Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği- Aydın ve İşadamları Gecesinden
Rafet ULUTÜRK’ün konuşma metni Tarih:23.05.2015
Sayın T.C.Başbakan YRD: Ekrem ERDEM, Sn. Kaymakamım, Sayın Belediye Başkanlarım, Sayın Bulgaristan Türkleri İş Adamlarımız ve Halkımıza Uyanış Işığı Taşıyan Değerli Aydınlarımız,
Çok değerli BULTÜRK üyeleri ve kıymetli misafirler.
***
Bugün burada bir araya gelmemizin nedeni içten bir temenni, güzel bir vesiledir. Bu formatta üçüncü kez bir aradayız.
HOŞ GELDİNİZ! Sefalar Getirdiniz.
Beraberliğimiz ortak kaderimiz, o kadar uzun bir yol ki, ancak birlikte yürüyerek bu yolu aşabiliriz. Bulgaristan’dan Kovulunca Türkiye’ye beraberce geldik, birbirimizden ayrı düşmemeye çalıştık, komşuluk bağlarımızı koparmadan aynı semtlere, şehirlere yerleşmeye gayret ettik. Babalarımız, dedelerimiz ve onların babaları da öyle yapmışlar. Görüldüğü üzere çoğunluğumuzun Trakya, Marmara ve Ege kıyılarına yerleştik, çünkü birbirimizin sıcaklığına ihtiyacımız var ve olacak.
***
Plevne bozgunundan sonra “bu topraklar bize vatan değilmiş” deyip, dönüp arkalarına bakmadan, devlet ve anavatan arama yoluna düşenler, 136 yıl boyunca kapanmayan göç kapısını açtı. Bu açık kapı, devlet ve egemen unsur olmayı yitirenlerin kapısı oldu.
1990’a kadar gelmek var, geri dönmek yoktu. Bizim nesil, yani BÜYÜK GÖÇLE gelenler, sözün tam manasıyla sınır kapısını kırdı geçti. “İster giderim ister gelirim, sana ne, bu memleket ne kadar seninse o kadar da benim, ”dedi! O an, niteliksel bir değişim oldu, bilinç patlaması yaşandı. Bizim lehçemizle söylendiğinde “akan sular durdu!”
136 yıl devletsiz var olmamızdan, korku içinde, haksız ve hukuksuz yaşamamızdan doğan, tamamen lehimizde olan, nitelik olarak yepyeni bir düzenleme getiren, son durum işte budur. İlk kez olmak üzere, Bulgaristan vatandaşlığımızı tamamen koruduk ve ardından Avrupa Birliği vatandaşı da olabildik. Böylece yasal durum tamamen lehimize döndü. Çifte vatandaşlığımızla Bulgarları bile kıskandırdık.
***
İstanbul’da oturup, Rodoplar’da, Deliorman’da, Dobruca’da yalnız dede mirası değil, iş yeri, fabrika sahibi olma, zaten kendimizin olan ve bizi bekleyen toprağımızı istediğimiz gibi işleyip kullanma, tüzel kişi olup örgütlenme olanakları hukuk bazında bizim oldu artık.
Bu büyük edinim gökten düşmedi.
100 yıllık ağır birikim, çetin mücadelemiz ve 1989 Mayıs isyanının meyvesidir. Totaliter devleti devirenler biziz. Ayaklanma bir topluluğun bilinç düzeyinde en yüksek doruktur. 1989 Mayısında biz yediden yetmişe bu bayrağı dalgalandırdık. Bulgar bize politik parti kurma hakkı tanımazdı. Bulgarların şerefini koruyan da bizler olduk. Bulgar aydınları bunun bilincindedir.
Bulgar halkının şerefini koruma onuru Türk kimliğimizi yüceltti.
Bir ağacın kendini yıkamadığı gibi, Bulgar halkı da totalitarizme karşı uyanamamıştı. Demokratikleşme ateşini bizden aldı.
