Bu haftam çok yoğun geçti. Harbiye’de düzenlenen İLK Türk Cumhuriyeti yıldönümü törenlerine katıldım. Çok konuşuldu da hiçbir şey anlamadım. Ya Sultan, ya Enver Paşa, ya Eşref bey ya haklı veya suçlu gösterildi. O zamanlar Doğu Rodoplar’da yaşayan insanların ağır durumundan acısından sızısından, toplumu hareket ettiren güçlerden, feodal toplum düzeninden güç alan bir İmparatorluğun başkentinin burnu dibinde ulusal egemenlik ilan edilmesinin hareket güçlerinden, halkın bilincindeki derin köklerinden, dönüşüme götüren bezginlikten söz bile edilmedi.
Artısı eksiği bir yana bu tarihsel olayın İstanbul’da anılması iyi oldu.
Osmanlı topraklarında Türk ve Müslümanların kurduğu ilk Cumhuriyet bizim oralarda yani Kırcaali yöresinde kurulmuştur. Ne güzel değil mi!
Bizim oralara o dönem yani Osmanlıda “Sultan Yeri” adı verilmiş, saraya yağ bal peynir kuzu dana yün tütün ceviz tedarik ettikleri için atalarımızdan hiç vergi alınmamış ve onlar da seve seve çalışıp gönüllerince yaşarken, bir tek dertleri varmış, o da Osmanlı Savaşlarının çok uzun sürmesi, biri bitmeden ötekinin patlak vermesi ve erkeklerin de hep askerde, bilinmeyen bir cephede olması…
Arabistan’da kutsal İslam şehirlerinin korunması için XIX. Yüzyılın başında verilen ve tarihe Yemen Muharebesi adıyla bilinen Savaşlar, bizdeki ilk Cumhuriyetin ilan edildiği yıllara rastlar. Rumeli Türkleri bu savaşlardan ne denli bıktığını “Yemene gitti, gelen yok” gibi yerli türkülerle anlatmıştır.
Şahsen benim hafızamda tarihimizin çok özel bir dönemi olan ve erkekler hep cephelerde olduğundan kadın iradesinin uyanıp harekete geçmesinde BARIŞ ÇAĞRISI olarak ifade bulan bu dönemi, sevgili okurlarıma, yine bu hafta kutlanan DÜNYA BARIŞ GÜNÜ’ nü de vesile bilerek, biri Koşu Kavak öteki de Eğri Dere bölgesinden iki kısa öykümüzle siz okuyucularımıza anlatmak istiyorum.
1.TOPAL YUSUF:
İngilizlerin kışkırttığı Mekke İsyanını bastırmak için Topçuların Mehmet askere çağrıldığında, eşi Fatma gelin ikinci çocuğuna hamileydi. Torbası sırtında, tüfeği omuzda gidiş o gidiş aylar geçti askerinden hal haber alamadı. O yola gidenlerden ne geri dönen, ne de “bekleyin döneceğim,” diyen oldu. Biri eteğinde, öteki yolda, öküz inek, koyun kuzu, hasat harman cesaretle bocalıyordu. Ruhunu en cüretkâr umutla da beslese, yollara kayan gözleri hep boş döndüğünde, göz pınarından birkaç damla kayıyordu. Cesur hareketleri onu konu komşu gözünde olduğundan daha güçlü gösteriyor, herhangi bir şeyden ihtiyacı olduğunu hissettirmiyordu da, hamileliği ilerledikçe işlerin yükü onu her gün biraz daha bezdiriyordu.
Köyün ebesi olan Hanife teyze kalaylı leğeni, bol su ısıtmak için büyük çinko gümü, bakır tası artık Fatma gelinin büyük odaya taşıdı, ocak yanına kuru çalı çırpı bir iki kucak da kesilmiş odun yığılmıştı. Hatta bir gün Fatma odada yokken bakırı asacağı çengelin sağlam olup olmadığını da çekerek yoklamıştı.
Ailenin ilk çocuğu Ayşe’den kalan beşiği tavandan indirdi. Sıcak suyla güzelce haşladıktan sonra güneşte havalandırıp kuruttuktan sonra, yeni dokuma çatmalıdan döşecik, atlas yorgancık, oyalı bir yastıcık dikip hazır etti. Fatma gelinin iyice ağırlaştığını görüyor, uzak yola gitmesine mani oluyor, çok gerektiğinde yanından ayrılmıyor, geceleri de onlarda kalıyordu. Kocasına hasret gelinin acıyan yalnızlığı güçlü hissetmesine mani olmaya, gönlünü eğlemeye elinden geleni yapıyordu.
