“Balkanların Kurdu – Molla Osman” – Ali KARAGÖZ
Eserin tamamını buradan görebilir, isterseniz buraya tıklayarak “BALKANLARIN KURDU Molla Osman – Ali KARAGÖZ” bilgisayarınıza kaydedebilirsiniz.
Molla Osman
CİCİ BABAMIZIN HATIRASINA
Bora – Akın – Ali ŞEHİRLİOĞLU
Ali Karagöz
15 Ocak 1947 yılı İstanbul ili, Avcılar İlçesi, Firuzköy’de dünyaya geldi. İlk öğrenimini 1960 yılı bu köyün ilkokulunda tamamladı. Bununla yetinmeyerek, öğrenimini aynı yıl giriş sınavını kazandığı Askeri okulda sürdürdü.
30 Ağustos 1965 yılı Askeri okuldan mezun olarak, Kara Kuvvetleri İstihkam birliklerinde 21 yıl süreyle görevde bulundu. 30 Ağustos 1986 yılında kendi isteğiyle emekli oldu. Yazma ve şiir sanatı uğraşısı emekli olduktan sonra başladı. 1987 yılında “Benim Dünyam”, 2002 yılında “Leylak Kokusunda”, 2006 yılı Sensiz Olmuyor” isimli şiir kitapları, 2000 yılında: Firuzköylü hemşerilerini anlatan “Balcıbük’ten Firuzköy’e adında anı ve inceleme kitabı yayınladı.
Ali Karagöz’ün yazı ve şiirleri: Avcılar Haber, Gelişim, Burdur Gazetesi, Bizim Anayurt Gazetesi ve Antolojisi’nde, Kırk Merdiven, Cem Aylık Sanat ve Kültür, Berfinbahar, Ardıç Kuşu, Şiir Ülkesi, Balkanlılar, Mavi Dergi, Şair Çıkmazı, Aykırısanat, Tay aylık edebiyat dergilerinde yayınlanmıştır. Halen Firuzköy’de oturmaktadır.
ÇETEBAŞI MOLLA OSMAN’IN SERÜVENLERİ
Demokrasinin gelişiminden önce bir Barut Fıçısı olarak nitelendirilen Trakya, yıllarca, etnik temele dayanan savaşlarla kaynayan bir bölge haline gelmiş ve Dünya kamu siyasetinin ayarlanması ve belirlenmesi sürecinde etkin bir rol oynamıştır. Daha önceleri çeşitli kabilelerin at oynattığı, birileri başkalarının egemenliğini feshederek, elden ele geçen o toprakların, zaman zaman bir kan gölüne dönüşmesine neden olmuştur.
Trakya da uzun yıllar ikamet eden ulusların başında Türk, Bulgar, Yunan vb. etnik kökenli insanlar gelmektedir. Aralarında bazı iddialı sorunlar ve çelişkiler olmasına rağmen, geçilen yol genel hatlarıyla bellidir. Fakat ayrıntılara girecek olursak, örneğin; bu topraklara İslamiyet ne zaman girmiştir? Gibi soruların yanıtları henüz bazı tahminlerden öte geçememiş, tam olarak kesin yansımını bulamamıştır.
Sayın Ali Karagöz ün kaleme aldığı “DERBENT GEÇİDİ” yapıtı, Trakya havzasında vtıku bulan ünlü ve kahraman çetcbaşı Molla Osman’ın yaşamından bir kesiti ele almaktadır. Yazar, yakın geçmişte oluşan çok önemli tarihsel bir olayı ele alıp, günümüze taşıyarak, hana çelişkili bazı sorunları günümüz açısından aydınlatma çabası yürütmektedir.
Sayın Ali Karagöz, babasının geldiği, Bulgaristan’da Rodop’ların Ortaköy kentine (İvaylovgrad) bağlı olan Balcıbük (Maden buk) köyü yakınlarındaki Kütüklü (Penevo) köyünden yola çıkarak Molla Osman’ı anlatıyor ve yazısını, daha sonraları göç ettiği Firuzköy’de noktalıyor. Olay ve olguların gelişiminde hem etnik gruplar ve hem de çevredeki kendi ortamlarındaki çelişkiler, o günlerin sorunlarını yansıtmaktadır.
Yazısının kapsamına alınan çetecilik hareketi, o zamanlar Trakya’da ve özellikle Bulgaristan topraklarında çok güçlüdür. Rodop bölgesinde Topal Kadir, Mitti Ganev, ünlü çete başları yetişmiştir. Kuzey Bulgaristan’da da Çobandereli Sabri Şayka, S ıra teali Ahmet’in çeteleri vardır. Bu çeteler, iktidara düşman, halka yakın, zenginlerden alıp fakirlere verme gibi başka bir nitelikleri de vardır. Molla Osman, o topraklarda yetişmiş. Kütüklü köylü bir Rodop çocuğudur. Yazıyı okuyup onu anlayınca zamanın ruhu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Cereyan eden olaylar, onun yaşam öyküsü ile örgülüdür. Bunlardan bazılarını ele alalım…
Bulgar eşkıyaları, Osman’ın ağabeyi Veliyi ve arkadaşı Salih Ağa’yı pusuya düşürür. Olay ormanda olur, büyük bir serencamdır.
Salih Ağa, öldürülür. Veli ise eşkıyalardan kurtularak kaçar, ormanda saklanan Veliyi Balcıbüyüklüler bularak kurtarır ve bitkin bir konumda oları Veliyi, kaynanasının evine götürürler. Veli korkudan dolayı hastalanır, tedaviye karşın kurtulamayarak ölür. Osman, ağabeyinin ölümüne üzülür ve intikam peşine düşer. Bulgar çetesine yaptığı ilk saldırı, davulcu olayı ile başlar.
Yunanistan’ın Dimetoka devlet hastanesinde görevli olan Osman’ın eşi Şadiye Hanım da daha sonra olaylara karışır. Niyazi Bey, Fuat Balkan gibi çete başları da ona yardımlarını esirgemezler. Osman’ın da üye olduğu 1918 yılında kurulan Trakya Paşaeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti de gerekeni yapar. Hele Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak ile görüşmeleri okuyucuda heyecanlı anlar yaşatır.
Kurtuluş savaşının yürütüldüğü 1920’li yıllarda Yunan ve Bulgar eşkıyaları Türk köylerine baskınlar düzenlemesi, Anavatana göç meselesini gündeme getirir. Kızılçal Köyü çıkışına toplanan göç konvoyu, yola revan olur. Yolda Tenekeci İvan’ın çetesi, on tane Rum eşkıyası beliren çirkin bir katliam tablosu tüyleri ürpertir. Geçitte dere gibi kanlar akar, Molla Osman’ın çetesi yetişir imdada. Çalışmada çetebaşı İvan öldürülür.
Molla Osman, Bulgar devriyeleri Rum çetelerinden birini öldürdüğü zaman, Bulgarlara yardımını esirgemez. Ortaköy’de banka soygunu ise Osman’ın başına başka bir bela açar, fakat Osman’ın suçsuzluğu çıkar oraya. Bir gün Osman avlanırken, Stoyko adında bir Bulgar çete komutanı çıkar ortaya, Osman’ı gerçekte hiç sevmez ve ondan korkar…
Molla Osman, çocukları ve eşi Şadiyc Hanım ile 1925 yılında Türkiye’ye gelir ve Silivri İlçesi Sürgün’c (Ortaköy) gelerek, bir yıl önce buraya gelmiş olan babasının hanesine yerleşir. Osman’ın Sürgün köyünde de serüvenleri bitmez. Arnavut Sarı Hamdi, Kadir Çavuş ve Kardeşleri ile yıldızı barışmaz. Bu iki Arnavut’un kendi arazilerinden geçen komşu köylerden haraç olarak yılda bir teneke buğday alması hepten de onun asabını kurcalar. Nihayet, onun gibi bir çetebaşı, Arnavut Topal Osman’ın ortaya çıkmasıyla, her şey diizciip yoluna girer, barışırlar.
Molla Osman, Sürgün köyünde uzun seneler muhtarlık yapar, O 30 sene sürecinde Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğünde çalışır ve 1960’da emekli olur. Daha sonra İstanbul/Firuzköy’e yerleşir ve 1 Mayıs 1965 tarihinde orada ölür.
Yapıtın içine aldığı dönemde Balkanlarda. Rumeli, ahlak değerlerinin yıkıldığını görüyoruz. Aklı, fikri tam yerine oturmamış Rum çetecilerinin, karşı tarafın kadınlarının ırzına geçmeleri bunu açık seçik gösterir. Molla Osman’ın çetesindeki güzel ahlak anlayışı ise, eski Türk toplumunda sert bir ahlak anlayışından kaynaklanır. Burada bu anlayışın uygulanmasını da görmekteyiz.
Trakya, daha çok yakın tarihimizdeki çetecilik faaliyetleri ile hatırlanır. Aslında bakarsanız, hangi Balkan ülkesinde çetecilik, komitacılık yoktur ki! Nice cinayetler, suikastlar, insan öldürmeler Trakya’yı kana boyamıştır. Bugün gelinen nokta, o tarihi mirasın kanlı bakiyelerini, tortularını taşır.
Ali Karagöz’ün kaleme aldığı bu konuyu bütüncül yaklaşımla ortaya koyması, okuyucunun dikkatini çekecektir. Yazar, Molla Osman’ı, lıaklı olarak savunma pozisyonundadır. Çete başı Molla Osman, öylesine dürüst ve kıvamlı yetenekli bir kişiliğe sahiptir ki, bütün kilitli kapılan zorlar, tekmeler ve açar. Onun bu yüksek başarısı, doğruluk kavramını gerçekliği ile anlaması ve uygulamasından ileri gelmektedir.
Hayatın sürprizleri biter mi? Olayın biri henüz yaşanmışken, ayağının tozu ile bir başkası izler onu. Çelişkiler dizilir ardı ardına.
Onları çözümlemek, büyük yürek ister. Nitekim sözü edilen Molla Osman gibi bireylerde bunu görmekteyiz. O. gözü pek bir kahramandır.
Olayların büyük bir kesiminin cereyan ettiği sözü edilen topraklar, Balkan Savaşlarından sonra Osmanlıların elinden alınarak Bulgaristan’a verildi. Balkanların kalbi diyebileceğimiz bu yerler, şimdi de çalkantılar içinde bulunmaktadır.
Ali Karagöz, Molla Osman’ı anlatırken, o yıllarda bölgenin siyasal durumunu da gözden kaçırmamıştır. Öyle ki, o zamanın ruhuna giren bir kişi bugünkü, Türklerle Yunanlılar arasındaki soğuk havayı kolaylıkla anlayabilir. Buna, iki devlet arasındaki tarihi dokümanlar da bir dereceye kadar ışık tutmaktadır.
Türklüğe ve Türkçülüğe örnek Molla Osman’ın aydınlatılarak önümüze getirilmesi, yani kültürümüze mal edilmesi çabalarını destekliyor, Ali Karagöz’ü alkışlıyorum. Molla Osman’ın okuyucular tarafından alkışlanacağından asla kuşkum yoktur. Onu sevelim ve kendisiyle onur duyalım.
26 Mart 2004
NİYAZİ HÜSEYİN BAHTİYAR Avcılar – İstanbul
SUNUŞ
Çanakkale Savaşı’nın ardından 30 Ekim 1918’dc Mondros Mütarekesi imza edildi. Bu mütareke sonucu Ali İhsan Paşa’nın ordusu dağıtıldı, kendisi de Osmanlı Hükümeti’nce İstanbul’a çağırıldı.
Mondros Mütarekesi, Trakya’daki Türklere silahsızlanmayı dayatırken, 1. Kolordu’nun toplam silah gücü 1200 tüfeğe düşmüştü. Bir yandan Osmanlı Devleti’nin zayıf düştüğü durumdan yararlanmaya çalışan Trakya Rumları, Yardım Komitesi ve Trakya Komitesi adlı iki büyük Rum örgütünce korunup, yönlendiriliyordu. Bu komiteler Trakya’nın Yunanistan’a bağlanmasını istiyorlardı. Bunların Trakya’da ki en önemli örgüt merkezi, Gelibolu ve Çorlu’da iki. Azgın Rum çeteleri Uzunköprü, Keşan ve İpsala’da terör estirip öldürüyor ve Türk subaylarını soyuyorlardı. Söz konusu çetelerin en önemlilerinden biri: Karabıyık Dimitri ve Çetesi’ydi. Tarihte çok ender görülen ve peşi peşine yaşanan savaşlar, yenilgiler, Osmanlı Devleti’ni adeta eritmişti. Birinci Dünya Savaşı… ve büyük bozgundan sonra tükenişin adı Sevr’dir. Sevr, Batı Trakya’yı Yunanistan’a bırakmıştır. Ama Yunanistan’ın gözü Doğu Trakya’dadır. Bu amaçla işgal hazırlıklarına başladılar. Onun için tüm Trakya’nın savunması Cafer Tayyar Paşanın komutasında bulunan Birinci Kolordu’ya verildi. Cafer Tayyar Paşa sonraki günlerde, Trakya Paşaeli Cemiyeti Merkez Heyeti’nin kararı ve daha sonra da Edirne Kongresi’nin onayı ile Trakya Milli Kumandanlığı’nı” üstlendi. Yunanlılar, Fransızların da katkısıyla 1920 Mayısından önce Batı Trakya’yı işgal ettiler. 20 Temmuz 1920’de ise Anadolu’daki tümenlerinden birini Marmara Denizi kıyılarına çıkardılar. Hem doğudan, hem de batıdan Doğu Trakya’yı işgal etmek amacıyla taarruza başladılar. Yunanlıların Tekirdağ ve Çorlu’yu ele geçirmeleri, Edirne’de büyük üzüntü ve heyecan yarattı. Batı Cephesi’ndc Edirne’yi 49. Tümen savunurken, 69. Tümende Uzunköprü’yü savunuyordu. 49. Tümen Meriç Köprüsü önlerinde direnerek, Karaağaç’ın ilerisinde önemli başarılar elde etti. Yunan Kuvvetleri Cafer Tayyar Bey’i Havşa’da esir alınca 55. ve 60 tümenler dağıldı. Bu tümenlere ait askerler Bulgaristan’a sığındı. 49. Tümen ise
Alb. Şükrü Naili’nin komutasında direnişini sürdürse de sonunda onlar da Bulgaristan’a sığınmak zorunda kaldılar.
Yunan kuvvetlerinin 25 Temmuz 1920’de Edirne’ye girmesinden 40 gün önce 300 kişilik bir kuvvet: Cafer Tayyar Paşa’nın emriyle, Meriç boyunda, ünlü Yunan Efsun Taburuyla çarpışarak Edirne’yi savunmaya çalıştı. Bu kuvvetlerin başında Kurmay Albay Filibeli Rüştü Akın Bey bulunmaktaydı. İşgal gerçekleştiğinde onlar da Bulgaristan’a geçtiler. Rüştü Bey’in kuvvetleri Bulgaristan’da bulunan Şükrü Naili Bey’in kuvvetlerine katılmadılar. Onların bir bölümü Bulgaristan’da dağılarak, burada karargah kurdu. Bazıları da Fuat Balkan’ın güçlerine katılarak, Kütüklü’ye yerleştiler.
KOMİTACI NEDİR?
Fuat Balkan komitacılığı şöyle tanımlıyor: “Komitacı bazılarının sandığı gibi soygunculuk, çapulculuk değildir. Komitacı Vatın davası uğruna her şeyini, hatta canını bile feda eden, gözünü budaktan sakınmayan adamdır. Gerekirse hiç acımadan yakar, yıkar, öldürür.” Bu tanıma göre Fuat Balkan’ın kendisi de bir numaralı komitacıdır.
Birinci Dünya Savaşı yenilgisinden sonra Karamürsel’deki çiftliğine çekilen Fuat Balkan 1919 Mayıs’ında Batı Trakya’ya davet edilir. Fuat Bey hazırdır, bu nedenle İstanbul’a gelerek, orada İsmet Bey’i buldu. İsmet Bey (İnönü) Onu Kıra Vasıf’ın evindeki toplantıya çağırdı. Toplantıda beş albay daha vardı. Bu toplantıda alınan karar gereği Fuat Bey’e Batı Trakya’da görev verildi. Fuat Balkan üs yeri Edirne olmalıdır diye düşünüyordu. Fakat 1. Ordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa, bu düşünceye karşı çıktı. O Fuat Balkanı Edirne’de istemiyordu. Bundan dolayı Fuat Bey Yüzbaşı rütbesinde iken askerlikten istifa ederek, örgütlenmeyi Batı Trakya’da gerçekleştirme kararı aldı. Burada komite dışında: Garbi Trakya Müdafaa Hukuk Cemiyeti ve Garbi Trakya Müstakil Hükümeti’nin kuruluşuna öncülük etti. Kendisi de bu hükümetin Silahlı Kuvvetler Komutanı oldu. Hükümetin kadrosuna Bulgarlardan Vangel Yorgiyef ile Dr. Dickofda katıldı. 1920 yılı Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışından önce beş albaydan aldığı yetkilerle Batı Trakya’da bulunan Fuat Balkan “devam veya tamam” emrini yineletmek amacıyla Ankara ile ilişkiye girdi. Bu kez Mustafa Kemal’in onayladığı bir emirle yeniden Batı Trakya’da görevlendirildi. Bu emir Fuat Balkan’a Batı Trakya ve Makedonya sınırları içinde çetecilik yapına görevi verirken: genel direktifler için de önceden ters düştüğü Trakya Paşaeli Cemiyeti ile bağlantı zorunluluğu getirdi.
Fuat Balkan, anılarında şöyle diyor: “Ankara’nın bana verdiği önemli görevi yapabilmek için, hükümetlerinin muhalefetine karşın Bulgarların yardımına muhtaçtım.” Bu nedenle “Türk Bulgar Trakya Dahili İhtilal Komitesi” adı altında bir örgütlenmenin öncülüğünü yaptı. Komite, Doğu Trakya için ünlü Bulgar ihtilalcısı Gürcikof’u görevlendirirken Batı Trakya Komutanlığına Fuat Balkan’ı getirdi. Yardımcılık görevine de Tame Nikolof’a verildi. Sıra Bulgar ve Türk çete komutanlarının seçimine gelmişti. Fuat Balkan bu konuda şunları söylüyor:
“Tane Nikolofla birlikte Bulgar müfreze komutanlarını kamilen Batı Trakyalı olanlar arasından ve ayrıca kılavuzları da; araziyi en iyi bilen Bulgarlardan seçtik.” Fuat Balkan, karargah olarak Bektaşlar Köyü’nü seçmişti ama daha sonraları Kütüklü Köyü’ııü de karargah olarak kullanmıştır. Bu iş için seçilen Çete Komutanları: Mülazım Abdulgani, Mülazım Sabri, Çolak Sabri, Edirneli Ali Çavuş, Tekirdağlı Osman (Molla Osman), İskeçeli Ömer Çavuş, İskeçeli Küçük İsmail, Darendcli İbrahim Çavuş, Ankaralı İsmail Çavuş, Dramalı Mustafa Çavuş, Sarı Şabanlı İsmail Çavuş, Meto, Dramalı Topal Osman, Pomak Adem Ağa’dan oluşuyordu.
