Tarih: 16 Aralık 2018
Konu: Sofya’da Poetika
Yazan: Sevilcan YÜCE

Balkanların en büyük Kültür Evi (sarayı) olan Sofya NDK’sı Pazar gün (15 Aralık 2018) doldu taştı. Üç kat kitap fuarı vardı. Metre kare olarak İstanbul Beylik Düzü kitap etkinlikleri daha geniş bir alan kaplıyor desem yanlış olmaz ama burada her nokta güneş ve avizelerden aynı ışığı alıyordu. Beylik Düzü Kitap Fuarı aydınlığında bir alacalık dikkat çekiyor.

Dolaşırken poşet çuvalı taşıyıcıları dikkatimi çekti. Kitaplar bitmemiş, poşetler bitmişti. Bulgarlar neyi hissetmişti de harıl harıl kitap satın alıyordu. 2018 okuyucu patlaması mı yaşıyordu? Yoksa biz okumadıkça yazanlarda yazmıyor, onlar yazmaz biz okumazsak bu yol nereye? sorusu toplumda bilinç mi olmuştu?

Kahve aldım. Makine kahvesi. İki üç çeşit şeker seçebilirdim. Paketçiklerin üstüne kahverengi, beyaz ve sarımtırak yazacaklarına, paketleri 3 renk boyamışlar. Aslında boyamışlar dememem gerekir, çünkü şekerin rengini ve tadını belirleyen kaç sudan geçtiğidir.

Bizim köy çeşmesi kenarında büyük taşlar vardı. Çamaşır taşı. Burada çamaşırcı kadınlar birbirlerine “kaç su attın?” Sorusunu sorardı. Anlamı kaç defa duruladın. Anemin çamaşırları 5 sudan geçtiği için, beyazı parlaktı. Şekerde bu iş tam tersi, melas özü kaç suda yıkanırsa şeker o kadar tatsız oluyor. Su tadını alıyor. Marketlerde kilosu 1 levadan şeker var. Üzerinde tadı alınmış posu kalmış yazmıyor. Ne işe yaradığını anlatmak ve marka almak isteyenler için  “tatlandırıcı” demişler.

Biz şeker düşmanlığı çağında yaşıyoruz. Kitap düşmanlı yüzyılı henüz başlamadı. Şimdi verilen etnik dilleri yok etme kavgasıdır. Bulgaristan nüfusunun üçte ikisi kendi anadili olan etnik azınlık olsa da, ne Pomakça, ne Bulgaristan Türkleri yaratıcılığı dilinde bir eser var bu fuarda. “Trın” adlı kasabada yaşayanlar topu topu 200 söz kollanıyor. Konuşulanın Bulgarca mı olduğunu anlamak zor…  Makedonlar da Fuara gelmez olmuşlar. Makedonca eşittir Bulgarca formülü geliştirenlere sözüm var. İki artı iki her zaman dört değildir.  Fuarda, İspanyol, İngiliz, Fransız ve İtalyan dillerinde sergilenmiş orijinal eserlerle yan yana, lüks basım Türk eserleri de dikkat çekiyor. Bu dillerden Bulgar diline çeviri kitaplar da çok.

Dilin şekerin tadını belirleme reseptörü var ama belleğin içine akan bilgilerin hangi dilden olunca işe yarayıp yararlı olacak seçeneği yok. Bulgarca konuşup yazanlar şurada bir elin dört parmağı kadar insan. Avrupa Birliği diller listesine girmekle iş bitmiyor. AB içinde Bulgarlar da bir azınlık! Azınlık dillerinin hepsine mezar taşı dikilecekse… Yağmur Bulgarcanın boynunda bir iplik… Dil ölse bile poetika kalacak. Yol bitiğinde izlerin kaldığı gibi… Ne yazık ki, izler ayakkabı numarasıyla ölçülüyor…

