıyor. Bu işin yüksek mimarı yerleşik bir sistemin içinde yetişen ve halk lideri olan Sayın Tayyip Erdoğan’dır. Bu gerçek anlaşılmadan AK Parti ve önderinin yıllardan beri süren arasız yoğun çabalarını anlayabilmek mümkün olamaz.
Olaylara bu açıdan yaklaştığımızda, 1990’lardan bu yana her adımda önümüze çıkan Amerikalı siyaset bilimci Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” eserini anlayabilmemiz kolaylaşır. O, “Soğuk Savaş” sonrası yıllardan başlayarak uluslararası ittifak ya da ihtilaflarda belirleyici olan unsurun politik ya da ekonomik, ideolojiler değil, medeniyetler olmaya başladığını öne çıkardı. Gerekçesinde, 56 devletli İslam Dünyası ve ortak Müslüman medeniyeti üzerinde egemen olamayan hiç bir Batılı gücün, tek kutuplu egemen ve baskın lideri olamadığı ve olamayacağı gerçeğidir. Hundington, bunu yazamadan öldü. Ondan sonra geçmişi aynı tezgahta harmanlayan hayat, Amerika’yı soldurmaya devam ederken, Rusya son çırpınışlar aşamasına girdi, derken eski kıta da bel fıtığına yakalandı ve çöküşü sosyal alanda başladı. İngilizlerin 2016 halk oylamasıyla “Hasta Adam” dedikleri AB’den uzaklaşmaları düşündürücüdür. 1850’den 1950’ye kadar devam eden Avrupa’da Almanya Çağı noktalandı. Niteliklerin birikiminden nitelik doğar felsefe öngörüsü hala genel geçerli olsa da, AB’de birleşen 28 ülkeden ne yeni anayasa çıkmadı, Shengen Sistemi tel örgülerle yamalandı, yeni bir medeniyet ufku ağarmadı.