Diğer taraftan Bulgar Subaylar Cemiyeti Başkanı, “Bulgar Generali Lazeret ve iki Bulgar Kurmay Albay’ı, iki Bulgar Kurmay Binbaşı ve üç Bulgar yüzbaşısının düzenlemesi ile Bulgar dağ eşkıyaları askeri disipline girdiler. Böylece 2000 kişilik Bulgar karma müfrezeleri oluştu. Bulgar eşkıya kaptanlarının başlıcaları: Nitçev, Stoyko, Armomor, Rafeel, Musof, Deli Dima, Vangel Torgjyef, Ninçefti.
MOLLA OSMAN
Molla Osman: 1898 yılı Bulgaristan’ın Ortaköy ilçesi, Kütüklü Köyü’nde dünyaya geldi. Babasının adı Salih (Molla Salih), annesinin adı İsmihan’dır. Salih Efendi: Okur, yazar ve dini bilgisi kuvvetli, ilim sahibi bir insan olduğundan; içinde bulunduğu toplum tarafından ona Molla Unvanı verildi. Osman’ın babası o yıllarda İstanbul Tekel’de görevli idi. Osman, ilkokulu bitirdikten sonra ortaokula da gitti. Ama Balkan Harbi patlak verince bir takım nedenlerden dolayı öğrenimini yarıda bıraktı. 1918 yılı Yeşilköy’deki birliğinde askerlik görevini yerine getirirken, uçak kullanmasını da öğrendi.
Yine o yıllarda Karagümrük’te oturan bir arkadaşının el katmasıyla. Ebe Şadiye Hanım’la tanışarak evlendi. Biri kız, biri de erkek olmak üzere iki çocuğu dünyaya geldi. Osman, annesinin ve babasının ona vermiş olduğu atalarının sönmez ışığı, Kutsal sevdası olan Ali Sevgisi’ylc büyüdü.
O “Daima özgür ve Asyalı soluğu taşıyan” zulme, haksızlığa boyun eğmeyen, her zaman mazlumun yanında, zalimin karşısında yer alan ataları “Tanrı Dağı Kargöz Yörükleri”nin kanını taşıyordu. O yüreği vatan ve insan sevgisiyle dolu olan ama yakınlarının ve halkının kanım döküp, onlara kötülük edenlere de aman vermeyen gözü kara bir komitacı, çete komutanı, Kuva-yı Milliyeci bir kahramandı. Babası Molla Salih, 19201i yıllarda Tekirdağ İli’nin Muratlı İlçesi’nde oturduğundan, Osman çeteci arkadaşları arasında “Tekirdağlı Osman” namı ile anılıyordu. 1919 ve 1922 yılları arasında Batı Trakya’da faaliyet gösteren Kuva-yı Milliye güçlerinde çete komutanı olarak, büyük yararlıklar gösterdi.
1925 yılı ailesiyle birlikte Bulgaristan’dan kaçak olarak, Türkiye’ye geldikten sonra Silivri İlçesi’nin Ortaköy’ünde oturan anne ve babasının yanına yerleşti. Yine bu köy de Devletin kendisine vermiş olduğu iskan arazisini işleyerek, geçimini çiftçilikle sağlamaya başladı. 1930 yılı yapılan seçimde Ortaköy’e muhtar seçildi. Birkaç yıl muhtarlık yaptıktan sonra çeteci arkadaşlarının da elkatmasıyla Beşiktaş ilçesi Kaymakam Vekilliğine atandı.
Burada da birkaç yıl görev yaptıktan sonra memur olarak, Ziraat Müdürlüğüne atandı. Ziraat Müdürlüğündeki görevini sürdürürken, Atatürk’ün yakını olan, çeteci arkadaşı Niyazi Bcy’le birlikte Ankara’ya giderek, Atatürk’le tanıştı. Atatürk ona Orman Çiftliği’nde müdürlük görevi önerince, bu görevi sevinçle kabul etti.
Molla Osman emekli oluncaya kadar burada görev yaptı. Emekli olunca da İstanbul ili, Bakırköy İlçesi’ne bağlı olan Firuzköy’e gelerek, akrabalarının da ikamet ettiği bu köyden aldığı amaya iki İtadı bir ev yaptırdıktan sonra buraya yerleşti.
1.5.1965 günü burada vefat elti. Vasiyeti üzerine anne ve babasının da mezarlarının bulunduğu yer olan Firuzköy Mezarlığına Askeri Törenle defnedildi.
Ali Karagöz
PUSU
Güney Bulgaristan’da bulunan Ortaköy ilçesine bağlı Balcıbük Köyü arazisinde, 1918 yılı silahlı Bulgar eşkıyaları, iki Türk’e pusu kurarak, adam öldürme ve soygun olayını gerçekleştirdiler.
Bu olaydan önce Molla Veli, eşi ile birlikte Lüleburgaz’daki evlerinde mutlu bir yaşam sürüyorlardı. Ancak bu uğursuz olaydan sonar mutlulukları kabusa dönüştü. O yıllarda Veli, tütün ve kömür ticareti ile uğraşıyordu. İşi gereği Balcıbük Köyü’ne uğradığında Kayınbabası Yörük Ali Ağa’nın evinde kalıyordu. 1918 yılı tütün paralarının ödendiği bir dönemde Veli, kendisi gibi tekelde alacağı olan Balcıbüklülerin vekaletini aldıktan sonar atına binerek, tütün paralarını almak için Ortaköy İlçesi’ne gitti. Tekele vardığında parayı alabilmek için gerekli işlemleri yaptırdı. Ödeme sırası gelince de, kendinin ve ona vekalet veren Balcıbüklülerin tütün parasını alarak, yanında getirmiş olduğu heybelere doldurdu. Sonra da ağzına kadar para dolu olan heybeleri atının üzerine atarak, aynı gün köye dönmek üzere yola çıktı. İlçe dışına geldiğinde Balcıbük Köyü’ne kestirme gidilen at yoluna saptı. Yol da giderken yüreğinde Bulgar eşkıyalarının yolunu kesebileceği endişesini taşıyordu. Ama hiçbir olayla karşılaşmadan Balcıbük Köyü’ne ulaştı. Alacaklı olan köylülerin tütün paralarını dağıttıktan sonar kayınbabası Yörük Ali Ağa’nın evinde istirahata çekildi. Ertesi gün Kütüklü Köyü’ııden gelen, kendisi gibi tüccar arkadaşı Salih Ağa ile birlikte atlarının yönünü Edirne’ye çevirerek, yola çıktılar.
Onların yola çıktıklarını öğrenen Bulgar eşkıyalarının, yolları üzerinde kurdukları pusudan habersizdiler. Bu nedenle yol da sohbet ederek ilerliyorlardı. Köyden iyice uzaklaşıp balkanın derinliklerine vardıklarında, silahlı Bulgar eşkıyaları saklandıkları yerden aniden fırlayarak, iki arkadaşın yolunu kestiler. Eşkiyabaşı olduğunu sandıkları biri silahını üzerlerine doğrultarak, sert bir üslupla:
“İnin atlarınızdan” diyerek, onları atlarından inmeleri için uyardı. Veli..
“İşte şimdi yandık” diyerek, söylendi. Eşkıyalar silahlarını onlara doğrultmuş olduklarından kaçsalar vurulacaklardı. Belki paralarımızı alırlar da bizi bırakırlar diye düşündüklerinden eşkıyanın ermine uyarak, ikisi de atından indi. Yine eşkiyabaşının uyarısı üzerine tüm paralarını onun uzattığı heybeye attılar.
Eşkıyalardan biri Veli’nin ardına geçerek onu kollarından yakaladı. Diğer ikisi de Salih Ağa’yı yakalayarak, az ilerideki meşe ağacına bağladılar. 25-30 metre kadar geriye çekildikten sonra yere diz çökerek, silahlarını Salih Ağa’ya doğrulttular. Veli’yi tutan eşkiya
“Arkadaşını öldüreceğiz sonra sıra sana gelecek” diyerek, alaylı bir üslupla Veli’ye kötü niyetlerini açıkladı.
Veli bu serencamdan kurtuluş olmadığını anlamıştı. Ama yine de bir yolunu bulup kurtulmayı düşünüyordu. O bunları düşünürken iki eşkiya silahlarını ateşleyerek tüm mermileri Salih Ağa’nın üzerine boşalttılar. Mermiler vücudunu deldikçe Salih Ağa feryat ederek, bağırıyordu. Bir ara Veli kendisini tutan eşkıyadan kurtulmak için var gücüyle silkindi. Kollarını kurtarınca da eşkıyanın böğrüne bir yumruk atarak, onu yere düşürmeyi başardı. Sonra da olanca gücüyle koşarak balkanın içine daldı. Salih Ağa’nın bedeni delik deşik olduğundan hemen orada öldü. Bağlı olduğu meşe ağacının altı kan gölüne dönmüştü.
Eşkiyalar Veli’yi yakalamak için uzun sure kovaladılar. Ana o can havliyle koştuğundan arayı epeyce aşarak, izini kaybettirmeyi başardı. Olay yerine yakın bir yerde bulunan tarla da çalışan Balcıbüklüler, silah seslerini duymuşlardı. Olay yerine vardıklarında Salih Ağa’nın delik deşik olan cansız bedeni ile karşılaştılar. Veli’yi göremeyince de kaçık kurtulmuş olabileceğini düşündüler. Birkaç köylü Salih Ağa’nın cesedini öküz arabasına atarak, onu Kütüklü Köyü’ndcki evine götürüp ailesine teslim etmek üzere yola koyuldu. Geriye kalanlar da balkanın içine dağılarak, Veliyi aramaya başladılar. Peşinden eşkiyaların gelmediğinin farkına varan Veli, yaprakları gür olan iri ve yüksek bir meşe ağacının üzerine çıkarak, bu ağacın üzerinde sessiz kalıp saklanmayı düşündü. Bu düşüncesi de işe yaradı.
Bulgar cşkiyaları Veli’yi çok aradılar. Ama bulamayınca o yöreden uzaklaştılar. Veli üç gün boyunca aç ve susuz olarak bu ağaçta yaşamını sürdürdü. Sonunda çok halsiz bir konuma düştü. Üçüncü günü sabaha karşı yakın bir yerden horoz seslerinin geldiğini duydu. Sesler Balcıbük Köyü’ndcn geliyordu. Daha sonar da kulağına insan sesleri gelmeye başladı. Veli’nin yüreğine kurtuluş ümidi doğmuştu. Bulunduğu ağacın üzerinden seslerin geldiği yöne doğru var gücüyle;
“Beni kurtarın” diye birkaç kez bağırdı. Onun sesini duyan köylüler;
“Veli Efendi korkma biz Balcıbük Köylüleriyiz, merak etme seni kurtaracağız” diyerek yanıt verdiler.
Veli’nin üzerinde bulunduğu ağacın yanına gelen köylülerden biri ağaca çıkarak, onun ağaçtan inmesine yardımcı oldu. Veli, ağlayarak, şaşkın bakışlarla kurtarıcılarına sarılıyor, onlara teşekkür ediyordu.
Bulgar eşkiyalarınca öldürülme korkusu, açlık, susuzluk ve uykusuzluk, onu çok bitkin bir konuma getirmişti. Ayakta duracak gücü olmadığından çökerek yere oturdu. Köylülerden biri azık torbasındaki su şişesini çıkararak, Veli’ye uzattı. Veli kendisine uzatılan suyu hiç soluk almadan bir dikişte bitirdi. Bir başkası azık torbasındaki yarım somun ekmeği Veli’ye uzattı. Veli, iki eliyle ekmeği sıkıca tuttuktan sonra çabuk, çabuk ısırarak yiyip bitirdi. Bundan sonra iki kişi Veli’yi ayağa kaldırıp, koluna girerek, köylülerin eşliğinde onu doğruca kayınbabası Yörük Ali Ağa’nın evine getirdiler. Ali Ağa, damadının perişan halini görünce çok üzüldü. Ali Ağa’nın evi iki katlı olup oldukça büyüktü. Kisa sürede odanın birine yatak açılarak, Veli yatağa yatırıldı. Ali Ağa İstanbul Tekel de görevli olan dünürü Molla Salih’e acele bir haberci göndererek, onun Balcıbük’e gelmesini istedi. Oğlu Veli’nin hasta olduğunu öğrenen Salih Efendi buna çok üzüldü.
“Hastalığı ciddi olmasaydı beni acele çağırmazlardı” diye söylendi. Hemen acele bir faytona atlayarak, Karagümrük’te oturan ikinci oğlu Osman’ın evine gitti. Osman ve Şadiye Hanım onu evlerinin kapısında karşıladılar. İçeri girdiklerinde Osman ve eşi:
“Hoş geldin baba” diyerek Salih’in elini öptüler. Salih Efendi koltuğa oturunca hemen konuya girerek, onlara Veli’nin durumunu anlattı. Ağabeyinin hastalığına Osman da çok üzüldü. Hemen aynı günün akşamı Edirne, Karaağaç ve Çirsi Mustafa Paşaya giden yolcu trenine üç tane bilet aldılar. Molla Salih, oğlu Osman ve gelini Şadiye Hanım yol hazırlığını yaparak, hareket saatinden önce trene bindiler. Tren hareket edince az da olsa rahatlamışlardı. Ama yine de hiç birinin yüzü gülmüyordu. Tren Karaağaç’ı geçip de Mustafa Paşa istasyonuna geldiğinde hep birlikte trenden indiler. Bir at arabası tutarak, doğruca Balcıbük Köyü’ndcki Yörük Ali Ağanın evine gittiler. Molla Salih oğlu Veli’yi, hasta ve çok zayıf bir konumda görünce üzüntüsü daha da arttı. Yaklaşık on gün kadar Veli’ye tüm gerekli özen gösterilerek bakıldı. Ama o hiçbir şey yemiyor, yalnızca su içiyordu. Sağlığında bir düzelme olmadığı gibi sürekli zayıflıyordu.
Molla Salih, oğlu Osman ve gelini Şadiye Hanım birlikte aldıkları karar gereği Veli’yi, Edirne Devlet Hastahanesi’ne götürdüler. Bu hastahanede görevli olan bir Alman doktor Veli’yi muayene etti. Ama Veli’nin hastalığı ilerlemiş olduğundan yapılacak bir şey yoktu. Bu nedenle Alman doktor onlara Veli’yi, Lüleburgaz Devlet Hastahanesi’ne götürmelerini söyledi. Onlar da bu doktorun önerisine uyarak, onu Lüleburgaz’a götürdüler. Buradaki hastahanede kırk gün kadar yatan Veli’de hiçbir düzelme görülmediği gibi durumu aksine daha da kötüye gidiyordu. Bu kötü gidişin sonucu kırkıncı gün ölümle noktalandı. Molla Salih ve oğlu Osman, Veli’nin naşını hastahaneden alarak, onu Lüleburgaz Asri Mezarlığı’na defnettiler.
Ağabeyinin ölümüne çok üzülmüştü Osman, bu nedenle onun ölümüne neden olanlardan intikam almak istiyordu. Bu duygu onu gözü kara bir konuma gelirdi. Osman Balcıbük Köyü’ne komşu olan Kütüklü Köyü’ndcki babasına ait olan eve yerleşti.
MOLLA OSMAN’IN PUSUDAKİ BULGAR EŞKİYALARINI ÖLDÜRMESİ
Osman, ağabeyinin ölümüne neden olanların izini bulmaya çalışıyordu. Bir gün Balcıbük Köyü’nün ileri gelenlerinden birkaç kişiyi de yanına alarak, Bulgar Köyü Soğanlık’a gitti. Balcıbüklülerin Soğanlık Köylüleri ile iyi diyalogları olduğunu bildiğinden bu olguyu değerlendirmek istedi. Osman çok iyi Bulgarca biliyordu. Soğanlık Köyü’nde güvenebileceği birkaç kişiyle yaptığı görüşme olumlu sonuç vermişti. Bu görüşmeler sonunda ağabeyini pusuya düşürerek ölümüne neden olanları isimleri ile birlikte öğrendi. Bu kişileri Balcıbüklülerden tanıyanlar da vardı. Osman bu kişilerin görüldüğü yerde kendisine bildirilmesini istedi.
Osman’ın 9 milimetre çapında çok etkili olan iki tane Lagant marka tabancası vardı. Bu tabancalarla bir çok kez atış yaptığından iyi nişancı sayılırdı. Silahlarına düşkün olduğu için onların bakımına özen gösterirdi. Silahlarının içini ve dışını temizledikten sonra madeni aksamlarını vazelin yağı ile yağlardı. Bu işlemin ardından da her an atışa hazır olması için tabanca harbisine takmış olduğu temiz bir bezle namlu içini temizliyordu.
Osman Ramazan Ayı’nın bir gününde yanına gelen Balcıbüklü bir köylüden, ağabeyinin ölümüne neden olanların yine Balcıbük Köyü arazisinde pusu kurdukları haberini aldı.
“Tamam işte beklediğim an geldi” diyerek söylendi. Osman hiç zaman kaybetmek istemiyordu. Kendisine haber getiren köylü ile birlikte olay yerine giderek, eşkiyalara görünmeden balkanın içinde onların kurduğu pusu yerini belirledi.
Bulgar eşkiyalarının kurmuş olduğu pusu: Balcıbük Köyüne yakın bir yerde idi. Osman eşkıyaları öldürmek amacıyla, kafasına göre bir plan hazırladı.
İftar saati geldiğinden ramazan davulcusu, davulunu çalarak, Balcıbük Köyü sokaklarını dolaşmaya başlamıştı. Bunu fırsat bilen Osman, sessizce davulcunun yanına yaklaşarak, onun üzerine çullandı. Ayrıca eliyle ağzını da kapatarak;
“Ses çıkarırsan seni vururum…” diyerek, onu uyardı. Neye uğradığını şaşıran davulcu, hiç itiraz etmeden üzerindeki elbiseyi çıkardı. Osman, zaman geçirmeden kendi elbisesini çıkarıp, davulcunun çıkarmış olduğu elbise ve şapkayı giydi. Davulu omzuna attıktan sonra onu çalarak, doğruca pusunun olduğu yere gitti. Pusu yerine yaklaştığında: Eşkıyalar, onu davulcu sandıklarından Osman’ı pek umursamadılar. Onlara iyice yaklaşan Osman: ani bir hareketle davulu yere atıp, hızlı bir şekilde tabancalarım çektikten sonra; onları ateşleyerek şarjörlerindeki mermilerin tümünü eşkıyaların üzerine boşalttı. Tabancaların mermisi bittiğinde: Eşkıyaların bedenleri delik deşik bir konumda olmak üzere; üçü de cansız olarak yerde yatıyordu. Eşkıyaların bulunduğu yer kan gölüne döndü. Osman ağabeyinin ölümüne neden olan Bulgar Eşkıyalarından intikamını almıştı. Ancak bu olay onun yaşayacağı diğer olayların da bir başlangıcıydı.
Bulgar eşkiyalarının öldürülme olayı çevrede kısa sürede duyuldu. Bu nedenle Ortaköy İlçesi Bulgar Jandarma Komutanlığı’nca görevlendirilen bir jandarma heyeti; olayı irdelemeye başladı. Yapılan araştırma sonunda bu işi yapanın Molla Osman olduğu anlaşıldı. Bulgar Jandarması zaman geçirmeden Osman’ı yakalamak için; operasyonlara başladı. Bunun duyumunu alan Osman, yakalanacağını anladığından; gerekli hazırlıklarını yaparak, onun için en güvenli yer olan dağa çıktı. Ondan sonra da dağda ve balkanda yaşamaya başladı.