Poetika tatlandırıcısı olur mu? Yanı şiirin biraz doyurucusu, daha biraz ve çok güzeli yani gönül doyurucusu olur mu!? Var tabii. Eski dünya şiirinin tadı hep kıvamda. İnsan gönlü Arap Çöllerindeki kumsal gibi değil mi! Ne kadar çok su dökersen o kadar daha fazlasını istiyor. Asla doymak bilmiyor. Poetikanın evi şiir kitapları mı? Yoksa bütün geçmiş ve gelecek ve tüm doğa mı? Fikrim sorulsa, insanlar “güzel” sözünü icat etmekle yanlış etmişler. Çünkü güzel olmayan hiçbir şey yok. Sorun bakış açısında, görebilmenin derinliğinde, kavramların içindeki özün tatlandırıcı mı yoksa gerçek öz mü oluşundadır.

İnsanın arıdan ne farkı var ki? Vaaaar, hem de çok büyük farkı var. Arı bal yapar, fakat balı izah edemez. Tadını derecelendiremez. Gömeçlerini kahverengi şekerle kirletmez. Bütün gece yağmur yemiş çiçeklerin suyu akmış polenine göz dikmez. Marka bozmaz. Yeni çiçekler açmasını, kokunun, vadi ve bahçe renklerinin değişmesini bekler.

Ben arıların çiçek adı bildiğine  inanmıyorum.  Bilmiş olsalardı, yüzde yüz karıştırırlardı. Bir çıkışta yalnız bir çeşit çiçeğe konuyorlar. Görevleri ayrım gayrım yapmadan hepsini tozlaştırmak ve gördükleri işin bedeli olarak da bacaklarına dolanan poleni gömeçlere taşımak ve insanlara bedava bal sunmak. Balın fiyatını belirleyen arılar değil, insanlardır. Fiyatın ibresi ihtiyaçtır… Fuarda ısmarlama yazılmış şiir kitabı yok.

Fazla bal yediğimizde, vücudumuzun iç doktoru “yeter artık, fazlası zarar” deyiveriyor. Poetika’da böyle bir şey yok. Şiir kitaplarının içi çöplük gibi… Aklına geleni şiirleştirenler aynı karmakarışıklığı bir de kitaplaştırdıklarında, üstüne sakalı son aylarda kesilmemiş birinin fotoğrafını da kapak yaptıklarında, git de çık işin içinden. Elimde olsa şiir kitaplarının ön ve arka kapağına ve içine insan resmi konmasına izin vermem. Şiirsel duyguyla, insanın ter kokan vücudu, gözlükleri, kravatı ve saç şekli arasında ne ilgisi olabilir? Şiir bir soyutlamadır.

İkinci katta Türkçe Kitap standına gidiyorum. Kaligrafi uzmanı İsmet Keten Bey boyalarını Ankara’dan getirmiş, ziyaretçilerin isminden sanat eseri yaratıp anmalık sunuyor. İnsanların ismini aynı biçim ve ebatta kâğıtlara sığdırmak ve bir kalemi andıran aynı araçla çizmek de ayrı bir iş.  İsimlerin kalıplaştırılması trajedisini 1984 ve 1989 arası yaşadığımızdan, kapısı kapalı, kalıplanmış şeyleri sevmem. Kalıplar güzelliği bozuyor. Örneğin Sofya Meclis Başkanı Bayan Tsveta Karayançeva daha önce matris (kalıp) fabrikasında çalışmış ve basma kalıp düşünceli, bir türlü özgür düşünceyle tozlaşamıyor. Kalıplaşmak içeriksiz şekil yaratmak gibi bir şey! Şiirde bir hastalık!  Çiçeklerin ayrı adı, rengi ve kokusu var. Ne ki eşitliğin anlamı hiç de bu değil. Yeni zamanlarda kalıplaşma, tektür olma salgını aldı yürüdü… Şu “cender” tip insanlar var ya! Onlarla dünyaya taşınan bir  özellik var. Daha önceki kuşağın kimliklerimizden ve pasaportlarımızdan milli kimliğimizi, dini kimliğimizi, kimlik dilimizi  söküp attığı gibi, yeni kimlik ve pasaportlarda artık erkek – kadın hanesi olmayacakmış. Terzi ve modacıların işi kolaylaşacak. Herkes aynı tip, tek kalıp giyinecek. Eski Çin’deki gibi… Hatta Çin’den daha kötü!. Erkek ile kadını birbirinden ayırt etmek zorlaşacak. Bu iş hamam ve tuvaletlerde nasıl olacak?  Yoksa insanlar, sofraların da hamamlara taşındığı kadınlı erkekli, yeni zamanların “cenderli” Roma çağına mi dönüyor?  Bu durumda “kadın doktoru mesleği” ölecek mi?