Bu sert mücadelede Türkiye devleti arkamızdaydı, çetin mücadele yıllarında ardı arkası kesilmeyen dayanışmamız Türk kimliğini koruma ve yaşatma davamızı doğru örgütleyip yönetmemizde meşale oldu. Bu davada aydınlarımızın, öğretmenlerimizin payı çok büyük oldu. Önemle belirtmek istediğim bir husus da, kadınlarımızın da büyük davamıza canla başla katılmasıdır. Kendilerini tekrar kutluyorum!
Değerli dava arkadaşlarım bu gün burada bulunmanız öz davamıza devam azminizin asla sönmediğinin parlayan bir kanıtıdır. Buraya gelen bize değer veren hepinizi kutluyorum.
***
Bilirsiniz, Yahudiler, Yahudilik anlayışında hayatta yükselmek ve kazanmak isteyene 3 defa yardım eder. Biz her Cumada sadaka, bayramdan bayrama zekât ve fitre vermeyi borç biliriz. Helalimiz yeşermek isteyene değil, mağdur ve muhtaç olanadır. Yahudiler iş tutup kazanmak isteyene el uzatırken, biz ise yaşam davasına yenik düşenlere, yani imkânsızlara el uzatıyoruz. Aramızdaki köklü fark budur. Yanlış anlaşılmasın, yaşam kriterlerimizi veya hayat anlayışımızı değiştirelim demiyorum, ikisini de uygulama yolu bulalım, demek istiyorum.
Zamanlar değiştikçe, hayat bize de, bir ağacın orman olmadığını, öğretti.
Bulgaristan’da kalan topraklarımız, mülklerimiz bizi burada zengin etmiyor. Sofya’dan gelen 26.000emekçi maaşı için de aynı şeyi söyleyebilirim. Biz, iki komşu ülkede tamamen lehimize değişen durumu, iki devlette hısım-akrabalığı, mal-mülklü olma durumundan faydalanıp, bunu bir zengin kaynak haline getirme yolunu henüz bulamadık. AB üyeliği ile gelen haklarımızı da ancak turistik amaçla kullanıyoruz. İş imkânlarımızı, bu arada hak ve özgürlüklerimizi geliştirmek için yepyeni olanaklar kapımızdadır.
Zaman uyanıp dirilme, yeni fırsatları değerlendirme zamanıdır.
Aydınlarımız, mühendis ve tasarımcılarımız fikir üretmeli; iş adamlarımız amaca uygun projelere yatırım yapmalı ve bizim gibi sivil toplum örgütçüleri, dernekçiler vs. kitleleri bilgilendirip harekete geçirmelidir. Ufuktaki geleceğimiz meşakkatli, uzun ve zorludur. Zorludur ama bu refahın yoludur. Büyüyen Türkiye ile birlikte artık Balkanlara taşma yoludur. Bu yolda öncü olma şerefi de sizlerindir. Ortak yolumuz açık olsun!
***
1878’lerde, 1900’larda, hatta 1953, 1968-78’lerde ve son göç – 1989’da biz hep sırt yüküyle, bir bavulla, öküz arabasıyla, en iyilerimiz bir “Jiguli” ile geldik. Arkamızda hep eğirilmiş mezar taşları, sürülmüş kabirler, tapusuz tarlalar, çatısı tamamlanmamış evlerimizi geride bıraktık. Bize “gitmeyin!” dercesine kurnası kırılmış çeşmeler, camiler, isimsiz şehitlerimiz arkamızdan sanki ağılıyordu. O barajları, o fabrikaları, o yolları, demiryolu ve limanları, o şehirleri biz kurmuş olsak da, hiçbir şeyin üzerinde hukuksal hakkımız yoktu. Kısacası 600 yıl boyunca döktüğümüz alın terimizin hiçbir değeri yoktu.
Yargı değerleri değişmeli dediğimiz budur. Haklar ve edinimler ebedi olmalıdır.