Göz pekliği Fatma’nın insanlardan ayrı kalabilmesine yardım ediyor, cesareti ona başka bir varlık kazandırıyor, onunla temas halinde olan köydeşleri onun efsanevi özellikleriyle sanki gurur duyuyorlardı. Fatma, suskunluğuyla da dikkati çekse de, “Teyze oğlan olursa adı ne olacak?” diye soran kız çocuklara “Yusuf” deyip ardına bakmadan yoluna devam ediyordu. Kararlı ve emin hareketleri o anda ona acımak isteyenleri bile yüreklendiriyor, etrafına güç veriyor, sanki kendi kendine konuşuyor ve “tereddüt çukur açar” cesaret onları kapatır!” der gibi tavırlar alıyordu. Nihayet beklenen, o gün, geldi. Nur topu gibi bir Yusufçuk dünyaya geldi.
Oğullunu gördü, göbek bağından kurtulup ilk suyunu da aldıktan sonra Hanife nine, “Ben Geldim!” çığlığını doya doya işitsin diye yavruyu sıcacık ana gövdesi yanına, beliklerden boşanıp yenidünyaya gelen için açılarak serilen siyah saç döşeğine yavaşça koydu. “Ben legen suyunu atayım” deyip, odadan çıktı. O an Fatma gelin dirseği üzerine biraz doğruldu, yavrusunu hafifçe öptü “seni ben korumazsam, kimler korur!” deyip yavrusunun tepişmeye başlayan sağ ayağına uzandı, oynağını “çıt” diyene kadar büktü, ardından sırt üstü düştü ve kırılan ayağın neden olduğu hıçkırıkla “ben geldim” çığlığı birbirine karışarak iyice şiddetlenirkemn kendinden geçti. Uyandığında Yusuf hıçkırmaktan tıkanmış ebesinin kucağında avutulurken, anası hıçkırmasını ne işitiyor ne de işitmek istiyordu.
Onun aklındaki bir yaşlı kadınlardan işittiği tek cümleydi:
“Osmanlı topalı asker almaz!” Evet, oğlu Topal Yusuf, askere gitmeyecekti. Kocasının Yemen Savaş’ından dönmesini, Osmanlı Savaşları’nın bitmesini hatta Savaş üretmekten başka bir şeye yaramayan ve her savaşta yenilen Osmanlı’nın da ebediyen gitmesini istiyordu. Onun için savaşlar insanla beslenen, insan yiyen ejderhalardı. Topal Yusuf’un anası sulh sözünün tam anlamını bilmiyordu ama yaşamın devam etmesi için “BARIŞ” istiyordu. Askere göndermemek için kendi çocuğunun ayağını kendi elleriyle kıran bu ana her zaman ve her yerde barıştan yana olduğu, şu günlerde 100. Yıldönümünü kutladığımız öz Cumhuriyetimizin tarihine “Biz barıştan yanayız!” sözlerini işte böyle yazmıştı. Anneler hem yaratmak hem de yaratılanı yaşatmak için vardı. Topal Yusuf’un anası Fatma gelin bu güzel analardan biriydi.
2. HEYBE ALTIN:
Balkan Savaşı arifesinde Kırcaali’ye bağlı Eğri Dere köylerinde erkek nüfus çok seyrelmişti. Savaş bulutlarının her geçen gün dağ tepelerinden indiğini gören yaşlı kadınlar bir gün bir mevlide toplanıp kendi aralarında gece yarılarına kadar süren önemli bir istişare yaptılar.
Gelinlik kızları, dul genç gelinleri parmak hesabı saymışlar, yetişkin eli ayağı tutan gençleri ince eleyip sık dokumuşlar. Ortaya yürekler acısı bir gerçek çıkmış, son seferberlikten beri erkek kıtlığı iyice artmış, evlilik çağındaki gençlerin hepsi Osmanlı cephelerinde olduğundan, bir yıldan beri kız isteyen, düğün kaldıran, kına duvak nişan geze olmamış, aracılar görücüler ortada kalmış, gören gözler uzaklarda dolaşmaya başlamıştı. Artık ayak sesleri kulaklara gelen, hocanın cumada sözünü ettiği yeni seferberlik kadınların tüylerini iyice ürpertmiş ki böyle olağanüstü bir bilgelik istişaresi yapmışlardır.
Hedef, Osmanlı’nın bu savaşına asker vermemek şeklinde gönül etmişti. Bu iş istişarelerden haberdar olan yaşlılar da kadın şurasının fikrini isabetli bulurken, söze karışarak, bu, “askerlik çağında gençleri davarlarla dağ kaçırmakla olacak iş değil,” fikriyle ortaya çıkmışlar ve “devletle anlaşmalıyız,” demişlerdi. Demesine demişler de, cami içinden, mescit ve odalardan çıkıp öncülük eden olmamıştı.