İsmet bey,  gelenlere “Hoş geldiniz”in ardından “Buyurun!” diyor ve eliyle  “Falım” şekerlerine işaret ediyor. Benimkinin içinden çıkan şu öğüt:

Aşk gelmez sipariş

Değildir alışveriş

Geldiğinde çevirme geri

Sensindir seçilmiş

Bizden öncekiler böyle yazmışsa, bizim yeni bir şey eklememize gerek var mı? Bu soru haklı olabilir. Dünya “o” (sıfıra) dönüyor diyenler de haklı. Sıfırlı dünyada şiir olacak mı o da yeni büyük  soru!

Stant başında Şair Adnan Özer. Seçme şiirlerini bekliyor. Ziyaretçi okumadığı kitap veya şiirle ilgili soru soramaz ki! Kitabın kapağında İstanbul Gazi Osman Paşa dere yamaçlarının birine yapıştırılmış tek katlı ve çatısındaki kiremitlerin ağırlığını taşımaktan yorulmuş sokak plakası olmayan evlerin birisinin önünde yürüyen şairin kendisi.

Bu nasıl bir mantık diye düşündürdü beni bu kapak resmi? Yoksa şair, “Yoksullar mahallesinden gelmem hiç önemli değil mi demek istiyor!” Bir bakıma haklı, en büyük ve en öldürücü kokan bataklıktan buharlaşan da bulutlara çıkarken kokusunu çekisini, rengini ve pisliğini atmıyor mu?  Bulutlar dünyasına beş sudan geçmiş temizlikle katılmıyor mu? Sen hiç yağmur suyunun havalanma pistinin hangi bataklık, dere, ırmak,  çöplük ve deniz olduğunu sordun veya düşündün mü? Düşündün mü? Hiç gök yüzü yolculuğunun aslında bir çevreci fabrika olduğu üzerinde durdun mu? Kafa  yordun mu?! Şu dünya baştan sona sihirli! İşimizi yapsak ve sırlarını çözebilsek, herşey birden bire çok kolaylaşacak.

Şair Özer bir yere kadar çözebilmiş bu yumağı.

Şöyle diyor:

“Kafileler kafileler

Barbar Atilla’nın taylarıyla çekilen

Şehirler kuruldukça

Uğraklar yitiren kafileler”

Ne derin bir düşünce değil mi? Başa dönüş! Poetika! Sanki her şeyin başı Aristo! Nasıl olur da yaratan Aristo’ya her nimeti birden verir? Ardından gelenlere ise, hadi onun kafasını okuyun da işlerinizi yoluna koyun, der.

Sofya kültür evi çok büyük bir yapı… Tezgâh ve raflardaki kitaplarsa ince ve kalın! Tohumlar gibi… İrili ufaklı. Büyüklerine saldıran yok. İnsanlar güneşin bir damla suda yansıdığını biliyor. Kalın kitap buğday harmanında savrulmamış saman gibi. Taneleri ayıklamak ve ekerek dünyayı yenilemek, usta işi…

Ben ancak bakındım.

Bakınmak da güzel!

Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Reklamlar