Osman’ın Balcıbük Köyü Arazisi’nde soygun ve adam öldürmek amacıyla pusu kuran üç Bulgar eşkıyasını, tek başına kurşunlayarak öldürmesi; kısa sürede çevreye yayılarak, büyük yankı uyandırdı. Bulgar eşkıyaları Osman’dan çekmiyorlardı… Onların nazarında Osman: Davar sürüsünü her zaman tuzağına düşürebilen azılı bir kurttan farksızdı.
BALCIBÜK KÖYÜNE KONUK OLDUĞU HABERİNİ
ALAN BULGAR EŞKIYALARININ MOLLA OSMAN’I YAKALAMA GİRİŞİMLERİ
1918 yılı ağabeyinin ölümüne neden olan Bulgar eşkıyalarını öldüren Molla Osman, hem Bulgar jandarmasınca, hem de Bulgar eşkiyalarınca yakalama amacıyla aranıyordu.
Bu nedenle arlık dağlarda yaşıyor… ve geceleri de mağaralarda yatıyordu. Ara sıra Balcıbük Köyü’nde oturan kız kardeşi Molla Fatma’nın evinde kaldığı da olurdu. Bazen de bu köye komşu olan köylerdeki güvendiği dostlarının evinde kalıyordu. İki adet tabancasını sürekli yanında bulundururdu. Belalardan kurtulması, sağ olarak kalması da bir anlamda bu tabancalara bağlıydı. Osman’ın ebe eşi Şadiye Hanım, Dimetoka Devlet Hastahanesi’ndc görevli idi. Burası Yunanistan tarafında olduğundan Osman’ın burada dolaşması kendisi için sorun yaratmıyordu. Bu nedenle eşi Şadiye Hanımla istediği zaman görüşebiliyordu.
1919 yılı Mart ayında bir Cumartesi günü, Dimetoka’ya giden Osman, eşine de bir at ayarladıktan sonra; onu hastahaneden alarak, doğruca Balcıbük Köyü’nde oturan kız kardeşi Fatma Hanım’ın evine gittiler. Fatma Hanım, Balcıbük Köyü eşrafından Ali Ağa’nın gelini olup beyi Balkan Harbi’nde şehit olmuştu… Fatma Hanım, ağabeyinin ve yengesinin evine gelmesine çok sevindi. Onları hemen evinin önünde karşılayarak, atlarından inmelerine yardımcı olurken…
“Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz” dedi. Onlar da…
“Hoş bulduk” diyerek, karşılık verdiler. Fatma Hanım önce yengesinin elini öptü. Şadiye Hanım da yanaklarından öperek, ona karşılık verdi. Sonra da Fatma, ağabeyi Osman’a doğru yöneldi… Onun da elini öptü. Osman, kızkardeşine sarılarak, onu alnından öptü. İkisi de sevinç gözyaşları döküyor, birbirlerinden ayrılmak istemiyorlardı. Fatma Hanım…
“Ağabey tam bir yıl oldu, görüşemedik seni çok özledim.” Dedi. Osman gözlerinden dökülen yaşlarını eliyle sildikten sonra…
“Ben de seni çok özledim kardeşim, ama ne yapalım yazgımız böyle istiyor, elimizden bir şey gelmez” dedi. Fatma Hanım…
“Ağabey siz yengemle eve girin… ben atlan ahıra çekerim dedi. Osman da…
“Sana zahmet olacak” dedi. Fatma Hanım, atları ahıra bağladıktan sonra; karınlarını doyurmaları için yemliğe de yeterince arpa koydu.
Osman’ın, evine konuk olarak geldiği haberini alan Ali Ağa… kahveden evine gelerek, Osman’la Şadiye Hanım’a…
“Hoş geldiniz” dedi. Onlar da “Hoş bulduk” dedikten sonra saygı gereği Ali Ağa’nın elini öptüler. Osman, Balcıbüklülerce sevilen ve sayılan bir kişiydi. Hele Balcıbük Köyü arazisinde, öldürmek ve soygun yapmak amacıyla pusu kuran üç Bulgar eşkıyasını öldürmesi… bu olaydan sonra diğer Bulgar eşkıyaların Osman’dan çekindikleri için Balcıbüklülere dokunmamaları; Osman’ı köylülerin gözünde kahraman yapmıştı.
“Osman’ın Balcıbük’e geldiğini duyan köylüler, onu görmek için akın, atan Ali Ağa’nın evine geliyorlardı. Akşama evine gelecek konukları da hesaba katan Ali Ağa iri bir koç kestirdi. Gelini Fatma Manini da komşu kadınların yardımıyla; akşam için leziz yemekler hazırladı.
Ali Ağa’nın evi üç katlı olup en altta şarap mahzeni vardı. Her yıl üretmiş olduğu üç, dört fıçı şarabı burada bulundururdu. Yemekten önce mahzene inerek, fıçıların birinden konukları için iki koca bakır şarap çekti. Yemek zamanı geldiğinde Ali Ağa tarafından tüm konuklar, odalarda hazırlanmış olan sofralara buyur edildi.
Hep birlikte yemekler yendi, şaraplar içildi. Flerkes çakırkeyif olmuştu… yemeğin sonunda da köyün Bektaşi Dedesi tarafından sofra duası okundu. Bunun ardından ev sahibinin de ricası ile konukların aralarında bulunan ve cemlerde zakirlik görevini yürüten Çerçi Mehmet sazını eline alarak, çalıp, nefes söylemeye başladı.
“İlk evveli şu dünyaya Hak Muhammed Ali geldi… Yüz bin erden yüz çevirmez Ol Şah’ıma dolu geldi
Ali’dir Gaziler başı Hızır Nebiler başı Alim şimali bir kişi Eyüp Sulun Gazi geldi… Seyit Battal Gazi geldi…
Neylediler ne ettiler Yusuf u kuyuya attılar Hem aldılar hem sattılar Kurtlara Bühtan ettiler.
Garip bülbül nesne bilmez Abu-Kevser içen ölmez Kafir, Müslüman yenemez Çok ezelden yenile geldi…
Pir Sultan’ım söyler ancak Şah Sultan’ım söyler ancak İndi Muhammed’e Sancak Ali’m Düldül’e binince Yüz bin kafir dine geldi… Yüz bin kafir imana geldi…”
Evdeki konukların çoğu nefes söylerken, Osman ve eşi de onlara katılıyordu. Bu kadar çok kişinin sevgisine mahzar olması Osman’ı çok onurlandırmıştı. O gece Ali Ağa’nın evi, bir cem evini andırıyordu. Hele canlar eşli olarak, semah dönerlerken Osman, daha da duygulandı. O da eşi Şadiye Hanım’la birlikte “Turna Semahı’na” katıldı.
Fakat her güzelliğin sonunun geldiği gibi, bu kutsal birlikteliğin de sonu geldi, Osman’ın Balcıbük’e gelerek, Ali Ağa’nın evine konuk olduğu haberini alan Bulgar Eşkiyaları: Balcıbük Köyü’nde ki Kadir Özdemir’in kahvesine gelerek, kahve de oturmakta olan muhtar Ramazan Efendi’yi dışarı çağırdılar. Kahveden dışarı çıkan Ramazan Efendi, karşısında on tane silahlı Bulgar Eşkıyasını görünce; birden endişelendi. Eşkıya Başı…
“Bizi acele olarak, Ali Ağa’nın evine götüreceksin” dedi. Ramazan Efendi, Bulgar Eşkıyalarının Osman’ı yakalamak için geldiklerini anlamıştı. Ama yapacak bir şey olmadığından çaresiz olarak, eşkıyaların istemine boyun eğdi. Osman’ı uyaramadığı için çok üzgündü. Bu nedenle içinden, Osman’a yardım etmesi için Tanrı’ya dua ediyordu. Muhtar önde, eşkıyalar da onun arkasında olmak üzere doğruca Ali Ağa’nın evine gittiler. Evin bahçe kapısı önünde iki tane gözcü bulunuyordu. Gece karanlık olmasına karşın gözcüler, Ali Ağa’nın evine doğru gelen Muhtar Ramazan Efendi’yi ve silahlı Bulgar Eşkıyalarını fark etmişlerdi. Bu nedenle gözcülerden biri acele eve girerek, Osman’ı uyardı. Osman bu güzelliğin bozulmasına neden olduğu için çok üzüldü. O nedenle konuklara seslenerek onlardan özür diledi. Sonra da eşi Şadiye Hanım’la birlikte acele evin mahzenine indi. Bulgar eşkıyaları, evin çevresini sarmaya çalışıyorlardı. Eşkiya Başı’yla birlikte evin içine giren Ramazan Efendi…
“Sakın dışarı çıkmayın, siz eğlenmenize devanı edin, bunlar Osman’ı yakalamak için gelmişler…” dedi. Ama hiç kimse de eğlenecek hal kalmamıştı.
Bu ara da eşiyle mahzenin bahçeye açılan kapısına gelen Osman…
“Ya Allah, Ya Muhammed, Ya Ali” diyerek sessizce dua ettikten sonra, mahzen kapısını açarak, eşiyle birlikte oldukça sık olan ağaçların arasından geçip süratle balkanın içine daldılar. Gittikleri istikamet üzerinde olan Sal Dere’yi ıslanmalarına aldırmadan çabucak geçtiler. Sonra da Sıçanlık Köyü’ne doğru yönelerek, bütün gece soğuk ve uykusuzluğa meydan okuyarak, yürümelerinin ardından sabaha karşı Osman’ın Sıçanlık Köyü’ndeki akrabasının evine vardılar. Ev sahibi onları karşısında görünce hemen içeri aldı. Çok yorgun ve bitkin oldukları için üzerlerini çıkarıp acele yatığa girdiler. Öğleden sonra uyandıklarında ev sahibi ve eşi onlar için öğle yemeği hazırlamışlardı. Hep birlikte yemek yedikten sonra akrabası ile vedalaşan Osman, eşi Şadiye Hanım’ı Dimetoka’daki Devlet Hastahanesi’ne bıraktı. Burada eşiyle de vedalaşıp Dimetoka’dan ayrılan Osman, kendisi için en güvenli yolun Türk çetecilerine katılmak olduğu kararına vardı.
Bu nedenle Kütüklü Köyü’ne giderek, çeteci olan arkadaşı Niyazi Beyde görüştü. Onun da el katmasıyla tüm Türk çetecilerinin komutanı olan Fuat Balkan Bey’le tanıştı. Osman, başından geçenleri Fuat Bey’a anlattıktan sonra; çeteci olmak istediğini söyledi. Bunun üzerine… Osman’a bir takım sorular soran Fuat Bey kendince olumlu yanıtlar aldığından Osman’ı aralarına almaya karar verdi. Osman da artık bir çete elemanı, komitacı ve bir Kuva-yı Milliyeci adayı idi. Onun gibi yeni katılan elemanlarla birlikte bir süre çetecilik eğitimi gördü. Onun Yeşilköy’de ki askerliğini yaparken uçak kullanmasını da öğrendiğini bilen Fuat Bey, Osman’ı Tiran’daki pilot kursuna gönderdi. Kurs süresince pilotluğu iyice öğrenen Osman, kura sonucu Fuat Bey tarafından keşif uçuşları için görevlendirildi.
İstiklal Savaşı dönemi Bulgaristan ve Yunanistan sınırına yakın bir yerde uçağı ile keşif görevini yerine getirirken; Yunanlıların uçağına ateş açmaları sonucu uçağın radyatörü delindi. Delinen yerden fışkıran buhar ve sıcak su Osman’ın ellerine ve vücuduna geldiğinden, vücudunun bir kısmı ağır olmayacak şekilde haşlandı. Bu nedenle uçağı ile Meriç Nehri’ni geçerek, Edirne ile Havsa arasında bulunan bir düzlüğe zorunlu iniş yaptı. Uçağın indiği yere yakın olan tarlada çalışan köylüler, uçağın yayına gelerek, Osman’ı uçağın içinden çıkardılar. Onu öküz arabasına atarak Edirne yakınlarında olan sahra hastahanesine teslim ettiler. Olayı öğrenen askeri yetkililer uçağın iniş yaptığı yere giderek, uçağı teslim aldılar. Sahra hastahanesinde bir süre yatarak, tedavi olan Osman, iyileştikten sonra Bulgaristan’a geçerek Fuat Balkan’a rapor vermek için Kütüklü Köyü’ne gitti. Fuat Bey, Balkan ve Çanakkale savaşlarında yararlıklar göstermiş olan eski bir subay, çok iyi komitacı ve vatansever bir Kuva-yi Milliyeci’ydi. Şimdi de kendisine
Trakya ve Paşaeli Cemiyeti’ne bağlı olarak, Yunan birliklerine karşı gerilla ve çete savaşı ile saldırılar yapıp, onlara zarar vererek, Trakya’yı işgal etmelerini engelleme görevi verilmişti. Fuat Bey Osman’ı Çetelerinden birinde görevlendirdi. Osman Yunanlılara karşı yapılan bir çok baskın harekatlarına katıldı. Gösterdiği yararlıklardan dolayı da Çete Komutanlığına yükseldi. O yıllarda Osman’ın anne ve babası Tekirdağ ilinin, Muratlı ilçesinde oturduğundan, Osman, çeteci arkadaşları arasında Tekirdağlı Osman olarak anılıyordu.
BATI TRAKYA’DA TÜRK ÇETELERİNİN YUNAN KUVVETLERİYLE YAPMIŞ OLDUĞU SİLAHLI ÇATIŞMA
Trakya Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti fiilen 1918’de kuruldu. Ama işgalle birlikte dağıldı, fakat yok olmadı.
Kimi, 1. Ordu ile (700 subay, 4000 er, 10.000 sivil) Bulgaristan’a geçti, kimileri de İstanbul’a geldi. Ancak yeniden toparlanma günleri “Bağımsız Bir Trakya” tartışmalarını da gündeme getirmişti. Bazıları Bulgar propagandalarına yöneldi Kimileri de Mustafa Kemal’den gelecek olan direktifleri beklemeye başladı.
Bu aşamada Trakya’nın tümü üzerinde çok etkisi olan dürüst, Edirneli yurtsever, temiz kişilikli Kasım Yolagcldili ile birçok hüneri kişiliğinde toplayan Şakir Kesebir, Mustafa Kemal’in fikirleri doğrultusunda ve onun emrinde bir oluşumun öncülüğünü üstlendiler. Bulgaristan’da süren fikir kargaşası Kesebir’i yanında ‘Trakya Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Merkez Heyeti’ndcn Ekrem Demiray’ı da alarak Ankara’ya gitmeye ve buradan verilecek direktifleri almaya yöneltti. Bu amaçla Ankara’ya gidince de İsmet İnönü, Fevzi Çakmak ve Mustafa Kemal’le görüştüler.
Mustafa Kemal yapılacak çalışmaların Ankara’daki Erkanı Harbiye’ye bağlı olması ve direktiflerin yalnızca buradan alınması koşuluyla anılan heyete şu görevi verdi. “Doğu, bilhassa Batı Trakya’daki Yunan kuvvetlerini yerlerinde tutmak ve onları uğraştırmak, Trakya ve Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti bu görevi yerine getirecektir.” İşte bu görevi yerine getirmeye çalışanlardan birileri de “Molla Osman” ve çeteci arkadaşlarıydı. Yıllar sonra Molla Osman, Silivri İlçesi’nin, Ortaköy’ünde ikamet eden çocuk yaşındaki akrabası 1938 doğumlu Veli Caner’e, Kurtuluş yıllarında sayıca kendilerinden çok üstün olan Yunan kuvvetleriyle Batı Trakya’da Gümilcine yakınlarında yapmış oldukları silahlı çatışmayı şöyle anlatmıştır:
“Çatışma tüm şiddetiyle sürüyordu. Sayıca bizden çok üstün oldukları için onlarla başa çıkmamız olanaksızdı. Elli kişi kadar olan silahlı gücümüzle düşmana epey zayiat verdirdik. Ama biz de zayiat veriyorduk. Topyekun öldürülme ve düşmana esir düşme olasılığımız vardı. Bu yüzden daha fazla zayiat vermemek için biz çete komutanları olarak, adamlarımızla birlikte dağılma kararı aldık. Onun için adamlarımıza, herkesin düşmana ateş ederek, dağılmasını ve başının çaresine bakmasını söyledik. Ben de düşmana ateş ederek, geri çekildikten sonra kendimi gür bir çalılığın içine attım.
Orada sessizce duruyordum ki birden karşımda iri bir yılanın tıslayarak, bana doğru başını kaldırdığını gördüm! Beni sokabilirdi ama canımın selameti için kıpırdamadan sessiz ve hareketsiz kalmam gerekiyordu. O nedenle bu riski göze almalıyım diye düşündüm. Gözlerimi yılandan ayırmıyordum, içimden: Hey Allah’ım Canımı kurtarmak için kendimi bu çalılığın içine attım, şimdi de ölümüm bu yılandan mı olacak diye söylendim. Yılana: Hey mübarek hayvan benden sana zarar gelmez git buradan diyerek, hafifçe seslendim. Yılan da sanki sözlerimi anlamış gibi! Tıslayarak yanımdan uzaklaşıp gitti. O gidince de rahat bir nefes aldım. Ondan sonra hava kararıncaya kadar bu çalılığın içinde kaldım. Düşman askerlerinin olay yerinden iyice uzaklaştığını anlayınca da çalılığın içinden çıktım.
Üstüm, başım diken içindeydi, ellerim ve yüzüm diken çizikleriyle dolu olduğundan bazı yerlerimde hafif kanamalar vardı. Canım az da olsa yanıyordu ama ben buna aldırmadan sağıma, soluma kulak kabartarak bakındım. Çevremde bir kimsenin olmadığına emin olunca da silah ve teçhizatımla birlikte Kütüklü Köyü’ne doğru hareket ettim. Ertesi gün sabaha karşı Kütüklü’ye vardığımda güneş henüz bir adam boyu yükselmişti. Doğruca karargaha giderek, çeteci arkadaşlarıma kavuştum.” Molla Osman gerek çetesiyle gerekse diğer çetelerle birlikte hareket ederek, Yunanlılarla, Türk çeteleri arasında gerçekleşen birçok silahlı çatışmaya katıldı.
DERBENT GEÇİDİ
1920’li yıllar yani Kurtuluş Savaşı yılları Rumeli Balkanlarda Yunan ve Bulgar eşkiyalannın Türk köylerine soygun ve sindirme amaçlı baskınlar düzenledikleri yıllardı. Bu nedenle Türk köylerinde yaşayan soydaşlarımız endişe ve ölüm korkusu altında yaşıyorlardı.
İşte o karanlık kaoslu günlerde Güney Bulgaristan’da olan Kızılçalı köyü halkından Salim Ağa kendi köyüne komşu olan üç tane köyle birlikte dön köyün koruculuğunu yapıyordu. Salim Ağa, kendi köyü ve diğer köylerin insanları gibi düşündüğünden onlarla aynı görüşü paylaşıyordu. Artık bu topraklarda onlar için huzurlu, rahat ve güvenlik içinde yaşama olanağı kalmamıştı.
