Filiz SOYTÜRK
Konu: Hangi Tohumu Ekelim?
Kış derindi, kar kalındı, bu defa iyice buzlandık, derken, güneşin gülmesiyle dünyamız değişti. Bir şey var ki, bir türlü akıl erdiremiyorum. Kış hangi kapıdan girip hangi kapıdan çıktı? Kış kapısından girip bahar kapısından çıktı. Ne var burada bilinmeyen? Orası öyle de, bu durumda kışın girdiği cümle kapısı da, baharınki arka kapı mı?
Girip çıkılması iyi de, kalan ne!
Düne kadar 2 metre basıp “bu dünya benim” diyen kışın fışıltısı kulağımda.
Bir de, biraz donmuş ve biraz da korkmuş olacağım ki, Korkut Dede’nin âdemoğluna insanlara ait (beşeri) hayat tarifinden bazı dizeler canlanıyor belleğimde:
Hani dediğin bey erenler, (Tanrıya yaklaşmış olanlar)
Dünya benim diyenler,
Ecel aldı, yer gizledi,
Fani dünya kime kaldı?
Gelimli, gidimli dünya,
Son ucu ölümlü dünya…
Bir de bu yolda sıra, kuyruk, öncelik, özel koltuk numarası yok.
Girip çıkan, gelip geçen çok, arda kalan iz yok.
Avludaki kiraz ağacı kadar olamıyoruz!
Haziranda kiraz dalı
Çocuklar uzansın diye
Yere doğru
Eğilir.
Biz hep kimdik
Ve belki de biraz büzülmüş içimizde
Öyle bir kokuyoruz ki
Yapraklarımız düşer dibimize diye
Uçmak istiyoruz yapraklarla
Ama nerelere?…
İşte hemşerim Lütfü Mestan 18 yıl meclisin ön koltuklarında oturdu.
Yüksek bir dalda erişilmez bir yapraktı
Yağmur taşımayan buluttu
Gürleri parladı, kimseye faydası dokunmadı
Artık son sıranın en ucunda, kamera açısının dışında,
Arda kapı açılsa dışarıyı boylayacakların
İlk başında.
Arkasında tohum mu bıraktı?
Şu kış günleri uzanan çıplak dalın
Yaprakları ne oldu?
18 yıl önce girerken cümle kapısından meclise,
Hamam böcekleri kaçıştı.
Şimdi gagaları, kanatları açılmış
Koşuşuyorlar karanlıkta
Parlıyor gözleri
Son sırada da iz, iz kırıntı, koku kalmasın diye kocuşturuyorlar.
Lütfü’den kalan son kırıntıları bir anda bitirecekler
Nisanda çocuklara eğilecek
Bir dalcık bile
Yok,
Bu ağaçta…
Cümle kapısından girip arka kapıdan çıkmak hiçleşmeyse,
Arkada kalan bir hiç ise,
Üzülmenin hiçbir anlamı yoksa
Elde ekilecek tohum da yoksa
Bahar gelmiş neyime?
Memleketimizin aydınlık geleceğine tuhum, ışık, çıra gerek.
Tohum ekmeden hiç bir şey bekleyemezsin!
Aydınlığın tohumu karanlıktır deyenlere selam olsun!.
Bizimde zifiri karanlık kısır!
Aydınlığın tohumu ancak ve yalnız aydınlıktır.
Toprağın ve toplumun kendiliğinden tohum üretme kabiliyeti yok.
Biz insanlar tohumları üreten ve mevsimden mevsime, yıldan yıla, kuşaktan kuşağa taşıyanız.
Aydınlık olmadan çocuk ufkunu geliştiremeyiz.
Anadili gelişmeyen çocuk hayatı doğru algılayamaz.
Anadilimizi öğretmeden, harfleri sökmelerini sağlayıp gönüllerine kitap aşkı aşılamadan yeni ufka uzanamayız.