***
1878’den 1912’ye kadar bizler çalıştık, Bulgar ise silahlandı- Edirne’ye saldırdı. 1908’den 1944’e kadar çalıştık, Bulgar Çarı Ferdinand ve oğlu Boris Makedonya ve Yunanistan’ı istila ve talan etti. 1976’ya kadar kuzu ve koyunlarımızla, dana ve ineklerimizle, peynir ve kaşkavalımızla Bulgar zulmüne tazminat ödedik.
Demek istediğim çalışmasına hep çalıştık da, kara saban, dere değirmeni, tabakhane, yün tarağı, çıkrık ve boyacı kazanı sahibi olmaktan ileri gidemedik. Olması gereken olmadı – sermaye birikimini gerçekleştiremedik.
1944’ten sonra zaten 10 tavuk, 5 koyun ve bir inekten fazlası elimizden alındı. Ve 1992’de geri verilirken elimize onlar da geçmedi. Ekonomik olarak çok çalkantılı, bizi sürekli silkeleyen, dalsız budaksız bırakan bir asır yaşadık. Faşist Çarlık eziyetinden kurtulduk derken, totaliter komünist prangalarına yakalandık, halen bir “geçiş dönemidir “ sürüp gidiyor. Demek istediğim, toplumsal düzenler sözde isim değiştiriyor, ama Türklerin yüzü gülmüyor. Ezilen azınlık durumundan kurtulamıyoruz.
***
1878’de savaş ateşinden, 1936’da din hışmından, 1953’te kooperatifçilik zulmünden, 1989’da da ırkçı terörden kaçtık, ama hep arkamızda büyük bir şey kaldığına inandık. Özümüz, atalarımız, vatan kokusu, dede mezarlarımız ve hayallerimiz oralarda kaldı. Geçmişimizle birlikte geleceğimiz de sanki orada kaldı. Hafızamızda kalan bize yeter umuduyla kendimizi avuttuk. Yani yol ararken, bomboştuk.
Köksüz değildik, ama boy atıp serpilip açamadık, çileli yıllar, göç yolları, yeni mekânlara yerleşme ıstırabı hep bizi ezerken, başkaldırıp önümüze bakamadık.
Bizi bugün burada birlikte olma fırsatı yaratan, Büyük Türkiye Devleti’nin fedakârca sunduğu yeni imkânlardır. Bunları doğru değerlendirmekse ortak vazifemizdir. Türkiye Balkanlara taştı, Makedonya, Arnavutluk, Bosna Hersek tarih, din ve diliyle kavuştu. Sıra Birinci Rumeli Beylerbeyliğindedir.
Yani Vatanımız Bulgaristan’dadır.
***
Türkiye’de göçmen olup da iplik, çikolata, ayakkabı fabrikası sahibi olanlarımız da var. Onlar, istese de istemese de biraz göz boyadı. Türkiye’de para mantar gibi bitiyor, hayali yarattı. Oysa onların zengin olmasının ardında, dedelerinin Osmanlı tahsildarlığı ve hazineye teslim edilmemiş paralar vardı.
Ve görüyorsunuz, o çok zengin olanlar bugün aramızda yoklar. Halk davamızdan tamamen koptular. Bir defacık olsun geri bakıp orada kalan 2 milyon kardeşimize bir okul, bir kültür yurdu, bir spor tesisi, bir kütüphane, bir hastane, bir cami vs. kuracak kadar şerefli olamadılar.
Onlar için göç ellerindeki nimeti kurtarma ve geri dönüşü olmayan bir serüven oldu. Onlar Türklük ve Müslümanlık davamıza bir enser dahi çakmadı.
Hiçbir dava dilenci değildir. Haram parayla değişim ve devrim yapılmaz. Komünizmi çökerten 1989 Mayıs Ayaklanmasında silahımız çapa ve tırpan, ellerimiz katranlıydı.