Bu nedenle anavatana göç etmeyi düşünüyordu. Bu düşüncesini Kızılçalı Köyü ile, koruculuğunu yaptığı diğer köylerin ileri gelenlerine açtı. Onlar da aynı görüşte idiler. Bir gün Salim Ağa, Kızılçalı ve diğer köylerin ileri gelenleri bir araya gelerek, anavatana göç etme kararı aldılar. Bu nedenle kısa bir sürede göç etmek isteyen aileleri belirlediler. Göç etmek isteyen aileleri topladırlar, Salim Ağa’nın hanesiyle birlikte doksan haneyi bulmuştu. Bu belirlemeden sonra Salim Ağa ve köylerin ileri gelenleri göç etmek isteyen hanelere iki gün içinde gerekli hazırlıklarını yaparak, Kızılalı Köyü çıkışında, konvoy halinde toplanmalarını söylediler. Üstelik savaş nedeniyle erkeklerin salt çoğunluğu askere gitmişlerdi. Kocaları askerde olan kadınlar; savaştan sağ olarak dönebilecekleri meçhul olan erkeklerinin, evlerine dönseler bile ailelerini bulamayacakları için çok üzgündüler. Anavatana gitmek isteyen haneler, gerekli hazırlıklarım yaptıktan sonra tüm eşyalarını öküz arabalarına yüklediler. Önceden kararlaştırıldığı gibi üçüncü günü haneler Kızılçalı Köyü çıkışında tertiplenerek, anavatana gitmek için düzen aldılar. Aynı gün başta Salim Ağa’nın hanesi ve arkasında diğer haneler olmak üzere konvoy halinde anavatana gitmek için yola çıktılar.
Yaşlılar ve küçük çocuklar arabaların üzerinde, genç delikanlılar da konvoyun sağından ve solundan yürüyorlardı. Yola çıkmadan bir gün önce yol güzergahlarını belirlemişlerdi. Buna göre önce Koca Yayla’ya gidilerek, Yunanistan’la Bulgaristan sınırları ortasında bulunan tarikat liderleri Kızıl Deli Sulcan’m Gömütü’nü ziyaret edecekler. Bektaşi tarikatının gereği olan dualar okuyarak her yıl Ağustos aynım (kolluk ayı) ilk haftası da topluca gelip kurbanlar keserek, Yayla Bayramı şenliği düzenledikleri bu kutsal yere veda ziyareti yapacaklardı.
Bu ziyaretin ardından Bulgaristan topraklarından gitmeye özen gösterip Köseler, Kütüklü, Ahlatçı Köy ve Kamberler’dcn sonra Oraköy İlçesinden Edirne’ye giden yolu tutarak Kapıkule’den anavatana geçmeyi düşünüyorlardı.
İzledikleri yol balkanlık ve oldukça engebeli bir yoldu. Yunanistan sınırına yakın olup her iki yanı yüksek tepelerden oluşan fcerkent Geçidi’ne geldiklerinde; önce havaya sıkılan silah seslerinden, sonra da oldukları yerde durmalarını isteyen sert bir sesle irkildiler. Konvoydaki tüm insanların yüreklerini bir anda ölüm korkusu sardı. Az sonra da geçidin her iki yanında pusu kurup, mevzilenmiş olan on tane Rum eşkiyası, balkanın içinden ağaçların dallarını kırarcasına bir sertlikle, pür silah ortaya çıktı. Konvoyun yolunu kesen eşkiyalardan en öndeki iriyarı olan eşkıya başı Tenekeci Yuvan’dı.
“İnin arabalarınızdan bire” diyerek, konvoydakiler i sert bir üslupla uyardı. Salim Ağa eşine seslenerek,
“İşte şimdi yandık” diye söylendi. Eşi Neslihan Hanım’a: “Allah yardımcımız olsun, haydi arabadan inelim” dedi. Onlarla birlikte arabalarda oturan insanların tümü arabalardan indiler. Eşkıya Başı Yuvan az da olsa Türkçe biliyordu. Eşkiyalar tüm insanları dipçikleyerek bir araya toplayıp yere diz çöktürdüler. Eşkiyalardan biri yere kilim serdi. Yuvan…
“Değerli eşyalarınızı, tüm para ve altınlarınızı bu kilimin üzerine bırakın” diyerek insanları uyardı. Önce Salim Ağa, eşi Neslihan Hanım, sonra da konvoyda bulunanların tümü üzerlerinde bulunan altın, para, altın bilezik ve takılarını kilimin üzerine bıraktılar. Yuvan herkesin altın, para ve takılarını kilimin üzerine bıraktığına emin olunca yardımcısına kilimi toplamasını söyledi. Bundan sonra eşkıya başı Yuvan, adamlarına tüm erkeklerin kollarını arkadan olmak üzere bileklerinden bağlamalarım emretti. Bu arada erkeklerin kollarının bağlanmasını fırsat bilen üç delikanlı var güçleriyle koşarak, olay yerinden uzaklaştı. Eşkiyalar onları vurmak için arkalarından ateş ettiler. Ayrıca iki eşkıya da onları yakalamak için koşarak peşlerinden gitti. Ama bir süre sonra gençleri yakalayamadıklarından geriye döndüler. Konvoydan kaçan gençler can havliyle koştuklarından, balkanın derinliklerine dalarak, izlerini kaybettirmeyi başardılar. Bunun ardından Yuvan;
“Tüm erkekleri yarın başına çıkarın “diyerek adamlarına emir verdi. Tüm erkekleri ikişerli sıra konumuna getiren eşkiyalar onları geçidin en yüksek yeri olan yarın başına çıkardılar.
Sonra da en öndeki iki kişiye yere diz çöktürdüler. Yuvan, kadınların ve çocukların ağlayarak feryat etmelerine aldırmadan; eşkiyalara dönerek, sert bir üslupla.
“Bunların torunlarını alın, dedelerinin kucağına oturttuktan sonra da çocukların boyunlarını vurun emrini verdi. Rum eşkiyalar, analarına sarılmış bir konumda korkudan titreyerek ağlayan çocuklardan ikisini, analarının yerde sürüklenmesine aldırmadan onları tekmeleyerek, kollan arasından çekip aldılar.
Kadınların ve çocukların feryatları balkanın uzak yerlerine kadar ulaşıyor, bu acımasızlık, hunharca yapılan katliam eşi görülmemiş bir nefret ve kini yansıtıyordu. Eşkiyalar iki küçük çocuğu dedelerinin kucağına oturttular. İki eşkıya da çocukları kollarından tutarak, dik durmalarını sağlıyordu. Kılıçları ellerinde olan diğer iki eşkıya da Yuvan’ın emrini bekliyordu. Yuvan,
“Vurun boyunlarını” emrini verince de tek vuruşla çocukların başlarını gövdelerinden ayırdılar. Bu korkunç kıyımı gören kadınlar ve elleri, kollan kurbanlık koyunlar gibi bağlı olan erkekler; eşkiyalara lanetler yağdırarak ağlıyorlardı. Bu duruma sinirlenen eşkıya başı Yuvan…
“Susun bire” diyerek bağırdı. Sonra da sert bir tavırla.
“Türkiye’ye gidince yetkililere bunu da anlatın ki siz Türklerden ne kadar çok nefret ettiğimizi anlasınlar” dedi. Bunun ardından Yuvan ve yardımcısı kılıçlarını çekerek, sıranın en önünde bulunan Salim Ağa ve yanındaki adamın boyunlarına yaptıkları tek vuruşla başlarını gövdelerinden ayırdılar. Yuvan ve yardımcısı yardan aşağıya doğru yuvarlanan başları ve başsız gövdelerden akan kanları kahkahalar atarak izliyorlardı. Yuvan adamlarına bakarak.
“Tümünün boyunlarını aynı şekilde vurun bire” diye emir verdi. Bunun üzerine eşkiyalar tüm erkeklerin boyunlarım aynı şekilde vurdular. Boyunları vurulanların kanları fışkırarak, oluk gibi akıyor, bedenlerinden ayrılan başları çevresine kanlar saçarak, yardan aşağıya doğru yuvarlanıyordu.
Bu korkunç olayı gören kadınlar ve çocuklar birbirine sarılmış bir konumda, korku içinde ağlıyorlardı. Derbent Geçidi böyle bir katliam görmemişti. Geçitten dere gibi kan akıyordu. Bu korkunç durum cşkiyaların kılını bile kıpırdatmadı. Tümü vahşi hayvanlar gibi gözlerini getıç kadınlara ve kızlara diktiler, onlara yiyecek gibi bakıyorlardı. Arsız arsız gülüşlerinden de niyetlerinin kötü olduğu anlaşılıyordu. Nitekim olanlar oldu.
Eşkiyalar genç kızların ve kadınların tümünü saçlarından yakaladıktan sonra onları yerlerde sürüyerek balkanın içlerine doğru götürdüler. Sonra da kadınların ve kızların feryatlarına ve ağlamalarına aldırmadan üzerlerindeki giysileri parçalayarak, birçok kez tecavüz ettiler. Bu korkunç katliamı ve iğrenç emellerini gerçekleştiren Rum eşkıyaları, daha fazla eğlenmeden olay yerinden uzaklaşarak, balkanın içlerine doğru çekildiler. Tecavüze uğrayan kadınlar ve kızlar üstü, başı paramparça, perişan bir konumda hüngür, hüngür ağlıyorlardı. Bazıları intihar etmeye kalkıştı. Ama yaşlı kadınların araya girmesiyle kendilerini öldürmeleri engellendi. Yine de acılarını yüreklerine gömerek, hep birlikte toparlanıp hayvanları, arabalarıyla birlikte anavatana gitmek üzere yola koyuldular. Olay yerinden uzaklaştıktan kısa bir süre sonra Ballı Kaya istikametinden onlara doğru gelen atlıları gördüler. İyice yaklaştıklarında gelenlerin Molla Osman ve adalarının olduğunu fark ettiler. Kadınlarla, çocuklar yine ağlamaya başladılar.
Osman ve adamları atlarından inerek, onların yanma geldi. Üstü, başı param parça, perişan durumda olan kadınları gören Osman:
“Nedir bu haliniz? Size ne yaptılar? Erkekleriniz nerede?” diye sorular sordu. Kadınlardan biri başlarına gelenleri anlattı. Osman bu kadının anlatışına göre iri yarı, bıyıklı biri diye tanımladığı adamın Rum Eşkıya Başı Teneke« Yuvan olduğunu anlamıştı. Birden Osman’ın kaşları çatıldı, gerilen yüzünden karabulutlar yansıyordu. Sinirinden yerinde duramıyor, bir ileri, bir geri geziniyordu. Siuirinden titreyen elleriyle, mavzerini sımsıkı tutarak:
“Ulan Rum köpekleri bunu yanınıza bırakır mıyım ben” diyerek, var gücüyle bağırdı. O kadar çok şiddetli bağırdı ki konvoydakilerin, hatta kendi adamlarının bile tüyleri diken diken oldu. Çocuklar ağlamaya başladı. Osman kadınlara dönerek, eşkiyaların ne yana doğru gittiklerini sordu. Kadınlar da ona eşkıyaların gittikleri yönü gösterdiler. Osman kadınlara yollarına devam etmelerini söyledikten sonra, adamlarıyla birlikte eşkıyaların gittiği yöne doğru hareket ederek, onların izini sürmeye başladı. Osman’ın çetesi kendisiyle birlikte on iki kişiydi. Eşkıyalar ise kadınların anlatımına göre on kişi kadardı. Bu durumda güç dengesi Osman’dan yana idi.
İki günlük bir takipten sonra öğlene yakın bir saatte eşkıyaların izini buldular. Eşkıyalar büyükçe bir meşe ağacının altında kam kurmuş, ağacın gölgesinde dinleniyorlardı. Birkaçı da yaktıkları ateş üzerinde kuzu çeviriyordu. Anlaşılan kendilerine ziyafet çekeceklerdi. Osman adamlarına;
“Çevrelerini sarın tümünü öldürün, yalnız Tenekeci Yuvan’ı öldürmeyin onu sağ olarak istiyorum” emrini verdi. Eşkıyalara görünmeden onların çevrelerini sardıktan sonra; yere yatarak mevzi aldılar. Osman gür bir sesle eşkıyalara Rumca:
“Çevreniz sarıldı, kurtuluş umudunuz yok teslim olun.” Diye seslenerek, onları uyardı. Eşkıyalar bunu beklemediklerinden neye uğradıklarını şaşırdılar. Ama teslim olmak yerine silahlarına sarılarak, Osman’ın adamlarına ateşle karşılık verdiler. Bunun üzerine Osman’da adamlarına ateş emri verdi. Bir saatlik bir çatışmanın sonunda eşkıyalar tarafından gelen silah sesleri kesildi. Osman adamlarının korumasında birkaç adamını alarak, eşkıyaların olduğu yere doğru temkinli bir şekilde yaklaştı. Tüm eşkıyalar öldürülmüş olduğundan öylece yerde cansız olarak yatıyorlardı. Eşkıya Başı konumunda Yuvan iki bacağından da vurulmuş olduğundan yere oturmuş bir ve iki elini havaya kaldırarak teslim olmak niyetinde olduğunu gösteriyordu. Zaten yapacak bir şeyi yoktu.
Çatışma yeri kan gölüne dönmüştü. Osman’ın adamlarından bir kaçı hafif yaralanmış olup içlerinde ölü ve ağır yaralı olan yoktu. Osman’ın adamları Yuvan’ı yakalayarak O’nu Osman’ın karşısına getirdiler. Yuvan onun namını duymuştu. Kendisini kesinlikle öldüreceğin i de biliyordu. Osman’a şu sözlerle yalvardı.
“Osman ben senin namını duydum, sen çok mert ve cesur bir adamsın, beni öldüreceğini biliyorum. Ne olur beni, bana işkence etmeden öldür” dedi. Osman kin ve nefret dolu gözlerle Yuvan’a baktı.
“Ulan piç, Rum köpeği, ulan vicdansız şeytan sen benim doksan hane insanımı çocuk, yaşlı demeden katlettin, kızlarımızın, kadınlarımızın ırzına geçtin. Ben eni bir kez değil, bin kez öldürsem yine kanmam” diyerek, adamlarına.
“Ayak bileklerinden bağladıktan sonra meşe ağacının en kalın dalına tepesi üstü asın” emrini verdi. Osman’ın adamları kısa sürede emrini yerine getirdi. Çevrede daha önceden, körpe iken kesilerek, kışın hayvanlara verilmek üzere hazırlanmış olan kuru meşe dallan vardı. Osman adamlarına bu dalları Yuvan’ın altına atmalarını söyledi. Yeteri kadar meşe dalı atılınca da Yuvan’ın tam karşısında bağdaş kurarak oturdu. Cebinden tütün tabakasını çıkardıktan sonra bir sigara sardı. Çakmak taşıyla kavını tutuşturduktan sonra da önce sigarasını yaktı. Sonra da Yuvan’ın altındaki meşe dallarım tutuşturdu. Ateş alevlenerek, yandıkça Yuvan’ın vücudundan akıp da ateşle buluşan yağları cazırtılı sesler çıkarıyor, ateşin daha da harlı yanmasını sağlıyordu. Çevreyi yanık et kokuları sardı. Ama korkudan dili tutulmuş olsa gerek, Yuvan’ın gıkı bile çıkmıyordu. Öyle ki ayak bileğinden meşe dalına bağlı olan ipte yanmış olduğundan Yuvan’ın iyice yanarak, kömüre dönüşen bedeni ateşin tam ortasına düştü. Yuvan’dan hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Osman’ın biraz olsun üzüntüsü geçmiş, sinirleri yatışmıştı. Molla Osman ve çetesi, Derbent Geçidi’nde öldürülen insanların ve ırzına geçilen kadınların intikamını almışlardı. Osman oturduğu yerden kalktıktan sonra adamlarına şu emri verdi.
“Tüm silahlan ve mermileri toplayın yola çıkıyoruz.” Öyle ya olay yerinde daha fazla kalmaları doğru olmazdı. Bu nedenle Rum eşkıyaların silah ve cephanelerini de alarak, Kütüklü’ye gitmek üzere yola çıktılar.
SINIRDA ÇATIŞMA
Bir gün Bulgar sınır devriyeleri ile Rum çeteleri arasında cereyan eden silahlı çatışma olayı sonunda, Bulgar devriyeleri Rum Çetecilerinden birini öldürdüler. Adamın ölüsü Yunanistan topraklarında kaldı. Bulgar askeri yetkilileri kendilerini haklı çıkarmak için adamı Bulgar topraklarına çekmek düşüncesindeydiler. Sınırı geçti, dur ihtarına karşın durmadı. O nedenle öldürüldü imajını yaratmak istiyorlardı.
Ama sınırı geçip adamı, Bulgaristan topraklarına çekmeye kimse cesaret edemiyordu. Bulgar askeri yetkilileri. Molla Osman’ın gözü kara biri oluşunu ve cesaretini iyi bildiklerinden bu işi ancak onun başarabileceği kanısına vardılar. Bir Bulgar askeri yetkili Kütüklü’ye giderek. Molla Osman’a amaçlarını anlattı. Bu konuda kendilerine yardım etmesi için ricada bulundu. Gerek ondan çekindiklerinden, gerekse cesaretine hayran kaldıklarından; Molla Osman’ın sivil Bulgarlar ve askerler arasında iyi bir saygınlığı vardı. Osman, bu görevi operasyonda görevli Bulgar yüzbaşısının da emrine verilmesi koşuluyla kabul edebileceğini söyledi. Bulgar yetkililer de bunu kabul ettiler.
Bunun üzerine olay yerine gelindi. Osman, Bulgar yüzbaşısına askerleriyle kendisini rahatça görebileceği bir yeri göstererek, askerlerin orada mevzilenmesini ve o ölü Yunanlıyı Bulgaristan topraklarına çekerken; askerlerin Yunanistan topraklarına doğru sürekli ateş etmelerini söyledi. Osman Bulgar yüzbaşısının olurunu aldıktan sonra sürünerek, ölü Yunanlının yanına doğru gitti. Kararlaştırdıkları gibi askerlerin ateş etmeleri için eliyle yüzbaşıya işaret verdi. Yüzbaşıdan ateş emrini alan askerler, Yunanistan topraklarına doğru ateş ederken o da ölünün bacağından yakaladıktan sonra onu, süratle yerde sürüyerek, Bulgaristan topraklarına taşıdı. Bulgar askeri yetkililerinin planı amacına ulaşmıştı. Osman’a teşekkür ederek onu parayla ödüllendirdiler. Osman’da Bulgar askeri yetkilileriyle arasında daha ziyade bir diyalog oluştuğu için bundan memnun olmuştu.
BANKA SOYGUNU
Sınırda yaşanan çatışma olayından bir hafta sonra Türk çeteleri, (Ivaylovgrad) Ortaköy’de bir banka soygunu gerçekleştirerek, bankadaki 17.000 Levayı alıp kaçtılar. Bulgarlar bu soygunu Molla Osman ve çetesinin yapabileceğini sandılar. Onun için de bu olayda hiçbir ilgisi olmayan Osman’ın Kütüklü’deki evine baskın yaparak, onu yakalayıp, göz altına aldılar. Osman’ı Ortaköy’e götürerek, orada sorguladılar. Yapılan sorgu sonucunda Osman’ın bu soygunla bir ilişkisinin olmadığını anladıklarından onu serbest bıraktılar.