Devleti Aliye kendi devletleri ama yaratanın yaratığı ve halen yaşayanların birinci vazifesi yaşamı devam ettirmektir, görüşü ağırlık kazanınca, Yaşlı Kadınlar Şurası “iki heybe altın toplayıp, gençlerin askerlik bedelini ödeyelim” kararı alıp işe birlikte koyuldular. O zaman Osmanlı’da bedelli askerlik olmadığından istenen bir özel istisnaydı. Eğridere bölgesi kadınları altınları tez zaman toplayıp cami imamına teslim etmişler. Altınlar Sofya’ya götürülüp o zaman Osmanlı’nın Sofya Askeri Ataşesi ve bölgedeki seferberlik işlerinden sorumlu Sultan görevlisi olan Mustafa Kemal ile Büyük Elçi Fikret Okyar’a teslim edilmek üzere iki hibeye doldurulup eşeğe yüklendi ve imamla ona eşlik eden iki genç yola düştü. İstanbul hükümetinden özel bir kararla bu seferberlikte kendilerinden asker alınmaması istenecek, gerekçe olarak da bölge nüfusunun erkeksiz kaldığı gösterilecekti. M. Kemal bu isteği büyük bir dikkatle dinledikten sonra, Sultana ve hükümetine iletilmiş ve Balkan Savaşı, Müttefikler arası Savaş ve Birinci Dünya Savaşı için Eğridere bölgesi köylerinden asker alınmamıştı.
Bizim için kadınların yaşamı sürdürme öz ödevi başta olmak üzere BARIŞ DAVASINA HİZMET ETME VE ÖZ KATKI SUNMA çabaları bu iki örnekte de ifade bulduğu üzere çok derin anlamlı ve cesur kararlarla dilden dile bugünlere kadar yaşaya gelmiştir. Oğlu Yusuf’un ayağını barış ve huzur olması adına, eşine susamışlık adına, yaşamı hayata çağırmak ve onu alabildiğine sürdürmek adına kırarken bireysel bilinç ve cesaretle hareket etmişti. Eğri Dere kadınlarının hareketi ise yaşam ve barış adına örgütlü ortak bir eylemdir. Barışı yaşatmak, hayatı sürdürmek özleminden doğan aydın bir umut ve büyük bir öngörü, tüm kadınlar tarafından kucaklanan bugünkü kuşaklara da örnek olabilecek nitelikli emsalsiz bir kahramanlıktır. Bu parlak örneğin özünde hayat ve barış para pulla, altınla falan değiştirilemez olduğu gerçeğidir.
Ben, Harbiye Salonu’nda bizim oralarda bundan 100y. önce Osmanlı’yı, harpleri, haydutları, yenilgileri, yaşamı durma noktasına getiren ne varsa her şeyi, hantallığıyla gönül defterinden silen, çok sevse de yadsıyan, ret eden, gönülden koparıp atan ve yerine egemenliği, Cumhuriyeti, yani halk iradesinin yaşam gücünü, barış ve huzuru çağıran, belki de Avrupa ve dünya tarihinde bulunamayan parlak örnekler arasındadır. Atalarımızın dünya insanlarına ve halklarına ibret dersleri verdiğini hissettikçe yürekleniyorum. Bizimkiler tarih içinde yok olmayı beklememişti. Her zaman ve her yerde yaşam aramış ve onu en iyi bir şekilde yaşatmaya çalışmıştı. Onlar da düşünen, seçen, seven, savaşan, yol arayan sen ben gibi insanlardı. Ne güzel ki, her zaman isabetli yolu arayıp bulabilmişlerdi. Osmanlı devrinde kadın haliyle savaşa karşı, barıştan yana isyan etmek ne cüret?
Bildiğinize inandığımdan ötürü kısaca anlatmakla yetindiğim bu iki öz öykümüz, bir asır önce köylerimizde Osmanlı yaşam tarzı adaletindeki yetersizliklere, sonrasız savaşlara, yenilgi serüvenlerine ve onlardan kaynaklanan, anımsanması acı, anlatılıp kaleme alınması çok güç olaylara karşı, okuma yazması olmayan, ömründe köyü dışına çıkmayan ve ömürleri beklemekle geçen anneannelerimizin başlattığı dip dalgasında, halk arasında, tabanda hareketlenme, susarak konuşanların başkaldırısı, bugünlere çok parlak kanıt ve iki öğretici örnektir.
Bu hafta bir de Barış günüydü. BARIŞ GÜNÜNÜ nasıl andınız? Sormuyorum. Geçmişimizden benzer trajik olayları hatırlamak barış savaşı alayında bugün de ön saflarda olmaktır. Anımsayarak eyleme katılmak ve “BİZ HEPİMİZ YEDİDEN YERMİŞE HEM DE KÖKTEN KÖKE BARIŞTAN YANAYIZ DEMEK, NE GÜZEL!” Barış bizim en büyük kazanımlarımızdan biridir ve onun yerine hiçbir şey konamaz.
Bundan tam bir asır evvel yaşamış, ne büyük cesaretle ayakta kalmış ninelerimizin yiğitlik, cesaret ve kararlılığını anımsadıkça tüylerim diken diken oluyor. Vatanımızda son yıllarda ana dilimizi unutmaya zorlandığımızı düşündükçe direnç gücü ararken, nenem rüyama gelir, kulağımı uzatıp “Utanmak yok mu?” der, diye korkuyorum. Yazımı okurken bu korkuyu birlikte yaşadığımıza inanıyorum.