***
Bizi buraya toplayan vesilede “Her taş yerinde ağırdır!” gerçeği vardır. Osmanlıdan koptuğumuz ve devletsiz kalmayı kabul etmeyip Türk bayrağı altına toplandığımız şu son 136 yıl bize, ırmakları ters yönde akıtma zamanı geldiğini öğretti.
Biz Bulgaristanlı Türkler, etnik köklerimizden güç alarak yeşeren kimliğimizle geçen yüzyıl milli bilinçle uyandık, hakkımızı ve hürriyetlerimizi ararken, köle durumunda ezildiğimizi gördük, zulme karşı ve insan haklarımız için mücadele ettik. Bu dirilişin belkemiğinde öğretmen ve aydınlarımız vardı. Süleyman Hilmi TUNAHAN, Osman Kılıç ve Ahmet Davutoğlu’nu herkes bilir. Hemşerilerimizden Avni Velileri, Mustafa Ömerleri, Ormancıları, İskenderleri tanırsınız. “Belene” ölüm kampı “Bulgaristan Türklüğünü uyandırabilecek aydınlarımız için açılmıştı; sürgünler Türlüğümüzü ve Müslümanlığımızı köreltmek için örgütlendi; sorgu odaları, ceza evleri, milis mahzenleri, hapishaneler hep bir tek amaçla, Türk ve Müslüman olarak dirilmemizi engellemek, budamak, baltalamak için vardı. Türklüğü öldürmek için bizi eşlerimizden ayırdılar. Türklüğümüzü öldürmek için anadilimizi okutmadılar, Müslümanlığımızı öldürmek için camilerimizi kapattılar, Türk olduğumuzu unutturmak için 50 yıl Türkçe kitap bastırmadılar, gazetelerimiz yasaklandı, Türküm diyene, Türkçe konuşana ceza kesildi ve herkesin arkasına bir muhbir taktılar ve sonunda elimize zorla pasaport verildi.
***
Eminim ki, bizler Bulgaristan’da büyük ölçekli işletme sahibi olabilseydik, bir Türk pedagoji okulumuz, Üniversitemiz, hastanelerimiz olsaydı, birkaç Türkçe gazetemiz, radyomuz, TV-programlarımız olsaydı, halkımızla devamlı canlı irtibatımız olurdu; öğretmen ordumuz iyi örgütlenirdi, halka inip alabildiğine kaynaşırdık, belki de yaşananların hiç biri bu kadar feci olmazdı. Bu gün TRT Avaz bu davayı yürütmektedir.
***
Bilirsiniz – pazarda akıl ve vicdan satılmıyor – İstanbul sokaklarında adım başı Türk var ama Türklük bulmak burada da zor. Olabilir ya belki biz de ne aradığımızı, neyi bulmak istediğimizi, pek bilmeye biliriz. Ama Hıdırellez’de bazı STK’ların pikniklerde İstanbul’da Bulgar koro şarkıları dinlemeye tahammülümüz yok, çünkü onlar Bulgarlar ezan sesine bile isyan etmeye devam ediyorlar.
Bulgar’ın işi bir bakıma kolay: Bulgar, ırkçılığı ve milliyetçiliği hortlatmak için Türk düşmanlığı körükleyip, ötekileştirme cinini şişeden çıkarınca onlar için yeterli oluyor.
KORKU, bizim Türk ve Müslüman kalmamızın sanki yemi.
Korkutulunca birbirimize kaynaşıveriyoruz. İçimizdeki insan sevgisi, merhamet, hoşgörü bizim kendimize düşman yaratmamıza engel oluyor. Havlayanlar korosuna bir tek kendi eğittikleri jurnalciler Bulgaristan meclis kürsüsünden katılıyor.
Bizler sanki kaderciyiz.