MOLLA OSMAN’IN ÇETECİ ARKADAŞLARINA EVİNDE VERMİŞ OLDUĞU İÇKİLİ YEMEK
Mayıs ayı geldiğinden ağaçlar yapraklanmış, bağ ve bahçelerdeki meyve ağaçları çiçeğe durmuştu. Hafif ve serin esen rüzgar insanların genizlerine mis gibi çiçek ve kekik kokuları getiriyordu.
Kütüklü Köyü’nde konuşlanan çeteciler gibi Balıbük Köyü’nde büyük bir ev olan Göçen Çavuş’un evinde de konuşlanan çeteler vardı. Molla Osman’ın çete elemanları da bu binada konuşlanıyordu. Çete komutanları ve çete elemanları arasında kardeşliğe dayanan güzel bir saygı ve sevgi ortamı vardı. Osman da çete komutanı arkadaşları ile iyi diyaloglar kurduğundan onlarla anlaşmasını bilirdi. Osman uygun bir günde çete komutanı arkadaşlarını evine akşam yemeğine davet etti. Aynı gün akşama doğru atına atlayarak, Kütüklü’deki evine gitti.
Evinin önüne geldiğinde onu eşi Şadiye Hanım karşıladı. Şadiye Hanım atın başlığından tutarak, Osman’ın atından inmesine yardımcı oldu. Osman atından inince Şadiye Hanım onu her zaman olduğu gibi güler yüzle karşıladı.
“Hoş geldin bey” dedikten sonra Osman’da ona,
“Hoş bulduk” diye yanıt verdi. Şadiye Hanım atı ahıra götürerek yedeğinden yemliğin halkasına bağladıktan sonra; atın başlığını çıkarıp yemliğe arpa ve yulaf karışımı olan yemden atın yiyebileceği kadar yem bıraktı. Sonra da eve döndü. Osman mavzerini duvardaki yerine asmış, fişekliğini ve kara kalpağını çıkararak, masanın üzerine koyduktan sonra sırt üstü kanepeye uzanmış bir konumda dinleniyordu. Şadiye Hanım’ın içeri girdiğini görünce:
“Şadiye çeteci arkadaşlarımı bu akşam için yemeğe davet ettim. Yemeği altı kişilik yap. Yemekte biraz da demleneceğiz onun için sofrya rakı da koy” diyerek, Şadiye Hanım’ı uyardı. Molla Osman’ın evinde etli yemek eksik olmazdı. Eşi becerikli olduğundan güzel ve lezzetli yemekler yapıyordu.
“Anladım Osman tamam sen merak etme” dedikten sonra mutfağa geçerek, gerekli hazırlığı yapmaya başladı. Yemekleri pişirdikten sonra bahçede az miktarda bulunan taze soğan ve kıvırcıklarla bolca bir salata yaptı. Zaten eşi Osman’ın önceki gün Balcıbük’tcn getirmiş olduğu; kesilip temizlenmiş olan erkek bir oğlağı, gündüzün mahalle fırınına verdiğinden, oğlak nar gibi kızarmış olarak fırından alınmasını bekliyordu. Şadiye Hanım zaman geçirmeden fırına giderek, oğlağı alıp eve getirdi. Tüm bu işler saat 19.00 sularında bitmişti. Şadiye Hanım, eşinin de yardımıyla evin sofrasındaki masayı güzelce donattı.
Bir süre sonra da Osman’ın evine çeteci arkadaşları atlarıyla birlikte geldiler. Osman onları karşıladıktan sonra atlarını ahıra çekmeleri için yardımcı oldu. Bunun ardından hep birlikte eve girip ellerini yıkadıktan sonra yemek masasının başına geçerek sandalyelere oturdular. Ev sahibesi Şadiye Hanım da gelenleri hoşlandıktan sonra yemek servisine başladı. Önce çorba içildi. Bu arada Osman bir binlik rakı açarak, arkadaşlarının bardaklarına yarıya kadar rakı ve üzerine de su koydu. Sonra hep birlikte kadehlerini kaldırarak, Kuva-yı Milliye ve zaferin şerefine diyerek rakı dolu olan bardağı yarılmayıncaya kadar içtiler.
Sonra da öncc salatadan, ardından oğlak eti ve pilavdan birer yudum alarak, gödelerine indirdiler. Yemekler tereyağı ile pişirildiğinden gerçekten çok lezzetliydi. Bu işte Şadiye Hanım’ın yemek pişirmedeki ustalığı da önemliydi. Bir süre sonra salataları bitmişti. Osman Efendi Şadiye Hanım’dan biraz daha salata yapmasını istedi. Fakat bahçede marul kalmadığından Şadiye Hanım, bahçedeki dut ağacının yapraklarından yeterince kopardıktan sonra, ılık su içine atarak, onları yumuşattı. Bundan sonra da yaprakları elleriyle ovuşturup onları bıçakla ince, ince doğrayarak taze soğanla birlikte harmanlayıp güzel bir salata yaptı. Osman ve çeteci arkadaşları bu salatayı daha çok beğendiler. Yemekte ve yemekten sonra yapılan sohbetlerde herkes çetecilik anılarından bir şeyler anlattı.
Yemekten sonra kahveler içildi. Geç vakide kadar süren sohbetin ardından konuklar da evlerine gittiler. Sabah olunca Osman bahçedeki dut ağacının yapraklarının yolunmuş olduğunu fark etti. Şadiye Hanım’a seslenerek;
“Şadiye bahçedeki dut ağacının yapraklarına ne oldu?” diye sorunca Şadiye Hanım’da;
“Allah iyiliğini versin Bey akşam yemekte biraz daha salata istemiştin; ben de bahçede marul kalmadığından dut yapraklarını koparıp taze soğanla birlikte size salata yaptım.” Deyince ikisi de uzun süre gülüştüler.
MOLLA OSMAN’IN BULGAR YÜZBAŞI İLE İDDİALAŞMASI
Molla Osman ebe eşi Şadiye Hanım’la birlikte, bireylerinin salt çoğunluğu Bulgar olan; elli haneli Kütüklü Köyü’nde oturuyordu. Bulgarlar Osman’ı gayet iyi tanıdıkları için ondan çekiniyor, bundan dolayı da onun sözünü dinliyorlardı. Osman sürekli olarak, dört adamı ile birlikte dolaşıyordu. Adamlarının ve kendinin üzerinde sürekli silah, el bombası bulunuyordu.
Sıçanlık Köyü’nde bir gün Bulgar çiftçinin katırları çalındı. Katırları çalınan çiftçi, Molla Osman’ın adamlarından olan bir kişiden kuşkulanıyordu. O nedenle Ortaköy’e giderek, Bulgar Jandarma yüzbaşısına şikayette bulundu. Bunun üzerine yüzbaşı da seyisini yanına alarak, Bulgar köylüsü ile birlikte Kütüklü’ye Molla Osman’ın evine gitti. Osman adamlarıyla birlikte evinin önündeki dut ağacının gölgesinde dinleniyordu. Bulgar yüzbaşı yanlarına gelince Osman ve adamları hoş geldin diyerek, onu ayakta karşıladı. Osman yüzbaşıya oturmasını söyledi. Yüzbaşı oturduktan sonra Osman’a geliş nedenini şöyle anlattı.
“Bu adamın Katırları çalınmış senin adamlarından birinin aldığını söylüyor. Bana yardımcı ol da çalanı bulup, katırlarını sahibine teslim edelim” dedi. Osman sinirli bir tavırla.
“Benim adamlarım kesinlikle böyle bir şey yapmaz. Bunda yanlışlık var” diyerek suçlamayı reddetti. Bulgar yüzbaşı Osman’ın tepkisine sinirlenerek, tabancasını çekti. Bunu gören Osman, üzerindeki el bombasını ani bir hareketle, sağ eline aldıktan sonra; sol elinin baş ve işaret parmağıyla da piminden tutarak bombayı sert bir tavırla yüzbaşıya doğru uzattı.
“Elindeki tabancayı yere at, yoksa bombanın pimini çekerim. İşte o zaman hepimiz birlikte ölürüz.” Osman’ı çok iyi tanıyan yüzbaşı onun bu kararlı tavrından ürkerek, tabancasını yere attı. Yanlarındakiler hayret ve korku dolu gözlerle Osman’ı izliyorlardı. Osman adamlarına dönerek şöyle seslendi:
“Bu köpekleri ahıra atın, başına da bir nöbetçi dikin, benim haberim olmadan dışarı salmayın.” Bunun üzerine Osman’ın adamları yüzbaşıyı, seyisini ve onların yanındaki Bulgar köylüsünü ahıra kapattıktan sonra başına bir nöbetçi diktiler.
Osman akşam olunca adamlarını yanma çağırdı.
“Arkadaşlar bu olayı Ortaköy’deki jandarma yetkilileri duymuş olabilir. Bu nedenle yüzbaşı ve adamlarını kurtarmak için üzerimize baskın düzenleyebilirler. Onun için ahırın önündeki nöbetçi uyanık olup çevreyi sürekli gözetlesin. Ters bir durum olursa bana bildirsin.” Diyerek adamlarını uyardı. Ayrıca bir nöbet çizelgesi hazırlayarak, çizelgesi nöbetçiye verdi.
Sonra da evine girip dinlenmeye çekildi. Diğer bir çete elemanları da ak^am yemeğini yedikten sonra, silahlarıyla birlikte evin samanlığına giderek, orada dinlenmeye çekildiler.
Osman, tutsakları kontrol etmek amacıyla nöbet çizelgesine kendisini uyandırmalarını istediği saatleri içeren bir not düşmüştü. Nöbetçiler de emrine uyarak, onu belirttiği saatlerde oda kapısını tıklatarak uyandırdı. O da kalkıp giyindikten sonra tutsakları ve çevreyi kontrol etti. Bu işlemin ardından yine dinlenmeye çekildi. Bu kontrolü gece boyunca birkaç kez yineledi. Sabaha kadar aksi bir durum olmadı. Sabah olunca Bulgar yüzbaşı nöbetçiye: Osman Efendi ile görüşmek istediğini söyledi. Nöbetçi: evin önündeki dut ağacının altında adamlarıyla kahvaltı eden Osman Efendi’nin yanına giderek, yüzbaşının isteğini ona bildirdi. Osman Efendi nöbetçiye.
“Biraz sonra onun yanına geçeceğim orada konuşuruz.” Dedi. Kahvaltısını edince de doğruca ahıra gitti. Nöbetçi ahırın kapısını açtığında, Bulgar yüzbaşı, seyisi ve Bulgar köylü bir köşede öylece duruyorlardı. Osman onlara yanına gelmelerini söyledi. Üçü de uykusuz ve bitkin bir durumda idi. Yüzbaşı Osman’a seslenerek:
“Bak Osman Efendi, ben cahillik ettim, senden özür diliyorum. Bizi bırak da gidelim. Sana söz veriyorum, bu olayı unutup hiç olmamış gibi davranacağım. Aksi halde benim buraya geldiğimi bilen Ortaköy jandarmaları üzerinize gelirler, bir çatışmaya neden olursunuz, ölümler olur. Takdir edersen sizin için de iyi olmaz deyince ona hak veren Osman adamlarına:
“Yüzbaşıya, seyisini, atlarını, silahlarını vererek, Bulgar köylüsü ile birlikte serbest bırakın” dedi. Adamları da onun emrini yerine getirdiler. Bir belanın daha böylece savuşturulmuş olması Osman’ı memnun etmişti.
İstiklal Savaşı dönemi Bulgaristan’ın, Yunanistan’la arasında sınır sorunu olduğundan, Bulgar yetkilileri: çetelerin Yunanistan’a girerek, orada operasyon yapıp tekrar Bulgaristan’a dönmelerine göz yumuyor, hatta onları destekliyorlardı. Çeteciler elde ettikleri ganimetleri; para, silah, mühimmat, koyun ve keçi sürülerini, konuşlanmış oldukları Balcıbük Köyü’ndeki Göçen Çavuş’un evine getirirlerdi. Bu ev iki katlı ve çok odalı olduğundan bir kışlayı andırıyordu. Bu evin önünde her gün beş, altı davar kesilip, kazanlarda pişirilerek hazırlanan yemekler çetecilere dağıtılırdı. Arta kalan yemekler de köylülere verilirdi.
BALCIBÜK KÖYÜ ARAZİSİNDE ÖRDEK VE KEKLİK AVI
Molla Osman, karlı bir kış gününde, arkadaşı Kemaneci Hüseyin’le birlikte, Balcıbük Köyü arazisinde, Kocadere ve çevresinde avlanıyordu.
Osman’la Hüseyin onar adet keklik ve ördek vurmuşlardı. Bir ara Osman silahlı dört kişinin yanlarına doğru geldiğini fark etti. Dürbünüyle dikkatlice bakınca gelenlerin, Bulgar komitacı arkadaşı Kaptan Stoyko ve adamları olduğunu gördü.
Stoyko, Osman’ı Osman da onu çok iyi tanıyordu. Çünkü ikisi de Çete komutanı olduğundan Yunan kuvvetlerine karşı birlikte çete savaşı vermişlerdi. Stoyko adamları ile bu yöreden geçerken silah seslerini duymuş olduğundan; merak etmiş, bu nedenle onların bulunduğu yere gelmişti. İyice yaklaştıklarında Hüseyin endişelenmeye başladı. Osman, Hüseyin’i sakinleştirmek için:
“Merak edilecek bir şey yok, ben onları tanıyorum.” diyerek Hüseyin’i rahatlattı. Yanlarına iyice yaklaşan Stoyko:
“Bire Osman burada ne yapıyorsun” deyince, Osman da: “Avlanıyoruz be Stoyko” diyerek, yanıt verdi. Stoyko onları selamladıktan sonra ellerini sıktı. Sonra da tütün tabakasını çıkararak, önce Osman’la, Hüseyin’e, sonra da kendine birer sigara sardı. Stoyko sigaraları onlara uzatırken, Osman çakmağını hazır etmiş sigaralarını
yakıyordu. Sigaralarını keyifli, keyifli tüttür lirlerken bir yandan da sohbet ediyorlardı.
Kemaneci Hüseyin’in esprili ve hoş sohbeti Stoyko’nun hoşuna gitmişti. Bir ara Stoyko Osman’a:
“Bre Osman çok hoş arkadaşın varmış” diyerek takıldı. Osman da;
“Doğru çok hoştur” diyerek yanıt verdi. Stoyko, Hüseyin’e:
“Bizi gördüğünü kimseye söyleme” diyerek, ona cep saatini hediye etti. Stoyko genellikle Bulgar zenginlerini soyar, Türklere pek dokunmazdı. Çünkü o da diğer Bulgarlar gibi Osman’dan çekindiğinden buna cesaret edemezdi. Epey sohbet etmişlerdi ki Stoyko:
“Biz arak gidelim” diyerek, Osman ve Hüseyin’in ellerini sıktıktan sonra:
“Haydi hoşça kalın” diyerek, adamlarıyla birlikte Bulgar Köyü Soğanlık’a doğru hareket etti. Osman’la Hüseyin’de avlarıyla birlikte Balcıbük Köyü’ne döndüler.
MOLLA OSMAN VE ÇETE ELEMANLARININ GİYİM VE KUŞAMI
Molla Osman’ın üzerinde genellikle gömlek bulunur, onun üzerine; cebine köstekli saatini koyduğu yelek, yeleğin üzerine de siyah veya zeytuni renkli bir ceket giyinir, alt tarafına körüklü pantolon giyinirdi. Beline al renkli bir kuşak sardığı olurdu. Ayaklarına: Topukları mahmuzlu uzun konçlu, kahverengi çizme giyinirdi. Fişekliğini beline takar, mavzerini de sağ omzuna asılı olarak taşındı. Boynuna astığı dürbününü göğsünün üzerinde bulundurur. Başına Kuva-yı Milliye’nin simgesi olan siyah renkli bir kalpak giyinirdi. Bir de çok sevdiği ve ona gözü gibi baktığı, oldukça gösterişli doru bir atı vardı. Atının üzerinde kahverengi iki gözlü deri heybe ve onun üzerinde aynı renkte deri eğer bulunurdu. Yine atının başında dizginli başlığı takılı olurdu.
Osman’ın çete elemanları da: Yine önce gömlek ve onun üzerine yelek, yeleğin üzerine de ceket giyinirlerdi. Ceketin alt tarafına potur giyinir, bellerine de yine al renkli kuşak bağlıyorlardı. Başlarına keçeden yapılmış külah giyinirlerdi. Ayaklarına çarık giyinir, çarıkların ipleriyle de bacaklarına sardıkları dolaklarını; çapraz bir şekilde dolayarak, dizlerine yakın bir yerden sıkıca bağlıyorlardı. Çete elemanlarının da her birinin atı olup, mavzerlerini ve fişekliklerini aynı şekilde taşıyorlardı. Bir operasyona atlarıyla gidecekleri zaman; genellikle tüfeklerini sırtta olmak üzere çapraz asıyorlardı.
OLAYLI GÜREŞ
Bulgaristan’ın Ortaköy İlçesi arazisinde bulunan Elmalı Yaylasında, her yıl güreşler düzenlenirdi.
1925 yılında yapılan güreşlere, yöredeki pehlivanlarla birlikte Tekirdağlı Hüseyin’de katılmıştı. Yapılan karşılaşmaların sonunda: Bulgar güreşçi Petku ile Hüseyin tüm rakiplerini yenerek finale kaldılar. İki pehlivan arasında yapılacak karşılaşma, aynı zamanda Tiirk veya Bulgar güreşinin üstünlüğünü belirleyecekti.
Hüseyin, 23 yaşlarında olup yılan gibi kıvrak bir güreş biçimi vardı. Petku 25 yaşlarında, orta boylu Hüseyin’den kilolu idi. Ortaköy Belediyesi’nin güreşçisi olduğu için, Petku Belediye yetkililerince özel olarak, bakılıyor ve usta Bulgar pehlivanlar tarafından çalıştırılıyordu. Hüseyin’i de Türk pehlivanları çalıştırıyordu ama Pctku’nun bakım ve beslenme olanakları daha çoktu. Petku’nun ayrıcalığının bilincinde olan Bulgar ileri gelenleri, onun galip geleceğine inanıyorlardı. Nihayet güreş başladı. Davul ve zurnalar güreş havası çalıyor… Pehlivanları ve izleyicileri coşturuyordu. Pehlivanlar henüz yeni kapışmıştı ki, başında kara kalkağı, elinde kamçısı olduğu halde Molla Osman’ın atıyla birlikte güreş yapılan yere geldiği görüldü. Tüm Türkler ve Bulgar ileri gelenleri ayağa kalkarak, Osman’ı karşıladılar. “Hoş geldin” dedikten sonra, ileri gelenlerin arasında ona yakışan bir yere oturmasını sağladılar.