Şaşıyorum. Bulgaristan’da pedagoji okuduklar. Öğretmendiler. Hapse girdiler. “Belene”de izlediler Tuna dalgalarını. Devlet maaş vermeyince bildiklerini gizlediler yani içlerine büzüldüler. Fırsat bulup Türkiye’ye kaçtılar. Yine öğretmen olup maaş aldılar. Ardından emekli oldular. Kahvehanelere büzüldüler. Bilgilerini gizlediler, sanki vakti saati geldiğinde onları çok bilgili salkıyacağız toprağın altına…
Bir de yaptıkları işin bilincinde olmayan politikacılar var. Her şeye aklı erenler ama yapacakları işi bilmeyenler. Hep birisinin bir şey demesini bekleyenler ve çıkış kapısından uzak kalmaya gayret edenler.
“Hadi emekli öğretmen amcam benim kış geçti bahar geliyor, tohum saçma vaktidir. Köylü köyüne!” deyebilen yürekli yok. Herkes kalabalığa hayran! İstanbul 15,6 milyon olmuş, insan başına 0,00001 ağacın kurumuş dallarından birinin kabı düşüyor. Köyünde onu 10 bin ağaç birden bekliyor. 9.999’nun Nisanda dalları bükülü çocuk eli bekliyor. Bu bekleyiş ne kadar sürecek? Bey olmadığı yerde arı kovanı olmaz. Köylerimizin beyi öğretmenlerimizdir, aydınlık çıralarımızdır. Biz onları memleket toprağımıza ışık ve aydınlık versin diye yetiştirdik.
Aydınlarımızın kaçıp gitmiş olması Bulgar’a uygundur. “Ağacın dışında olan kurttan zarar gelmez” Ağaç Bulgar devletidir. Kurtlarsa Türkçe öğretmenlerimizdir. Bu mantık hakımdir. Türkiye’de yaşayan bir Bulgaristanlı Türk öğretmenden Bulgar devletine zarar gelmez. Aydınlık çırası memleket dışında kaldıkça yerli Türklerde aydınlanamaz, çağdaş medeniyet pistinde yer alamaz, söner ve yok olur.
Böğürtlenler 26 yıldır toplanmıyor. Karamuklar çotukluk olmuş. Çiğdemler ile menekşeler bu yıl en iyi kokan çiçek yaşışında sümbülü yenmek istiyor. Geçen yıl T.C.’ne 200 ton ıhlamur sattık. 2 bin ton da dalında kaldı. Sanki maaşını karta bağladım, orada alırsın, avanta yok, orada soluyacaksın, orada osuracaksın, diyebilecek bir yürekli yok koca anavatanda. Çok kıskanç bir milletiz. Gelsin de bizim olsun mantığı dünyamızı esir etmiş. Sanki “yolcu yoluna desek!” kaybımız olacak. Cesaret fitilimiz sönmüş, bunu söyleyebilecek kadar ateş yok kalmamış yüreklerde, devlette, toplumda, cemaatte, vicdanda ve bilmem daha nerede, nerede. Bugün birisi gelse ve bana bu dünyada gelmiş geçmiş en akılı insan kimdir, sorusu sorulsa, “İnsan haklarını icat eden!” derdim. Bir insana doğup büyüdüğü yerde tanınmayan hakları haktan sayılmaz, dememişler. Akıllarınca dünyayı kazıklamışlar. Ama onlar kendilerine göre tamamen haklı. Neden mi? Çünkü Bulgaristan’dan 10 bin öğretmen T.C.’ye göç etti, emekli oldu, sobaları ısıtıyor, ruhları sakin, BAHAR KOKUYOR DÜNYA ama onların burnu artık koku almak istemiyor. Yok, kardeşim bu BÖYLE BİR DÜNYA OLMAMALI! Nasıl olur da Türklük tohumuyla mayalanmış gönüller Türkiye’de rahatlaşınca bir daha uyanmaz, uyanmak istemez. Akıl erdirmek zor. Aşılamayan bir korku söz konusu olabilir. Siz de düşünün lütfen.
Okunan her kitap yanan bir ışık, yarınlarımız için bir umut.
Baharda ekeceğimiz tohumları geçmişimizden almalıyız. Bu tohumlar ancak bizim içimizdedir. Yabancı tohumlar bizim bahçelerde bitmez. Bitse de meyveleri bize ekşidir.
Kendi tarihimiz, edebiyatımız, kültürümüzdür bizim geleceğimiz. Başkalarının bu erdemleri hepimiz için yabancı yorganı gibidir, bizi ısıtmaz.