Geleceğimize götüren “sırat köprüsü” sanki bize yapılan kötülükleri unutmamızdan, nefret bıçağımızın körelmesinden ve öfkemizin sönmesinden geçiyor. Bir de, “Benim başıma gelen başkasının başına gelmesin” yaklaşımı var ki, şahsi görüşüme göre, göç eden öğretmenlerimizin yaz aylarını dönüp köylerinde geçirmelerine, orada çocuklarımızın beyinlerine Türk ve Müslümanlık tohumları ekmelerine engel olan da tam budur.
Kimsenin onurunu kırmak aklımın ucundan geçmese de, Türklüğümüzü ve Müslümanlığımızı Bulgaristan’da mutlaka yaşatma gibi büyük davamızda hepimizin imkânları dâhilinde yer alma zamanı artık geldi. Hepimiz elimizi taşın altına koymak zorundayız.
***
Aranızdan, bu işlere Diyanet bakmıyor mu? Orada İslam Enstitüsü var. Üç de İslam Lisesi yok mu? Gibi soru soranlar olacaktır.
EVET var! Ama yeterli mi? Hayır değil.
Şahsen ben, son dönem, Sofya İslam Enstitüsünden çıkanların oradaki halk topluluğumuzu Türklük ve Müslümanlık bilinciyle uyandırabileceğine pek inanmıyorum.
Bulgar Diyaneti, hocalarımıza “cenaze merasimi” için maaş ödemeye hazırdır.
Ama bu kadar! Çünkü ölen her Türk’le Türklüğümüzün ve Müslümanlığımızın bir ferdi yok oluyor. Orada ki Baş Müftülük görevlileri, camide, mevlitte söyleyeceklerini önce Arapça, ardından Bulgarca, sonra da akıllarına gelirse Türkçe söylemeye alıştılar.
1929 ile 1952 yılları arasında Şumen’deki “Nüvvab” dini yüksek enstitümüz 536 hoca ve öğretmen yetiştirmişti, 1953’te bunlardan % 65’i göç etti. 1989 Büyük Göçten sonra Baş Müftülük Baş müftüsüz, Müftülükler müftüsüz, camiler müezzinsiz ve hocasız kaldı. Ezan sesi işitilmez oldu. Öğretmenler için de aynı sözler söylenebilir.
***
Buraya toplanmamızın sebebi, yeni koşullarda, Bulgaristan’da yeni bir Türk-Müslüman yapılanması oluşturmaktır. Bu oluşumun fikirsel ve örgütsel bünyesini Türkiye’ye, derneklerimize, federasyonlarımıza, soydaşlarımıza bağlı görüyorum. Burada yeni olan, Türkiye Türkleri ile Bulgaristanlı Türklerin aynı soy ve boydan olduklarından, aynı kültürü paylaştıklarından dolayı aynı yaşam tarzında yaşamayı istemesi ve bu talebin tamamen haklı olmasıdır.
Uluslararası hukuk buna temeldir.
Bu hakkımızı gerçekleştirmek ise ana vazifemizdir. Türkiye’den kopan Bulgaristan Türklüğünün soysuzlaştırma ve yobazlaştırma çabalarına hepimiz şahit olduk.
Geçen yüzyılın başında Rumeli’den taşıp Anadolu’ya yayılan ve Türkiye Cumhuriyetini kuran Türklük, yeni asırda aksi istikamette, İstanbul’dan Bulgaristan’a ve Balkanlara taşmak zorundadır. Bu süreç artık başlamıştır. Bir hafta önce Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanımız Tiran’da Balkanların en büyük ibadet hanesinin temellerini törenle attı.
İstanbul’un 2 000 km etrafına etki yapması; 230 TV yayınının Balkanlara hâkim olması, Türk edebiyatının Balkan halkları dillerine çevrilmesi, Türk yapımı dizilerin her eve girmesi, Türk gelenek ve kültürünün yaygınlaştırılması, bu arada atılım yapan turistik ilişkilerle birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa, Orta ve Yakın Doğu arasında ana köprü durumuna gelmesi, kıtalararası enerji ve hava yolu kavşağı olması, çok uzun bir projenin yalnız birkaç halkasıdır. Bizans başkentini dünya başşehri bilenler bugün İstanbul’a bakıyor.