Bulgarlar, Osman’ı sevmezlerdi. Ama ondan çekindikleri için saygı gösterirlerdi. Bu arada Hüseyin’le, Pctku’nun güreşi heyecanlı bir şekilde sürüyordu. Hüseyin, yılan gibi kıvrılarak, çevik ve atik hareketlerle becerisini gösteriyor… Bulgar güreşçinin, kendinden iri ve güçlü olduğunu bildiği için onu yorduktan sonra, bir oyunla yenmek isliyordu. Nitekim güreş uzadıkça Pctku’da yorulma belirtileri görülmeye başladı. Hüseyin’i bir an önce yenmek istediğinden var gücüyle ona saldırıyordu. Bir ara iyice yorulan Petku, yenileceğini anladığından fırsatını bulunca, Hüseyin’in gırtlağına sarılarak onu boğmaya çalıştı. Bu durumu gören Osman, çok sinirlendi. Birden ayağa kalkıp sert bir şekilde kamçısını önündeki masaya vurduktan sonra, hakem heyetine dönerek, “Böyle güreş olmaz ki” diye bağırdı. Zaten hakemler de Hüseyin’le, Petku’yu ayırmışlardı. Osman, güreşçilerin yanına giderek, sert bir şekilde Petku’ya baktıktan sonra “Niçin gırtlağını sıkıyorsun? Böyle güreş olur mu? Kardeş kardeş güreş tutsanıza, buraya güreşe mi geldiniz? Yoksa kavgaya mı?” diyerek Petku’yu uyardı. Olay nedeniyle susmuş olan davullar ve zurnalar, güreşin yeniden başlamasıyla birlikte çalmaya başladılar.
Hüseyin, yine oyunlarıyla Petku’yu iyice bunaltmaya başladı. İki pehlivan da bir birine galip gelemiyordu. Bir ara iyice sinirlenen Petku, fırsatını bulunca yine Hüseyin’in gırtlağına sarıldı. Hüseyin de boş durmuyor… tekme ve yumruklarla ondan kurtulmaya çalışıyordu. Yine hakemler araya girerek onları ayırdı. İzleyiciler arasında Hüseyin’in kardeşi Hasan pehlivan da bulunuyordu. O da Hüseyin gibi çevik biriydi… kardeşinin gırtlağını sıkan Petku’ya çok sinirlenen Hasan, ileri atılarak, hakem heyetine; “Bu gavurla ben güreşeceğim” dedi. Hakem heyeti de kabul edince, güreş başladı. Hasan da, Hüseyin gibi iyi güreşiyordu. Ama bir süre sonra Petku onun da gırtlağına sarıldı. Hasan da kardeşi gibi tepki göstererek, tekme ve yumrukla Petku’dan kurtulmaya çalışıyordu. Hakemler araya girerek onları ayırdı.
Molla Osman bu duruma çok sinirlenmişti. Hızla yerinden kalkarak, Petku’nun yanına gittikten sonra, ona; “Sen nasıl güreşçisin? Kendine güvenin yoksa niçin meydana çıktın?” diyerek onu azarladı. Ayrıca Bulgar ileri gelenlerine dönerek, onlara: “Ne biçim pehlivan yetiştirmişsiniz.” Diyerek, atına binip güreş yerini terk etti. O gittikten sonra pehlivanlar güreşmeyince güreşleri izleyenler de Elmalı Yaylası’ndan ayrılarak köylerine gittiler.
MOLLA OSMAN’IN BULGARİSTAN’DAN ANAVATAN TÜRKİYE’YE KAÇIŞI
Osman’ın babası Molla Salih ve ailesi 1924 yılı Silivri İlçesi’ne bağlı olan Ortaköy’e (Sürgün) gelerek buraya yerleşti. Osman ve eşi Şadiye Hanım, çocuklarıyla birlikte Güney Bulgaristan’da olup, Kütüklü Köyü’nde yaşıyorlardı. Ancak Birinci Dünya Harbi ve Kurtuluş Savaşı sona ermiş; Yunanistan, Bulgaristan ve Türkiye arasındaki sınırlar antlaşmalar gereği belirlenmişti. Bu nedenle Bulgaristan ve Türkiye’nin aralarında işbirliği yapmalarını gerektiren nedenlerde ortadan kalkmıştı.
Bundan önceki olaylarda Osman’ın çetecilik deneyiminden ve cesaretinden yararlanmak için onunla işbirliği yapan Bulgarlar; onu ilk fırsatta yakalayarak, öldürmeyi düşünüyorlardı. Çünkü o adamlarıyla birlikte birçok öldürme olayına karışmış bir Türk çetecisiydi. Bulgarların niyetini anlayan Osman, ilk fırsatta ailesiyle anavatana kaçmayı tasarlıyordu. Onun için 1925 yılı anavatana kaçmaya karar verdi. Bu nedenle bir gün önceden güvendiği bir arkadaşının el katmasıyla eşinin ve çocuklarının pasaportlarını hazırlattıktan sonra bir adamını, eşi ve çocuklarını Mustafa Paşa Tren İstasyonu’na getirmesi için, Kütüklü’ye gönderdi. Çocuklarının trene bineceği gün çeteci Bulgar arkadaşları Osman’ı, istasyona yakın olan içkili bir lokantaya yemeğe davet ettiler. Osman da kaçışının anlaşılmaması için bu daveti kabul ederek, yemek için lokantaya gitti. Yemekli içki alemi sürerken Osman’ı çok seven ve onunla aynı masada oturan. Nalbant Tanaş adındaki Bulgar dostu bir ara onun yanına gelerek, kulağına şunları söyledi:
“Osman bunların niyeti kötü, yedirip, içirdikten sonra seni öldürecekler, haberin olsun” diyerek, Osman’ı uyardı.
Bulgar dostunun uyarısına içinden teşekkür eden Osman, vakit geçirmeden usunda bir plan oluşturdu. Bu nedenle meyhaneciye:
“İki tane binlik rakı getir bunlar da benden” dedi. Osman, Bulgarlara fark ettirmeden az içmeye gayret ediyordu. Bu ara da Bulgarlar iyice sarhoş olmuşlardı. Bunu fırsat bilen Osman:
“Trenin gelişi yaklaştı, Müsaade ederseniz çocukları Türkiye’ye yolcu edeceğim, sonra yine buradayım.” Dedi. Onları inandırmak için de ceketini ve yeleğini çıkarıp duvardaki askılığa astı. Bulgarlar ona inandıklarından tamam dediler. Osman giderken yanına bir şişe de rakı alarak, doğruca istasyonda onu bekleyen çocuklarının yanına gitti. Tren de zaten yeni gelmişti. Osman çocuklarını kucağına alarak, Şadiye Hanım’la birlikte trene bindi. Şadiye Hanım kocasının trenden ineceğini sanıyordu. Ama o inmek niyetinde değildi. Tren hareket edince:
“Sen inmiyor musun? Bey” diyerek, Osman’ı uyardı.
“Hanım ses çıkarma, ben de sizinle geliyorum.” Deyince Şadiye Hanım:
“Ama senin pasaportun da yok” Osman:
“Olsun önemli değil” diye yanıt verdi.
Osman, usunda yine bir plan hazırlamıştı.
“Bak Hanım biletçi geldiğinde, rakı ikram ederek, ben onu lafa tutacağım. Eğer kabul etmez de pasaportumu görmek isterse: onu paçasından tuttuğum gibi trenden aşağıya atacağım. Gücüm yetmezse sen de bana yardım edersin.” Dedi. Şadiye Hanım da:
“Tamam bey öyle olsun” diye yanıt verdi…
Zaten tren hareket etmiş olduğundan istasyondan epeyce uzaklaşmıştı.
Biletçi onların yanına geldiğinde, Osman Bulgarca:
“O çorbacı hoş geldin be” diyerek biletçiye sarıldıktan sonra ona bir bardak rakı ikram etti. Adam da içkiye düşkün biri olacak ki bu ikramı sevinerek, kabul etti. Bunun ardından Osman biletçiye bir bardak daha rakı ikram etti. Biletçi onu da zevkle gövdeye indirdi. İçkili sohbetle birlikte aralarında güzel bir dostluk oluştu. Biletçi ne Osman’, ne de eşine pasaport sormadı. Osman biletçiye:
“Bre çorbacı ben bunu tek başıma içemem, sen dolaş yine buraya gel bunu birlikte içelim.” Dedi. Biletçi Osman’ın bu önerisinden çok memnun olmuştu. Bu nedenle dostlukları yol boyunca sürdü. Tren epey yol aldıktan sonra Edirne, Karaağaç istasyonuna gelmişti. Burası anavatan dı, artık endişelenmelerine gerek yoktu.
Osman çocuklarıyla birlikte trenden indi. Anavatana kavuştuğu için çok mutlu ve heyecanlı idi. Yere diz çöktükten sonra:
“Allah’ım sana şükürler olsun, bana bu günleri de gösterdin” diyerek, eğilip vatan toprağını öptü. Gelini ve torunlarının Türkiye’ye geleceğinden haberi olduğundan; onları istasyonda bekleyen Molla Salih karşıladı. Bulgaristan’dan yalnızca gelini ve torunlarının geleceğini sanan Salih Efendi; Oğlu Osman’ı da onlarla birlikte görünce çok sevindi. Birbirlerine sarılarak, sevinç gözyaşları içinde kavuşmanın zevkini yaşayarak, hasret giderdiler. Sonra da hep birlikte kara yoluyla Silivri’ye oradan da bir at arabasıyla Ortaköy’c (Sürgün) gelerek, evlerine yerleştiler.
Yunanistan ve Türkiye arasında 1924 yılı yapılan mübadele antlaşması gereği; Türkiye’nin birçok yerinde bulunan Rum köylerindeki Rumlar Yunanistan’a göç etti. Aynı dönemde Yunanistan’dan, Türkiye’ye göç eden Türkler, yetkililerce boşalan Rum köylerine yerleştirildi.
İşte aynı yıl Molla Osman’ın babası Molla Salih’de eşi ile birlikte Silivri İlçesi’ne bağlı Ortaköy’e (Sürgün) gelerek, şimdiki köy çeşmesinin güney tarafındaki bin metrekarelik bir arsa üzerinde bulunan boş bir Rum evine yerleşti. Daha sonra eşine ve kendisine iskan arazisi verildi. Molla Salih sonraki yıllarda Ortaköy arazisinin Elbasar mıntıkasından tarla alarak, bu araziyi bağlık yaptı.
Molla Osman’da 1925 yılı eşi ve çocuklarıyla birlikte Türkiye’ye gelerek, baba evine yerleşti. Devlet tarafından ona ve eşine de iskan arazisi verildi. Çetecilik yaptığı dönemde Osman, birçok düşman edinmişti. Bu nedenle tabancasını sürekli yanında taşıdığından hiç boş gezmezdi. Onun için Sürgün Köyü’nde kabadayılık yapmak isteyen kişilere karşı hemen cephe almıştı.
Ortaköy’ün bir kilometre güneybatısında çiftçilik yapan Arnavut bir aile vardı. Bunlar: Sarı Hamdi, Kadir Çavuş ve kardeşleri, mübadele dönemi bu yöreye gelerek, Ortaköy’ün, Silivri tarafında bulunan Fethi Bey’in çiftlik arazisinden: 150 dönüm kadar toprak aldılar. Bu arazinin bir bölümünü bahçe yapıp, buraya evlerini, hayvanları için ağır ve samanlık inşa ederek, burada çiftçilik yapmaya başladılar. Bu kişiler genellikle zorbalığı yeğleyip, kabadayılık yapıyorlardı. Bu ailenin Kavaklı Köyü’ne yakın olan arazilerinin kuzeyine düşen Mandıralar mıntıkasında, Ortaköylülerin koyun ağılları ve tarlaları vardı. Mandıralar Mıntıkası ile Ortaköy Arazisi’ni boydan boya bölen Millet Bahçe Deresi’nden köylüler sulama işlerinde yararlanıyorlardı. Ortaköy’lüler, bu derenin karşı tarafında bulunan ağıllarına ve tarlalarına çalışmaya giderken; eğer araba ile gidilecekse zorunlu olarak, bu derenin üzerindeki tek geçit yeri olan, Silivri Köprüsü’nden geçtikten sonra işte bu Arnavut ailenin arazisinden geçen yoldan gitmek zorundaydılar. Bunu fırsat bilen Sarı Hamdi ve kardeşi Kadir Çavuş, arazilerinden geçen köylülerin her birinden haraç olarak, yılda bir teneke ekin alıyorlardı. Bu ekini vermeyenleri arazilerinden geçirmezlerdi.
Molla Osman bu aileye karşı durdu. Onlara haraç vermediği gibi diğer köylülerden de haraç almalarını önledi. Osman, Ortaköylülerden zorla haraç alan bu Arnavut ailenin çıkar tekerine çomak sokmuştu. Bu yüzden Sarı Hamdi, Kadir Çavuş ve kardeşleri Osman’ı düşman olarak görüyorlar, onu ilk fırsatta öldürmek istiyorlardı.
Bir gün Osman Efendi, Topal Ramazan’ın Kahvesi’nde otururken, aynı kahveye Sarı Hamdi ve kardeşleri de geldi. Hamdi, sarı saçlı, sarı bıyıklı, atletik yapılı ve sinirli bir adamdı. Deyim yerindeyse: tam da sarıcı arıya benziyordu. Kahveye girerlerken Hamdi, Osman’a sinirli bir tavırla sert, sert bakıyordu. Kardeşleriyle birlikte kahvenin bir köşesine oturdu. Oturur, oturmaz da Hamdi’nin kardeşleri, Osman’ı kışkırtmak ve kavga çıkarmak amacıyla ona dolaylı yoldan söz atmaya başladılar.
Osman onlara bulaşmamaya özen gösteriyordu. Tam o sıra da gözü kahvenin önünden geçen on iki yaşındaki komşu çocuğu Kodak Akife takıldı. Kahvenin kapısına kadar gittikten sonra:
“Akif bize kadar git de yengen benim kürk yakalı gocuğumu versin dedi. Osman tabancasını genellikle gocuğunun iç tarafına diktirdiği cebindc taşıyordu. Akif durumu anladığından koşarak, Osman’ın evine gittikten sonra; kısa sürede kürk yakalı gocuğu kahveye getirip Osman’a teslim etti. Gocuğu alan Osman cebini yokladıktan sonra onu sırtına giydi. Tabancası da yanında olduğundan artık kendini daha güvenli hissediyordu. Şimdi daha rahattı, ama Hamdi’nin kardeşleri aralıklarla ona söz atmayı sürdürüyorlardı. Osman, birden yerinden kalkarak, Sarı Hamdi’nin yanına gitti. Bunu gören Hamdi’nin kardeşleri ayağa kalkarak, silahlarına el attılar. Hamdi onlara sakin olmalarını söyleyince yerlerine oturdular. Osman Hamdi’yi:
“Bak Hamdi kardeşlerine hakim ol, onları alıp buradan git, bana saldıracak olurlarsa ilk hedefim sensin. Önce seni vururum” diyerek uyardı. Hamdi de Osman’ın kararlılığını anlamış olacak ki: kardeşlerini yanına alarak, kahveyi terk etti. Bu Arnavut ailenin Osman’la sürtüşmeleri 1930 yılı Osman’ın, Ortaköy’e muhtar olmasıyla daha da arttı. Ancak Osman’ın gözükara biri oluşu, verdiği kararlardan hiç dönmemesi; onları korkutuyor, bu nedenle ona saldırmaya cesaret edemiyorlardı. Bir gün Ortaköy’dc yapılan köy düğününe köyün muhtarı olduğundan özel olarak, davet edilmişti.
Osman o gün düğün evine giderek, düğün sahibinin elini sıktıktan
“Mürüvetin mübarek olsun” deyip hediyesini verdi. Düğün sahibi de kendisine teşekkür etlikten sonra onu köyün ileri gelenleri için ayırdığı sofraya oturttu. Aynı sofrada köy yönetiminde görev alan azalar da vardı. Düğün sahibi Osman’la özel olarak, ilgileniyordu. Azalar her zaman olduğu gibi ona saygılı davranıyorlardı.
Önce düğün çorbası içildi, sonra sofraya getirilen diğer yemekler: Yahni, ciğer aşı, salata, turşu ve sofranın tam ortasına koca bir sahan da kavurma konmuştu. Yemekler afiyetle yenirken, rakılar da içiliyordu, Osman sarhoş olmuştu. Ama dinç ve kuvvetli olduğundan rahatlıkla ayakta durabiliyordu. Bunu fırsat bilen San Hamdi ve Kardeşleri; düğünde bulunan Arnavut gençleri kışkırtarak, düğünden ayrılıp, kendi evine gitmekte olanı Molla Osman’ın üzerine saldılar. Arnavut gençler Osman’ı çember içine aldıktan sonra hakaret ve küfürler ederek, onu kavgaya zorladılar. Niyetlerini anladığından düğünün neşesi bozulmasın diye Osman, onlara karşılık vermiyordu.
Arka tarafında bulunan Arnavut gençlerden biri, Osman’ın ensesine sert bir yumruk indirdi. Bu darbeden sonra Osman, sarhoşluğun da etkisiyle sendeleyerek, yere düştü. Bu fırsatı kaçırmak istemeyen Arnavut gençler; Osman’a tekme, tokat giriştiler. Buna çok sinirlenen Osman, ani bir hareketle ayağa kalkıp kuşağının altında bulunan belindeki bıçağı çekerek, var gücüyle gençlere saldırdı. Elindeki bıçağı bir kaçına saplayınca; bıçağı yiyenler:
“Yandım anam” diye bağırarak, kaçmaya başladılar. Saldırganlar ve olay yerinde bulunan insanlar çil yavrusu gibi dağılmışlardı. Osman çok sinirlenmiş olduğundan bağırıyor, Sarı Hamdi ve kardeşlerine küfürler ediyordu. Olay o kadar ani gelişmişti ki azalar ve köyün ileri gelenlerinin araya girmesine meydan kalmamıştı. Aza arkadaşları Osman’ın koluna girerek, sinirlerini yatıştırmak için: Onu Topal Ramazan’ın kahvesine kahve içmeye götürdüler. Osman kahvede, kahvesini yudumlarken düğünün neşesinin bozulmasına neden olduğu için üzülüyordu.
BULGARİSTAN’DAN ORTAKÖY’E GELEN BULGARLARIN MOLLA OSMAN’I ÖLDÜRME GİRİŞİMLERİ
Havalar ısınmaya başlamıştı. 1929 yılı, çünkü Nisan ayı gelmişti artık. Şimdi baharı yaşıyordu Ortaköy. Çiçekler açmıştı evlerin bahçelerinde, kırda ve tüm ağaçlarda. Otlar göğermişti merada ve köyün çayırlarında. Yaprakları bile uç vermişti bazı ağaçların… Kuşların cıvıltıları geliyordu her yandan, artık her gün köy merasında davarlarını yayabiliyordu çobanlar. Ta uzaklardan duyuluyordu koyunların, kuzuların seslerine karışan kaval sesleri. Yani doğa tüm güzelliklerini sunmaktaydı insanlarına. Fakat bu güzelliklerin içinde sıkıntı yumağını andırıyordu bir adamın yüreği.