Artık zaman tohum üretme, tohum saklama, tohum atma ve tohumluk biçme zamanıdır.
Aradığımız tohumlarsa bizim kendimizde, içimizde, aramızda, ortak çabalarımızda bulabiliriz.
Şöyle anlatmaya çalışsam anlaşılır mı acaba:
Eski Türk hamamlarımızın hepsi onarılsa, her birinin kurnalarından yalaklarına ve havuzlara şırıl, şırıl sıcak soğuk bol sular aksa, sabunlar köpürmeyi beklese, hamama giden yoksa, faydası ne, herkes kir pas içinde, ruhlar karanlık içinde dolaşmaya devam!
Bir de şu var. Bizim sular berrakların en berrağı olsa, sabunlarımız da en iyi yıkayan en bol köpüren, nefis kokulularının en nefisi olsa, su ile sabun birleşmediği için biz hep kirli kaldık. Bunu ruhsal karanlığımız için de söyleyebiliriz. Kuran kursları açıyoruz, bu kurslar din bilgisi getirirken hayatımız kendiliğinden aydınlanmıyor, çünkü en basit kumaş, en ilkel kimlik dahi yalnız çözgüyle dokunmuyor, bir de atkı gerek. Bizim gönlümüzdeki, ahlak ve kültürümüzdeki atkı-çözgü birleşik etkileşimi anadilimizdedir. Dinsel eğitim hayatın atkısı olsa, bu öğretim aynı mekânda, yerde, ders odalarında, cami odalarında eğitmen, öğretmen ve hocalar karşısında hayat dokumuzun ancak yarısıdır. Bütün olabilmesi için çözgüyle yani Türkçemizle birleşmeli, çözülmemek üzere düğümlenmeli, kaynak yapılmalıdır. Gerekli olan, zorunlu olan, kaçınılmaz olan işte budur.
“Ağabeycim, Türkün din kültürü, Türkçemiz olmayınca ruha sarılamıyor, kimlikle kaynaşmıyor, yabancılaşma doğuruyor” gibi deney paylaşan genç sosyoloji ve psikoloji ruhlu hocalarla görüştüm. Onlar T.C.de yetişmiş ve bizim özgün koşullarımıza tohum ekmeye gelmişler.
“Birçok olgular, birleşmeden bütün oluşmaz” diyorum. Ve sırık fasulyesi örneğini anlatıyorum. Din eğitimine fasulye tohumları desek, onları gençlikte yani zamanında eksek bahar güneşiyle çıkar ve sarılacak bir erek, sırık, kuru bir kazık, uzattıkları kolcağızlarıyla tutunacak bir yerceğiz ararlar. En kötüsü bir kuru kazık olan bu aranan bizim dilimizdir. Topraklarımıza 100 nameyle gelen ve 300 ritimle serpilip açan İslam ve din müziğimiz, bugün neredeyse “çalga” müziğindeki bazı ritimlerde yaşıyor. Oysa etrafını yem yeşil yapraklarla, renk, renk açmış çiçeklerle ve sarıp sallanan uzun kozalarla donatmak istiyor. En olumsuz bir kıyaslamayla kuru kazık dediğimiz anadilimiz olmadan, güneşin çağrılarına uyarak hayat hakkı için o kadar çırpınan fasulyeler yerde, yağmurda çamurda… İşte o zaman yeni tohum alınacak koza da bulunamıyor ve bittiğimiz söndüğümüz gibi solarak yok oluyoruz.
Varsın dinimizle dilimizi kaynaştıran düğüm domuz düşümü olsun, zarar yok. Ne kadar sağlamsa o kadar daha zor çözülür. Bu iş, kav ile çakmak, kibrit ile kutusu gibidir. Kıvılcım çakarken, sürtüşürken çıkar, alev olur, ocak tutuşup yanar. Denmek oluyor ki, yalnız kuran kursuyla, yalnız Hazreti Muhammet’in hayat öyküsünü, sünnet ve hadislerini, kelamı öğrenip bilmekle Türk kimliği yaratabilmek olanaksızdır. İşbu özün bir yarısı anadilimizdir. Türkçemizdir. Türklük geleneklerimiz ve yaşam biçimimizidir. “Türklükte İslam dışı bir şey yoktur!” iddiasıyla alım olanlar, yanılıyor. Bizim gönlümüzde Türkçesiz açan İslam çiçeği Türk kokmaz, Müslümanlık açsa bile renkleri tutmaz.