***
Buraya toplanmamızın ana nedeni, su, kum ve kireç gibi karışıp yeni bir harç oluşturmaktır. Biz Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği olarak, arkamızda bıraktığımız Vatanımızın bir Türk yurdu olarak yaşaması için fikir üreten aydınlarımızla, üretken iş adamlarımızın ve örgütsel yapılanma sağlayan derneklerimizin, federasyonlarımızın kopmaz bir birlik içinde olması gerektiğine inanıyoruz. Bunun ilk adımı da Bulgaristanlıların kuracağı BULGARİSTAN FEDERASYONU adı altında bir merkez oluşturmaktır…
BULTÜRK etkinliklerine kısaca değinirsem, biz 2003’ten beri şöyle bir yol aldık.
- Kahvehane dernekçiliğinden ve nostaljik yakınmalardan sıyrılıp sosyal problemleri kucaklayan modern bir dernekçiliğin yolunu aştık.
- Günlük elektronik, aylık gazete ve kitap yayıncılığına geçtik. Kitaplarımızı, gazetelerimizi Bulgaristan’da da başarıyla dağıtıyoruz.
- Komünist ve totaliter zulmü gerçek yüzüyle anlatarak çöpe itme davamıza Bulgar demokratik aydınlarını da katarak, Uluslararası İstanbul Sempozyumları düzenledik. Büyük Göç ve Kültürel Soykırım konularında forumlar yaptık. Anket düzenledik. TV ve Radyo yayınlarına katılıp davamızı anlatıyoruz. Bulgaristan ve Türkiye seçimlerinde aktif rol oynadık ve oynamaya devam ediyoruz. Hedefimiz insanlarımızı Büyük Türkiye hedefinde toplamak ve etkin görev almalarını sağlamaktır.
- Etkinliklerimiz belediyelerimizle, Üniversitelerle ve ilgili kültür ve devlet kurumlarıyla koordinelidir. Bu konuda bize yardım eden Bayrampaşa, Gazi Osman Paşa, Sultangazi ve Eyüp Belediye Başkanlarına huzurunuzda teşekkür ediyorum. Güçlü işbirliğimizi daha da güçlendireceğimize inanıyorum. ***
1990’da kurulan ve halen Sofya Meclisinde 36 milletvekili olan Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) orada kalan soydaşlarımızın ekonomik ve sosyal haklarını, özgün kültürel özgürlüklerini yeterince savunmuyor. 21. Yüzyılda Türklük ve Müslümanlık davamızı kucaklayamadı. Sosyal ve ekonomik olarak da halkımıza inemedi. Türkiye ile ilişkilerimizden, karşılıklı yarar sağlayan işbirliğimizden uzaklaştı. Hayat ise, toplumsal yönetimin sadece oy istemekle başarılı olamayacağını kanıtlıyor. Kapanan hastane, sağlık ocağı, okul ve muhtarlıkların sorunlarına girmek istemiyorum. “Tok açın halinden anlamaz” atasözümüz Bulgaristan’da geçerli oldu.
***
Ayrıca sözde Türk partisi – Bulgaristan’da Türkçe ulusal gazete çıkarmadığı gibi, yerel düzeyde Türklüğümüzün ve Müslümanlığımızın serpilip açmasına da el uzatmıyor, üstelik sivrilmeye başlayan iş adamlarımızı engelleme sinsiliğine de iyice alıştı. Türk ve Müslüman bölgelerinde totalitarizmde çöken korku henüz kalkmadı. Lider takımının geliştirdiği güdümlü şirketçiler, ülke dışındaki oligarşi kodamanlara yağcılık yapmaktan ileri gidemedi. Küçük, orta ve büyük ölçekli iş çevreleri birbirini tamamlamıyor. Türkiye’den giden bankalar da yerli Türklere henüz kapılarını tamamen açamadı.