Sabah kahvaltını etmiş, evimin bahçesinde bir ileri, bir geri geziniyordu Osman. Umurunda bile değildi mis gibi çiçek kokulan ve
doğanın şahane güzelliği. Hava güzeldi ama yine de ihmal etmemişti gocuğunu giymeyi ve yine cebindeydi her zaman olduğu gibi onlar; tabancası birde el bombasını eksik etmezdi yanından. Yerinde duramıyordu sıkıntıdan, birden evinin bahçe kapısını açarak kendini sokağa attı. Hızlı hızlı yürüyerek, doğruca Topal Ramazan’ın kahvesine gitti. Selam verdi herkese girince kahveden içeriye. Şöyle bir bakındıktan sonra kimsenin oturmadığı masayı tercih etti. Bir sandalye Çekerek oturdu. Çay getirmesini söyledi kahveciye, sessizce duruyordu oturduğu yerde. Çünkü bir kimseyle konuşmasını engelliyordu yüreğindeki sıkıntı. Çayını getiren kahveci:
“Buyur Osman Ağabey diyerek, çayı masanın üzerine bıraktıktan sonra diğer müşterilerine çay servisi yapmak için çay ocağına gitti. Henüz çayını bitirmemişti ki Osman, içeriye üçünü hiç tanımadığı dört kişi girdi kahvenin kapısından. Ama onlardan birini tanıyordu Osman, çünkü o 1918 yılı Güney Bulgaristan’da pusuda öldürdüğü Bulgar eşkıyalardan birinin kardeşi Nudelku idi. Kendi kendine:
“İçimdeki sıkıntının nedeni bu imiş demek ki” diyerek söylendi. Birden gocuğunun iç cebindeki el bombasını aldı, ani bir hareketle, sağı eliyle sertçe Bulgarlara doğru uzattı. Onlara Bulgarca seslenerek,
“Bana bakın beni öldürmeye geldiğinizi biliyorum. Şu bombayı görüyor musunuz? Sıkıysa ateş edin, ben de bunun pimini çekerim. Sonra hepimiz ölürüz.” Diyerek onlara gözdağı verdi. Herkes hayret dolu bakışlarla, bir Osman’a, bir de bombaya bakıyordu. Kahvenin içindeki insanların çoğu dışarı kaçmıştı. Silahlarını bile çekmeye fırsat bulamayan Bulgarlar da; hayret dolu gözlerle bakıyorlardı Osman’a. Onun kararlı olduğunu anlayan Bulgarlar süratle kahveyi terk ederek, arkalarına bile bakmadan en kısa sürede ayrıldılar Ortaköy’den.
ORTAKÖY’DE (SÜRGÜN) DÜĞÜN EVİNE SİLAHLI BASKIN
Diğer yıllarda olduğu gibi 1929 yılı da bolluk ayı olarak kabul gören Ağustos; örfsel ve kültürel anlamda da Rumelili Bektaşilerce büyük bir ilgi görüyordu. Bu ilgi Ortaköylü Bektaşiler için de geçerliydi. Evlenmeler, kız kaçırmalar, düğünler genellikle bu ayda daha çok olurdu. O yıl Ortaköy’de muhtarlık görevini Bektaş Ağa yürütüyordu.
Bektaş Ağa 1924 yılı Güney Bulgaristan’ın, Ortaköy İlçesi’ne bağlı olan; Kızılçalı Köyü’nden, Sürgün’e göç etmiştir. Aynı köyden onlarla birlikte göç eden komşuları: Kurt Mustafa Ağa, oğlu Veli ve kardeşi Hüseyin, Mestan Ağa ve ailesi de gelerek, Sürgüne yerleştiler. Mestan Ağa’nın. onbeş yaşlarında enine, boyuna alımlı, yüzce de güzel olan; Ayşe adında bir kızı vardı. Aynı köyde oturan Cemal adındaki Arnavut bir genç, daha ilk görüşünde Ayşe’ye vurulmuştu. Sürekli Ayşe’yi görmek istiyor, bazı karşılaşmalarda ona söz atıyordu. Ayşe Cemal’dcn çekiniyor ve ona yüz vermiyordu. O komşularının oğlu Veli’yi seviyordu. Veli de onu istiyordu. Bu yüzden fırsat buldukça buluşurlardı.
Bir gün Arnavut Cemal, at arabasıyla, Ağıllar Bölgesi’ndeki tarlasına çalışmaya giden Mestan Ağa’nın yolunu keserek, arabasını durdurdu. Mestan Ağa sinirli bir tavırla:
“Ne oluyoruz delikanlı, çekil arabamın önünden de yoluma gideyim* diyerek Cemal’i uyardı. Cemal atların başlıklarından tutmuş onu bırakmaya niyeti yoktu.
“Bak Mestan Ağa kızın Ayşe’yi seviyorum ve onu eşim olarak görmek istiyorum. Babamlar kızını istemeye gelecekler, evet de yoksa sizin için iyi olmaz, ben bu yolda ölümü bile göze aldım. Beni kabul etmezseniz sizi burada barındırmam” diyerek Mestan Ağa’ya gözdağı verdi. Mestan Ağa, Arnavut Cemal’i ve onun arkadaşları olan Arnavut Sarı Haindi ve kardeşlerini çok iyi tanıyordu. Gerçekten bu kişilerden her şey beklenirdi. Nitekim Ağustos ayının bir günü Arnavut Cemal’in babası, Mestan Ağa’ya aracı göndererek, kızı Ayşe’yi istemek için akşama evlerine geleceklerini bildirdi. Akşam olunca da Cemal, annesi ve babası ile birlikle Mestan Ağa’nın evine gittiler. O dönemde kız babası ne derse o olur, kız da zorunlu olarak, babasının kararına uyardı. Mestan Ağa ve eşi konuklarını kapıda karşıladıktan sonra onları içeriye aldılar. Hoşbeşten sonra, evin kızı Ayşe, annesinin talimatı gereği; hazırlamış olduğu kahveleri getirerek, konuklara ikram etti. Cemal, Ayşe’yi hiç bu kadar yakından görmemişti. Ayşe, şimdi ona daha güzel geliyordu. Cemal, sürekli ona bakıyor, bakışlarını Ayşe’den alamıyordu.
Ayşe ise onun ısrarlı bakışlarından rahatsız olmuştu. Bu nedenle konukların yanında, kısa bir süre kaldıktan sonra odasına çekildi. Kahvelerin içilmesi ve sohbetlerin ardından; sıra Ayşe’nin istenmesine gelmişti. Cemal’in babası:
“Mestan Ağa biz hayırlı bir için gelmiş bulunuyoruz. Allah’ın emri ve Peygamberimizin kavliyle kızınız Ayşe’yi oğlumuz Cemal’e istiyoruz” dedi. Mestan Ağa da:
“Kısmetse olur” diye yanıt verdi. Bu konuşmaların ardından kız tarafının istekleri uygun görülerek, bu istekler; Cemal’in babası tarafından not olarak yazıldı. Artık söz kesilmişti. Ertesi gün Veliyle buluşan Ayşe, durumu ona anlattı. Ayşe, Cemal’le evlendirilmesinin kaçınılmaz olduğunu, tek çarenin Veli’nin kendisi tarafından kaçırılması olduğunu ona söyledi. Bu konuda aralarında kısa süre de anlaştılar. Ertesi gün Mestan Ağa, ailesiyle birlikte, Mandıralar Yöresi’ne soğan çıkarmaya gideceklerdi. Tarladan dönüşlerinde Veli ve arkadaşı Bektaş Hüseyin yollarını keserek Ayşe’yi kaçırabilirlerdi. Bu plan Veli’nin aklına yatmıştı.
Ertesi gün Veli, sabahleyin erkenden, can arkadaşı Bektaş Hüseyin’lere gitti. Hüseyin, henüz yeni kalkmıştı. Veli, Hüseyin’i bir kenara çekerek, durumu ona anlattı. Hüseyin de Ayşe ile Veli’nin birbirini sevdiğini bildiğinden; Ayşe’nin Arnavut Cemal ile evlendirilmesine gönlü razı olmuyordu. Bu nedenle Veli’nin, Ayşe’yi kaçırma teklifine hiç düşünmeden evet diyerek Veli’ye şöyle bir öneride bulundu.
“Akşam üstü atına atla bizim değirmene gel, ben de bizim atı alır bu işi hallederiz” dedi. Veli de Hüseyin’e:
“Tamam can arkadaşım, öyle olsun” dedi. Akşamüzeri olunca da Veli atına atlayarak, doğruca Hüseyin’lerin değirmenine gitti. Zaten Hüseyin’de atını hazırlamış onu bekliyordu. Hemen yola çıkıp, Milletbahçe Deresi’ni atlarıyla geçerek, Mandıralar Yöresi’ne giden yolda bir süre gittikten sonra; yolun hemen sağında bulunan bir karaağacın yanında atlarından inerek, atlarını dizginlerinden olmak üzere ağacın dallarına bağladılar. Kendileri de ağacın gölgesinde oturarak, Mestan Ağa’yı beklemeye başladılar. İkisi de çok heyecanlıydı… ama bunun başka yolu yoktu.
İki arkadaş zamanlamayı iyi ayarlamışlardı. Gelmelerinin üzerinden yarım saat geçmemişti ki uzaktan gelen bir araba tıkırtısının sesini duydular. Araba görünerek, onlara doğru iyice yaklaştıkça; bu at arabasının Mestan Ağalara ait olduğunu anladılar.
At arabası iyice yanlarına yaklaşınca, Hüseyin arabanın önüne çıkarak, atların başlığından yakaladı. Daha önceden konuştukları gibi Veli’de süratle arabanın arkasında oturan Ayşe’nin yanına koşup, onu kucakladığı gibi ağacın altına götürerek, atının üzerine attı. Hüseyin, Mestan Ağa’ya:
“Bak Mestan Ağa bunun böyle olmasını istemezdik ama mecbur kaldık. Ayşe, Veliyi seviyor, Veli’de Ayşe’yi. Kızını o pis Arnavut’a verip te eline ne geçecek, senin bu gençleri ayırmaya hakkın yok.” dedi. Sonra da atına bindi. Atlarını tırıs bir konumda koşturarak. Velinin evine doğru gittiler. Mestan Ağa ve eşi birbirine şaşkın, şaşkın bakıyorlardı. Öyle ki şaşkınlıktan sanki dilleri tutulmuştu. Bir ara Mestan Ağa:
“Hanım: Belki de böyle olması daha iyi oldu. Çünkü Veli bizim insanımız, o bize daha yakın.” diyerek, suskunluğu bozdu. Yolda giderlerken Ayşe, Veliye sarılmış mutluluktan uçuyordu, önce Veli atından sonra da Ayşe’nin inmesine yardımcı oldu. Veli’nin babası Mustafa Ağa ve eşi durumu kavradıklarından Ayşe’yi acele içeri aldılar. Hüseyin zaman yitirmeden Mollara giderek, durumu Osman’a anlattı. Aralarında anlaştıktan sonra Hüseyin ve Osman Arnavutlardan gelecek herhangi bir saldırıya karşı; her ikisi de Veli’lerin evi çevresinde ve sokağında silahlı olarak dolaşmaya başladılar. Ayşe, o gece Veli’lerde kaldı. Mustafa Ağa ve eşi en kısa sürede düğün yapmaya karar verdiler. Bu nedenle Veli’nin babası sabah erkenden düğün için gereken çalgıcıları tutmaya gitti. Bir de okuyucu tutarak, tüm Ortaköylüleri akşama kınaya, yarın da düğüne gelmeleri için davette bulundu. Veli’nin, Ayşe’yi kaçırdığını tüm köylülerin öğrenmesiyle birlikte, bu olayı Ayşe’nin sözlüsü Arnavut Cemal de öğrenmişti.
Bu nedenle Cemal çok kızmış Veli’ye ve Ayşe’ye küfürler ediyor, Veli’yi öldüreceğini söylüyordu. Nitekim kına akşamı Cemal ve yandaşları: Arnavut Sarı Hamdi, kardeşleri Veli’yi öldürmek ve Ayşe’yi de geri almak amacıyla düğün evine silahlı baskın verdiler. Cemal tabancasıyla sağa ve sola ateş ederek, Veli’nin dışarı çıkmasını istiyordu. Düğünde bulunan insanların çoğu sağa, sola dağılmışlardı. Veli dışarı çıkmak istediyse de o anda yanında bulunan Bektaş Hüseyin;
“Sen dur bakalım, ben onları karşılarım” dedi. Elinde tabancası olduğu halde dışarı çıkan Hüseyin; birden tabancasını Cemal’e doğrultarak, birkaç el ateş etti. Mermilerden biri yan tarafından Cemal’in ağzına girerek, yanağını delip dışarı çıkmıştı. Cemal:
“Yandım anam” diyerek, acı, acı bağırdı. Ağzında bir kısım dişleri de kırılmış olacak ki ağzından oluk gibi kan akıyordu. Bunu gören Sarı Hamdi ve kardeşleri, Hüseyin’in yanındaki Molla Osman’ı da fark edince: Cemal’i yanlarına alarak, kısa sürede olay yerinden ayrıldılar. Ertesi gün Arnavut Cemal, Silivri’deki jandarmaya giderek şikayette bulundu. Bunun üzerine jandarmalar Bektaş Ağa’nın evine gelerek, Hüseyin’in kullandığı tabancayı aramaya başladı. Önce Hüseyin’den tabancayı istediler. Hüseyin:
“Benim tabancam yok ben ateş etmedim. Elimde sivri uçlu sopa vardı Cemal’e onunla vurdum. Sopanın ucu Cemal’in yanağını delmiş olabilir.” Dedi. Hüseyin’in samimi ifadesi az da olsa jandarmalara inandırıcı gelmişti. Ama jandarmalar, yine de söz konusu tabancayı evin içinde aramaya başladılar. Hatta Hüseyin de yatakları, kilimleri ve örtüleri kaldırarak, onlara yardımcı oldu. Arama anında gayet soğuk kanlı oluşu doğal olarak jandarmalara inandırıcı geldi. Buyurun dolaba da bakın diyerek, tabancasını arasına saklamış olduğu çamaşırları alarak, yere koydu. Sonra da diğerlerini dışarı çıkararak, boşalan dolabı gösterdi.
Jandarmalar evin her yanını aramalarına karşın tabancayı bulamamışlardı. Bu yüzden elleri boş olarak, Silivri’ye döndüler. Jandarmaların, Hüseyin’in tabancasını bulamamaları ve Hüseyin’in gözaltına alınmaması; olayın mağduru Cemal’i Sarı Hamdi ve kardeşlerini iyice kızdırdı. Hüseyin ve Veli’den intikam almak istiyorlardı. Ama Molla Osman’dan çekindiklerinden buna cesaret edemiyorlardı. Bu nedenle onlardan dolaylı yolla intikam almaya karar verdiler. Olayın ardından bir hafta kadar bir süre geçmişti ki: Sabah erkenden kalkan Hüseyin, kahvaltısını ettikten sonra şarap mağazalarının ön tarafında bulunan kendilerine ait un değirmenini çalıştırmaya gitti. O gün köylülerin buğdaylarını öğütecekti. Ama ne kadar çok uğraştıysa değirmenin motorunu bir türlü çalıştıramadı. Tekrar tekrar denedi motor yine de çalışmadı. Hüseyin’in canı sıkıldığından değirmenden dışarı çıkarak çevresinde gezinmeye başladı. Bir ara gözü değirmenin çatısından yukarı doğru çıkan, egzoz borusunun ağzına sıkıştırılmış olan bir top ipliğe takıldı. Hemen çatıya çıkarak, yumağı egzoz borusunun ağzından çıkarıp aldı. Ama ipin ucu borunun içinden aşağıya doğru uzanıyordu. İpi yukarıya doğru çekince ipin ucunda bir ağırlık olduğunu fark etti. İki elini dc kullanarak, ipi yukarıya çekti.
Ama ipin sonu gelince gözlerine inanamadı. İpe bağlı olan bir el bombası idi. Bu tuzağı, beni öldürmek için mutlaka Cemal veya yandaşı San Hamdi hazırlamıştır diye düşündü. Öyle ya onlardan başka düşmanı yoktu. Hüseyin, iyi tanımadığı bu nesneyi bir kazaya uğrayabilirim düşüncesiyle değirmenin bir kenarına bırakıp, üzerini de çevreden bulduğu otlarla örttükten sonra Muhtarlık binasına gitti. Doğruca muhtarın odasına girerek, “Merhaba Osman” deyip masasında oturan Osman’ın karşısındaki sandalyeye oturdu. Yolda hızlı yürüdüğünden muhtarlık binasına da nefes nefese, telaşlı bir tavırla girmişti. Bunu fark eden Osman: “Hayrola Hüseyin nedir bu telaşın” deyince Hüseyin de değirmenin egzoz borusundan çıkardığı ip yumağa bağlı bombayı Osman’a anlattı.
Hüseyin “Bu tuzağı mutlaka Cemal ile Sarı Hamdi hazırlamıştır” diye söylendi. Osman “Doğru söylüyorsun onlardan başkası olamaz” dedi. Muhtarlık binasından çıkarak, ikisi birlikte değirmenin önüne geldiler. Hüseyin el bombasının üzerindeki otları kaldırarak, ipe bağlı bombayı Osman’a gösterdi. Çete savaşlarında birçok kez el bombası kullandığından Osman bomba uzmanı sayılırdı. Bombayı eline alıp, sağına, soluna bakarak, bombayı inceledikten sonra; cebinden çakı bıçağını çıkararak bombaya bağlı olan ipi kesti. Sonra ikisi birden değirmenden yaklaşık 300 metre kadar ileriye açık araziye gittiler. Osman uygun bir yer bulunca yere yattı. Hüseyin’e de yanında bir yere yatmasını söyledi. Hüseyin, Osman’ın dediğini yaparken bir yandan da onu izliyordu. Sağ elinde bulunan bombanın emniyet pimini sol elinin işaret ve baş parmağı ile çekip, çıkaran Osman, bombayı olanca gücüyle ileriye fırlattı. İkisi de tam siper konumunda bombanın patlamasını beklemeye başlamışlardı ki bomba büyük bir gürültüyle patladı. Böylece bu beladan da kurtulmuşlardı. Ama Arnavut Cemal, Sarı Hamdi ve kardeşlerinin, Hüseyin’den intikam alma çabalarının süreceğini düşünen Osman, “Bak Hüseyin, ben yakın bir zamanda muhtarlıktan temelli ayrılıp, İstanbul’a gideceğim. Ben gidince yalnız kalacaksınız. Bu adamlar, benim yokluğumu fırsat bilerek, sana ve Veli’ye zarar vermekten çekinmezler. Siz en iyisi toparlanıp Firuzköy’e yakın bir yere yerleşin” diye öneride bulunduktan sonra Hüseyin’le vedalaşarak Muhtarlığa gitti. Hüseyin doğruca evine giderek, bomba olayını ve Osman’ın uyarısını babasına anlattı.
Zaten olaylar nedeniyle huzursuz ve endişeli olan oğlunun başına bir iş gelmesini istemeyen Bektaş Ağa, aynı günün gecesi Mustafa Ağa ve on iki hane olan köydeşleriyle görüştükten sonra Ortaköy’den ayrılmağa karar verdiler. Gereken hazırlıklar yapıldıktan sonra eşyalarını öküz ve at arabalarına yükleyen bu insanlar, sabah erkenden konvoy halinde yola çıktılar. Sıkıntılı bir yolculuktan sonra İstanbul ili hudutları içinde, Firuzköy’e yakın bir yerde olan Saadet Dere Çiftliği’ne yerleştiler. Çiftliğin arazisini kiralayarak, çiftçilik yapmaya başladılar. Bu insanlar, daha sonra Firuzköy arazisinden toprak alarak, buraya yerleştiler.