Bahar geliyor. Herkes tek tohum atarken biz 2 tohum birden atmak zorundayız. Gerekirse 3 tohum, gerekirse 4 tohum ve daha fazla, ama içinde mutlaka Türkçemiz, ana dilimiz olmalı.
Hazır paket halinde Türkçe tohumu satan enstitüler var. “Yonus Emre Vakfı” çok başarılı. Makedonyalı, Kosovalı, Bosnalı Türk çocukları İstanbullu kardeşleri gibi şarkı, şiir söylüyor, gönül döküyor. Ama bu tohumu bizim tarlaya ektirmiyorlar. Bu defa da kendi yağımızla kavrulmamız gerekecek, öz birikimimizden maya alıp yeni hamur karmak zorundayız. Biz son yarım asırda özümüzden birçok şeyler yitirdiğimizden dolayı, etnik olarak bütünmüşüz gibi görünsek de, parçalanmış olduğumuzdan dolayı, ruhen istediğimiz ayarda birleşemediğimiz için, iyi niyetimiz hep kötüye kullanıldı: Hele şu “Bulgar Etnik Modeli” uydurması, bizim bütün hayallerimizi suya düşürdü.
Bahar geliyor. Türklük tohumlarını hazır edelim.
Ne yazık ki, biz hep bizden alınanı, çalınanı, söküleni yerli yerine koymaya, yaşatmaya çalıştık. Bu kuşak olarak özelliklerimizdendir. Bunu düşünürken, görmek istediğimizi görmekte zorlandık. Ana dilimiz ve özgün kültürümüz açısından etrafımız çöl bozkırına çevrildi. Bütün Avrupa’da Türkçe konuşuyor diye cezalandırılan millet biziz. Gazete’de okudum, Avrupa Birliği resmi dillerine Türk Dili de dahil edilecekmiş. Bakalım o zaman ne yapacaklar? “İçimizde olmayan kurttan, bize zarar gelmez” atasözü geldi aklıma. Bulgar’ ın düşüncesine göre, cümle kapısından girip arka kapıdan çıkanlar Bulgar devlet ağıcının dışında kaldıkça, ağıcın üzerinde hiçbir iz bırakmadıkça, onlardan iyi yoktur. İşte bu mantıkla yaratılan ve Bulgar Türk-Müslüman etnik azınlığını “Bulgar Etnik Modeline” kapsüle edenler, bugün de halkların beraberliğinden, kardeşlerinden, özgün kültür ve dillerin, sanatın ve medeniyetlerin oluşturacağı uygarlık demetinden korkuyorlar. Şimdi bu korkudan olacak, AV içinde “kapsüle edilmiş devletler” kavramını uydurdular. Böylece etnik azınlıkların özgürlük hayali milli devletlerin zehirli havasında boğulmaya devam edecektir. Bu da, bu açıdan bakıldığında, bu bahar da etnik tohumlarımızı ekme fırsatını u kez de bulamayacağız anlamına gelir ki anlamı kışın devam ettiğine işarettir.
Durumumuzu Tuğrul Tanyol’un olup şu an aklımdan geçen “Irmağın Adı” şiirine benzettim:
I r m a ğ ı n A d ı
Gençliğimde dolaştığım
Yerleri dolaştım gene
Adımlarım aldırmıyor geçmişine
Gitmek istiyor kendi bildiği gibi
Hatırlıyor aklın hatırlamadığı yerleri
Şurada durmuştum
Yağmurlu bir günde elimden tutmuştun
Beni çıkarıp kendi içinden
Gözlerindeki nehre atmıştın.
Ben akıp gittim boşa yıllarca
Kaynağını arayan bir su gibi
Kendi Türk çığlığının peşinden
Nehrin sorup durduğu ismi
Kimse duymak istemiyor neden.
Hangi tohumu ekelim?
Devam edecektir.