Hedefimiz, siz sayın iş adamlarımızın merkez ve yerel Türkiye ile İşbirliği konseylerinde yer almanız ve illere oradaki kardeşlerimiz ve Türkiye Bulgaristan işbirliği lehinde yön vermenizdir.
Derneğimiz açısından konu son derece günceldir. 7 Haziran seçimlerinden sonra siz, işveren ve aydınlar temsilcilerimizden bir grup oluşturarak Türkiye Cumhuriyeti Başbakanımızla bu konuda görüşme planı hazırlıkları içindeyiz.
Bu görüşmeye söz ve fikir sahibi olan, projesi olan, Bulgaristan’da yaşayan Türklere yardımcı olmaya yararlı olan her atılım sahibi, iş adamı ve aydınlarımız BULTÜRK derneğine başvurabilir. Son tarih önümüzde Haziran ayıdır.
***
Bu arada Türkiye büyük şirketlerinden Koç Holding, Doğuş İnşaat, MNG-Mapa-Cengiz, Ceylan Holding ve bazı başka kuruluşlar Bulgaristan’da iş yapsalar da kalıcı tutunamadılar. Şu anda Koza İnşaatın yeni bir hamle içinde olduğunu görüyoruz. Türk ve Bulgar iş çevrelerinin ortak hamle yapma zamanı henüz olgunlaşamadı gibi. Koza İnşaat’ın sosyal ve sportif atılımlarının da takdir kazanmaya devam ettiğini duyurmak istiyorum.
***
İşte böyle bir durumda, bir yandan Avrupa Birliği üyesi olmanın getirdiği yatırım ve sürüm pazarı imkânlarını da değerlendirmek şartıyla, küçük ölçekli işlerle başlayarak yeni atılımlara girişme zamanı geldiği kanısındayım.
Kanımca, bu imkânlarla gelecek atılımların kültürel renkleri bizi yeniden kaynaştıracaktır. Bu açıdan Makedonya ve Bosna Hersek bizden çok ileridir.
***
Bulgaristan’da anadilimizi yaşatma ve geliştirme konusu da çok aktüeldir.
Bir dernek başkanı sıfatıyla, Türkçemizi büyük harflerle yazılıp olağanüstü saygı hak ettiğini düşünüyorum. Sanki dünya özellikle Avrupalı devletler Türkçemizden, Türklüğümüzden ve Müslümanlığımızdan, Türk kültüründen korkuyormuş gibi bir hava var. Tarihin esintileri tesirli olabilir.
Bir düşünürsek AB’de de 28 üye ve resmi dil olarak 36 dil kaydı var. Kökleri Arapça olan ve üstüne Avrupa’nın her şivesinden aşı yapılmış bulunan Malta dili bir AB’de resmi dili iken 300 milyonun konuştuğu Türkçemize sıra bekletiliyor.
Bu bendin aşılmasında bir AB üyesi olan Bulgaristan’da bir Türkçe patlaması gerçekleştirmek çok yararlı olabilir.
Bizi birçok yeni atılım, sımsıkı bir birliktelik beklediğine inanıyorum.
Sizinle ana fikirlerimi paylaştım.
Hepimiz buradaki durumu ve Bulgaristan’daki gelişmeleri biliyor ve yakından izliyoruz.
Aydınlarımızdan gelecek yeni yaratıcı fikirler, iş çevrelerimizden alacağımız maddi destek ve dayanışma ile dernek çalışmalarında büyük adımlar atılabileceğini, en sıcak ve gönül okşayan Türkiye havasının Bulgaristan’da her Türk hanesine taşınabileceğine inanıyorum.
Gecemize geldiğiniz ve sabrınız için hepinize teşekkür ediyor,
Saygılarımı Sunuyorum,
Rafet ULUTÜRK
Genel Başkan