HARMAN YERİNE SİLAHLI BASKIN
Kodak Hasan, Ortaköy sakinlerinden olup Kodak Ailesi’nin yirmi beş yaşlarında; ele avuca sığmaz, gözü kara, evlilik çağında olan bir oğluydu. Molla Osman’ın en güvendiği has adamlarından biriydi. İkisi akraba olduklarından Osman, Kodak Hasan’a “Yeğenim diye hitap ederdi. Hasan, Osman’dan tabanca atış eğitimi almış ve yakın boğuşma, saldırı taktiklerini öğrenmişti. Bu nedenle Arnavut Sarı Hamdi, Kadir Çavuş ve kardeşlerinden çekinmediği gibi; arabası ile onların arazisinden geçmesine karşın bu Arnavut ailenin, arazisinden geçen köylülerden her yıl aldıkları bir teneke buğdayı da vermiyordu.
Bundan dolayı Sarı Hamdi ve kardeşleri Hasan’ı düşman bellemişlerdi. Onu ilk fırsatta yalnız olarak, ele geçirip, hesap sormak istiyorlardı. Hasat işini bitiren Kodak Hasan ve babası, harman dönemi geldiğinden; yulaf ve buğday demetlerini arabalarıyla harman yerine taşıyarak, yığın oluşturmuşlardı. Ortaköy’de Patriyotlar, Gevgelliler, Sarı Şabanlılar ve Bektaşiler hep birlikte yaşamaktaydılar. Sarı Şabanlılar ve Gevgelliler Bektaşi olan Ortaköylülerden haz etmezlerdi. Onun için aileler arasında huzursuzluklar olduğu gibi; kavgalıklı olanların harman dönemi birbirlerinin harmanlarını yaktıklarından kundaklama olayları oluyordu. Bu nedenle aileler harmanlarını korumak için gece ve gündüz beklemek zorunda kalıyorlardı.
Kodak Ailesi’nde harman bekleme sırasının Hasan’da olduğu bir gece; onun harmanda olduğunu öğrenen Arnavut Kadir Çavuş ve kardeşleri, Hasan’dan hesap sormak amacıyla Kodakların harmanına silahlı baskın verdiler. Onların harmana geldiklerini gören Hasan, hemen tabancasına el attı. Ama onlar üç kişi, o ise tek kişiydi. Onun için yığının üzerindeki yatağında hiç ses çıkarmadan öylece yatmayı sürdürdü. Kadir Çavuş:
“Çık ortaya more Hasan senin harmanda olduğunu biliyoruz. Sen bizim tarladan geçersin, ama bize alacağımız olan bir teneke buğday vermez; bir de Osman’ın yanında bize kafa tutarsın ha… haydi çık ortaya da erkekliğini görelim” dedi. Hasan, birini vursa onlar üç kişi olduklarından onu öldüreceklerini bildiğinden; bir kurnazlık düşündü. Molla Osman’dan çok çekindiklerini bildiği için onlara şöyle seslendi.
“Ben o kadar enayiyim, sizin geleceğinizi zaten biliyordum. Bu nedenle Osman ağabeyime harmana baskın vereceğinizi söyledim. O da harmana yakın bir yerde pusu kurdu. Sizin bana saldırmanızı bekliyor. Ses çıkarmadığıma bakmayın, hele bir saldırın da; Dünya’nın kaç bucak olduğunu göstersin size.” Hasan bu sözleri söylemişti ama ya yutmazlarsa diye endişeleniyor, yüreği korku ve heyecandan küb, küb atıyordu. Ama korktuğu olmadı. Kadir Çavuş ve kardeşleri onun bu bülöfünü yutmuşlardı.
Onlar, Molla Osman’ı çok iyi tanıdıklarından, ondan çekmiyorlardı. Bu nedenle baskını yarıda keserek, gürültü etmeden olay yerinden uzaklaştılar. Onların epey uzaklaştığını gören Hasan:
“Oh be…” diyerek, rahat bir nefes aldı. Ama yine de geriye dönüp saldırabilecekleri de hesaba katan Hasan… buğday yığınının üzerinden inerek, doğruca evine gitti. Eve varınca Hasan, babasını uyandırdıktan sonra durumu ona anlattı. Babası da Hasan’a;
“Oğlum sen yat… ben gider harmanı beklerim…” dedi. Hasan, endişeden uzak, korkusuzca uyuyabileceği yatağına kavuşmuştu. Kendi evinde sabaha kadar rahat bir uyku çekti. Sabah olunca da doğruca Topal Ramazan’ın Kahvesi’ne gitti. Kahvede içeri girince Osman ağabeyine bakındı. Molla Osman, cam kenarına yakın olan bir masada oturuyordu. Hasan’ı görünce…
“Gel yeğenim yanıma otur da sana bir çay söyleyeyim” dedi. Ona doğru giden Hasan…
“Merhaba Osman Ağabey…” dedikten sonra sırıtarak, Osman’ın yanma oturdu. Bunu fark eden Osman.
“Hayrola Hasan, sen de bir şeyler var, anlata hep birlikte gülelim” dedi. Bunun üzerine Hasan da: Arnavut Kadir Çavuş ve kardeşlerinin bu gece harmanlarına baskın verdiğini, onlar tarafından hakaret edilerek, tehdit edildiğini, ama o Molla Osman’ın yakın bir yerde pusuya yattığım, onların saldırmasını beklediğini; saldırdıkları takdirde onlara Dünya’nın kaç bucak olduğunu göstereceğini söylediğini, bunun üzerine Arnavutların, saldırmaktan vazgeçerek, harman yerinden uzaklaştıklarını anlattı. Bunun ardından, Molla Osman ve olayın kahramanı Kodak Hasan uzun süre kahkahalar atarak gülüştüler.
ORTAKÖYLÜ ARNAVUTLARIN PARA KARŞILIĞI TUTMUŞ OLDUĞU ARNAVUT TOPAL OSMAN’IN MOLLA OSMAN’I ÖLDÜRMEK İÇİN ORTAKÖY’E GELİŞİ
Arnavut Kadir Çavuş ve ağabeyi Sarı Hamdi, Osman’ı ortadan kaldırmaya güçlerinin yetmeyeceğini iyice anlamışlardı. Bu nedenle Osman’ı öldürmek için başka çareler aramaya başladılar. Birden İstanbul, Arnavut Köy’de oturan hemşerileri geldi akıllarına… Onlardan yardım isteyebilirlerdi, bu nedenle aralarında anlaşarak, Arnavut Köye gitmeye karar verdiler. Sarı Hamdi ve kardeşi Kadir Çavuş uygun bir günde Arnavut Köy’e giderek, Osman’ın öldürülmesi konusunda hemşerilerinden yardım istediler. Hemşerileri, onlara arkadaşları olan, İstanbul’un sayılı kabadayılarından, Arnavut Topal Osman’ı tavsiye ettiler. Molla Osman’ı ancak bu adam öldürebilirdi. Bunun üzerine hemşerileri onları doğruca Topal Osman’a götürdüler.
Sarı Hamdi, Osman’la ilgili sıkıntılarını Topal Osman’a anlattıktan sonra…
“Sen bu adamı öldür sana istediğin parayı vereceğiz.” Dedi. Arnavut Topal Osman’da, Molla Osman gibi eski Kuva-yı Milliyeci ve gözü kara bir çeteciydi. Topal Osman, Sarı Hamdi’ye bakarak,
“Bana bakın andığınız Osman, benim gibi çetecilik yapmış olan Tekirdağlı Osman olmasın? Sakın bana yanlış bir iş yaptırmayın dedi. Sarı Hamdi de Topal Osman’a…
“Yok Osman Ağabey o senin söylediğin nitelikle bir adam değil” diyerek, yanıt verdi. Bu arada Arnavutların Osman’ı öldürtme girişiminden haberi olan ve onu çok seven bir Arnavut arkadaşı Osman’a:
“San Hamdi ve kardeşleri, seni öldürtmek için adam tutmuşlar, haberin olsun” dedi. Osman da bu kişiye teşekkür ettikten sonra her zamankinden daha temkinli olmaya başladı.
Topal Osman, hemşerilerini kırmak istemediğinden bu işi kabul etti. Ama yine de içinde bir kuşku vardı. Gerekli hazırlığını yaptıktan sonra. Sarı Hamdi ve kardeşiyle birlikte Silivri, Ortaköy’e hareket ettiler. Akşama doğru da Sarı Hamdi’lerin evine ulaştılar. O gece Arnavutlar, Topal Osman’ı en iyi şekilde ağırladılar. Kuzular çevrildi, rakılar içildi, sonra da hep birlikte Molla Osman’ı ortadan kaldırma planları yapıldı.
Osman’ı öldürme kararının verilmiş olması; en çok da Osman’a, korkunç bir kin besleyen Sarı Hamdi’yi mutlu etmişti. Bir ara sağ elinin yumruğunu, sol elinin avuç içine birkaç kez vurduktan sonra…
“Ulan Osman, şimdi seni bitirdim işle, adam tehdit etmek ne imiş gör bakalım.” diyerek söylendi.
Sabah erkenden kalkan Topal Osman, Sarı Hamdi, Kadir Çavuş ve kardeşleri; kuvvetli bir sabah kahvaltısı yaptıktan sonra doğruca Topal Ramazan’ın Kahvesi’ne gittiler. Kahveden içeri girince de hep birlikte köşedeki masaya geçerek, oturdular. Planlarının anlaşılmaması için gayet doğal davranıyorlardı. Sarı Hamdi, kahvenin sokağa bakan penceresine yakın bir yere oturmuş, Molla Osman’ın kahveye gelişini görmek için sokağı gözetliyordu. Kısa bir süre sonra Hamdi, Osman’ın kahveye doğru geldiğini gördü. Hemen Topal Osman’ın yanına giderek, eğilip onun kulağına, yavaş bir sesle Molla Osman’ın kahveye doğru geldiğini söyledi. O da vuracağı adamı bir an önce görmek istiyordu. İkisi de pencerenin yanına geldiklerinde Hamdi, Topal Osman’a ağır adımlarla kahveye doğru gelen Molla Osman’ı gösterdikten sonra…
“Osman Ağabey öldüreceğin adam işte bu” dedi. Topal Osman’ın yüzü, birden bulutlandı, kaşları çatıldı. Çünkü bu gelen adamı çok iyi tanıyordu. Molla Osman onun en güvendiği ve takdir ettiği çeteci arkadaşıydı. Sinirli bir tavırla Arnavutlara baktıktan sonra…
“Ulan ben size bu adanı benim bildiğim Osman’sa beni bu işe bulaştırmayın demedim mi?” diyerek bağırmaya başladı.
“Bana bakın ben bu adamı iyi tanıyorum, bu adam öldürülür mü? Be, onu öldüreceğime ben sizi öldürürüm. O var ya sizi de, beni de öldürür, isterse şu köyü bile yerle bir eder. Aklınızı başınıza toplayın, bu adamla iyi geçinin”
“Defolun buradan pezevenkler” diye onları kahveden kovdu. Sarı Hamdi, Kadir Çavuş ve kardeşleri şaşkın, şaşkın birbirlerine bakışarak koşar adımlarla kahveyi terk ettiler. Zaten Osman da o sıra kahveden içeriye girmişti. İki çeteci arkadaş göz göze geldiler. Molla Osman, Topal Osman’ı hemen tanımıştı.
“Hayır ola Osman Kardeş sen buralarda ne arıyorsun?” diyerek, ona doğru yöneldi. Topal Osman da onu tebessüm ederek, karşıladı. İki arkadaş kahvenin ortasında sarmaş, dolaş oldular. Topal Osman…
“Yahu Osman, bizim kelekler, arkadaş olduğumuzu bilmediklerinden, beni, seni öldürmek için tuttular. Senin olduğunu bilseydim, peşlerine takılır mıydım hiç. Ben seni öldürür müyem be Osman? Ben onlara gerekeni söyledim, artık sana bulaşmazlar” dedi. Bu konuşmaların ardından hep birlikte kahveler içildi, sohbetler edildi. İki arkadaş çetecilik anılarını anlattılar.
Güney Bulgaristan’da, Yunanlılarla yapılan silahlı çatışmada Arnavut Topal Osman, topuğundan yaralandı. Topuğuna giren merminin çıkarılması ona büyük zararlar vereceğinden; doktorun kararı ile mermi çıkarılmadı. Bunun ardından Molla Osman’ın ebe eşi Şadiye Hanım, Topal Osman’ın ayağını bir süre pansuman ederek, tedavi etmişti. Ancak Osman topal kalmaktan kurtulamamıştı. Bu nedenle de bundan sonra Topal Osman namı ile anılır oldu.
Daha önce Molla Osman’a karşı tavır alan Arnavutlar, Sarışabanlılar, Gevgelliler bu olaydan sonra Osman’la başa çıkamayacaklarını anlamışlardı. 1930 yılı Ortaköy’de yapılan muhtarlık seçimini Molla Osman kazandı. Bu konum onu çekemeyenleri daha da tıınçlaştırdı. Ama ondan çekindiklerinden onunla dalaşmak istemiyorlardı. Onu seven çeteci arkadaşları: Hayati Bey ve Niyazi Beyler, Muhtarlığı döneminde de onu sık sık ziyaret ediyorlardı. Bir araya geldiklerinde… yiyip, içer, sohbetler ederek, çetecilik anılarını anlatırlardı. Hayati Bey’in Ankara’da, yüksek yerlerde sözü geçiyordu. Osman’ın, emekli olup, hayatını garantiye almasını düşündüğünden onu Beşiktaş ilçesi Kaymakam vekilliğine tayin ettirdi.
Bu olgudan sonra Osman için anık muhtarlık ve çiftçilik sona ermişti. Birkaç yıl Kaymakam Vekilliği yaptıktan sonra, İstanbul ili Tarım Müdürlüğü’ne tayini çıktı. Bu Kurumda da altı ay kadar görev yaptıktan sonra yine çeteci arkadaşı olan Niyazi Bey’in aracılığı ile Atatürk’le tanıştı. Bu olgudan sonra da Atatürk’ün talimatıyla, Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğü’ne atandı. Osman, bunun ardından eşi ve çocuklarıyla birlikte Ankara’ya taşınarak, çiftliğin lojmanına yerleşti.
Molla Osman 1941 yılı müdürlük yaptığı dönemde, kız kardeşi Fatma Hanım’ın Kayın Pederi, Ali Ağa’nın oğlu İstanbul, Firuz Köylü Mehmet’in, Ankara’daki Topçu Birliği’nde, ihtiyat askerliği yaptığını öğrendi. Osman Mehmet’i oğlu gibi severdi. Eşi Şadiye Hanım’da Mehmet’i çok iyi tanırdı. Bir gün Şadiye Hanım çiftliğin aracı ile Mehmet’in askerlik yaptığı birliğe geldi. Mehmet, Şadiye Yengesini görünce çok sevindi.
“Hoş geldin yenge” dedikten sonra onun elini öptü. Şadiye Hanım’da Mehmet’i yanaklarından öptü. Kısa bir görüşmenin ardından Şadiye Hanım, Mehmet’e Birlik Komutanından izin alarak, onu çiftliğe götürdü.
Çiftliğe geldiklerinde, Osman, Müdürlüğün önünde çiftlik görevlilerine talimat veriyordu. Mehmet’le, Şadiye Hanım’ın yanına geldiğini fark ettiğinde; Şadiye Hanım…
“Bak sana kimi getirdim” diyerek, Osman Efendi’ye seslendi. Osman, Mehmet’i görünce çok sevindi. Mehmet, Osman’ın elini öperken, O da Mehmet’e sarılarak, onu yanaklarından öptü.
Bir buçuk gün, tatil süresince Mehmet, Osman Efendi’lerde konuk oldu. Bu süre içinde Osman da, Mehmet’e çiftliği gezdirerek, onu çiftlik işleri hakkında bilgilendirdi. Mehmet, Osman’ın akrabası olduğundan, Osman ona yeğenim diye hitap ederdi. Ayrıca 1929 yılı yeni kurulmuş olan ve Mehmet’in ailesinin ikamet ettiği; İstanbul İli’ne bağlı olan Firuzköy’de, henüz ilkokul olmadığından, o yıllarda Mehmet, Silivri İlçesi’ne bağlı olan Sürgün (Ortaköy) Köy’ünde oturan; Osman’ın yanında kalarak, ilkokulu bu köyde bitirmişti. Tatil süresince Osman ve eşi Mehmet’le çok ilgilendiler. Mehmet de bu ilgilerinden dolayı çok memnun olmuştu.
Pazar günü akşam üstü Osman Efendi, Mehmet’i izin süresi dolmadan önce çiftlik aracıyla birliğine getirerek, teslim etti. Molla Osman yaklaşık 30 yıl kadar Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğü’nde çalıştıktan sonra; 1960’lı yıllarda kendi isteği ile emekli oldu. Emekli olunca da kızkardeşi, Fatma Hanım ve diğer akrabalarının yaşamış olduğu Firuzköy’dcn arsa alarak, iki katlı bir ev inşa ettirdikten sonra buraya yerleşti.
Bu olgudan sonra Molla Osman, aynı felsefeyi paylaştığı insanlarına daha yakın olacağından ve onların sorunlarıyla elinden geldiğince ilgilenebileceği, onlarla aynı havayı soluyacağı için ziyadesiyle mutlu idi.
Osman Efendi, tavır ve hareketlerine olduğu kadar, giyimine de özen gösterirdi. Her zaman ütülü olan takım elbisesinin altına giydiği yakası kolalı gömleğine kravat takmayı da ihmal etmezdi. Kendisine verilmiş olan İstiklal Madalyasını da büyük bir onurla göğsünde taşıyordu. Hemen hemen her gün yeğeni Yörük Veli’nin evi altındaki, Emin Balcı’ya ait kahveye giderek Balcıbük’lü arkadaşlarına çetecilik anılarını anlatıyordu. Bayram günleri bayramlaşmak için evine gelen yakınlarından ondan yaşça küçük olanların elini öpmeleri onu çok duygulandırıyordu. O da kendinden büyüklerin elini öperdi. Ayrıca Firuzköy de ve Silivri İlçesi’nin Sürgün Köyîi’ndc yapılan düğünlere davet edildiğinde genellikle eşiyle birlikte giderdi. Her iki köyün insanları onun değerini bildiğinden, Molla Osman ve eşine sevgi ve saygı gösteriyorlardı. Ama her şey gibi birkaç yıl yaşanmış olan bu mutluluğun da sonu geldi.
Osman’ın aşırı derecede sigara ve içkiye düşkün olması onun hastalanmasına neden oldu. Sonunda ölümcül olan hastalığından kurtulamayarak, 1.5.1965 günü 67 yaşında vefat etti. Aynı gün Firuzköy Camisi’nde kılınan öğle namazının ardından, cenaze namazı kılındıktan sonra naşı Askeri törenle Firuzköy Mezarlığı’na götürülerek, anne ve babasının mezarları yanında hazırlanmış olan gömüte defnedildi.
KAYNAKLAR
- Ayhan Tunca: Yöre Aylık Kültür Dergisi – Edirne (Sayı: 20 Kasım 2001)
- Batı Trakya Dergisi Yayın Serisi No: 1 Derleyen: Selahattin Yıldız
- Molla Osman’ın İstanbul ili, Avcılar İlçesi’nin Firuzköy’ünde oturan akrabaları: Kerime Köse, Erol Yörük, Mehmet Taşdelen
- Firıızköy bireylerinden: Ramazan Balkan, Alaaddin Balcı, Liitfii Aykıırt (Ortaköylii Kodak Hasan’m yeğeni)
- Silivri İlçesi’nin Ortaköy’ünde oturan Veli Caner (Molla Osman’ın akrabası)