Tarih: 03 Aralık 2018
Yazan: Filiz SOYTÜRK
Yazı: Geçmişimizden ilham almazsak gözü kapalı kalırız.
Memleketimde son yaprakların da sararıp düştüğü Kasımın son günlerinden sonra vadilere sislerin çöktüğü Aralığın her gün biraz daha sertleşen ayazla mayalanmış günleri birer birer gelir. Deliorman’a ilk kar düştü. Çocuklar kayıyor. Kışın şiddeti olacağını haber veren duman bacadan ip gibi uzuyor. Dobruca’da üzerine beyaz yorgan çeken buğday yeşili kendi kendini ısıtıyor. Rodoplar’da buzlanmış toprağa basanlar çıtır çıtır kırılış şarkısı dinlerken, 1984’ün Aralığını hatırlıyor.
***
Olaylar Aralığın son günlerinde başlamıştı. O yılın sisinde korku ve yüreklerde bir sıkıntı vardı. Bu yörede 1944’ten sonra öbek öbek, köye kasabaya kalabalık askeri bölükler yerleştirilmişti. İnsanımız, geniş ayaklı beyaz benekli, pala kuyruklu kocaman Macar atların yeni dikilmiş tütün tarlalarından ağıt toplar çekerek geçerken verdiği hasara ve sürekli talim atışı yapan askerilerin yüksek sesli gürültüsüne aldırış etmez olmuştu. Havada korkuyu şiddetlendiren, askerlerin çoğalması ve ısınmak için ateş yakmadan dere boylarında, son çöpler çoktan kurumuş tarlalarında gece boyu nöbet tutmalarıydı.
***
Bu yöre birinci sınıf sınır hattıydı. Geçerlilik tarihi yazılı, imzalı ve mühürlü izin kâğıdı gösteremeyen kuşlar bile burada uçamazdı. Bu kuralı birkaç günlüğüne çiğneyen Afrika Çekirgeleri Nisan’da gelirlerdi. Onların havadan hücumunu sınır muhafızları ve asker durduramıyordu. Gelişleri, Türklerin boğazındaki ipi sıkan Bulgar totalitarizmine sanki “boşuna gayret etme, senden de kudretlisi var” demek içindi.
***
Fakat kudurmuş Bulgar idaresi bu işareti okumak istemiyordu.
Olayları büyüteç altına alan ve yakından izleyen Batı Radyoları, çağrışımlı yayınlarla Türklere cesaret iğnesi yapıyordu.
Bir sabah spiker büyük Goethe’nin “Kış ve Timur” şiirini okudu. Kan ve zulüm seli dünyayı kuşattığında şair tiranın karşısına kışı ve onun dondurucu ayazını çıkarırken, kasıp kavuran Timur’a şöyle haykırdı:
Ve yemin olsun hiçbir şeyi yanına bırakmam.
Tanrı şahidim olsun, göreceksin neler yapacağım!
Evet, yemin olsun, ey ihtiyar!
Öldürücü soğuktan seni,
Ne ocağın kor ateşi
Ne Aralık ayının alevleri koruyacak.
***
1357’den beri bu taşlık ve çorak toprakları yurt eden yerli Müslümanlar onlara mekân olan cennetin başkalarına cehennem olacağına derinden inanıyordu. Halk bilgeliğinden sabır alıyorlardı. O suskun günler, inancın korkuyu yendiği, fikirlerin aksiyona geçmeye hazırlandığı, kuvvetler birliğinin vücuda geldiği ve birlikte hareketlenmeye birikim topladığı kış günleriydi.
***
Sınır karakollarına hudut askerlerinden başka bir de mekanize İç İşleri Askerleri birlikleri konuşlanmıştı. Milis ayaktaydı.
Ocak başında kendi dünyasına dalmış Türkler için insan yaratıkların en şereflisiydi. Kültürlerinin özünde ırk, din, dil, mezhep, kültür ayırımı, eziyet yoktu. Namuslu, ahlaklı ve adil olmak her şeyin başında gelirken, dil, din ve adaletin çeşitliliği içinde, sonsuz bir hürriyet aleminde yaşamak büyük özlemleriydi. Özgürlük bir yere kadar ağaç dikmekle simgeleniyordu. Dikilen ağaçların büyüceğine, dallarına meyve yükleneceğine ve meyvelerin herkese yeteceğine, ne kadar çok insana ikram edilirse o kadar daha büyük bolluk olacağına inanıyorlardı. Beyinleri zehirle otalanmış sırtı silah ve cephane yüklü askerler kapı önünden geçerken, dillerini bilmediklerinden el işaretiyle onları durdurup avuçlarını erik, ahlat, elma armut doldurup uğurluyorlardı. Yüreklerinden geçen hepsini oğulları gibi sevmek ve saymaktı. Bu onların milli birlik kurma anlayışının da özündeydi ve kendileri formüle etmeseler de duyumlarında yaşayan çeşitlilik içinde birlik ve birlikte çeşitlilik inancının dışa vuruşuydu. Bu, içine doğdukları medeniyetin insanları birbirine yakınlaştırıp kaynaştıran faydalı hale gelmiş olgun durumuydu.
***
Anlayışlarında bir de insanın yaratılışı gereği medeni olduğu inancı vardı. Bu yüzden de memleket içine işe gidip gelenlerin anlattıklarına inanmak istemeseler de, asker izinlerinin durdurulmasından ve öğrencilerinde hafta sonu gelemeyişlerinden endişelenmişlerdi. Bulgarların hayatlarını temin edebilmek için Türkün ürettiği tütüne, tahıla, baktığı hayvanlara, kazdıkları madenlere, yetiştirdikleri ormanlara ihtiyaçları olduğu fikri ağır basıyordu. Bu ihtiyaç, Plevne Savaşından, Birinci ve İkinci Büyük Savaştan sonra onların alın terine olan ihtiyacın büyük olduğu, Bulgarin ayakta kalmasının onlarsın olmayacağı görüşünü beyinlerine yerleştirmişti. Bu gibi nedenler isim değiştirme, din-iman yasaklama, kimlik değiştirme gibi çılgınlıkları işitenlerde hep tedirginlik uyandırırken, huzur bulmaları uzun sürmüyordu. Dolaşan silahlı askerleri, tank ve topları gördükçe ise “devlet işi” ya da “Bulgar keçiyi gene kaçırdı” deyip işe, yola devam ediyorlar.
***
Aralık 1984’te aydınları birer ikişer toplama kampanyasına hız verilmişti. Listeleri önceden hazırlanan okul müdürü, müdür yardımcısı, öğretmen Türkler il merkezine toplantıya, seminere, panele davet ediliyor, bir bahane bulunup “Belene” toplama kampına, Kuzey Bulgaristan’da Türk yaşamayan ıssız Bulgar köylerine süresiz sürgün ediliyorlardı. Hocalar, şair ve yazarlar toplanmış, bir kısmı yargışız içeri atılmış, diğerleri de soluğunu Tuna boyu Bulgar köylerinde almıştı. Halkı uyarmak ve uyandırmak isteyenler yazmaya devam etseler de, yazdıklarını döşeme altına gizlemek zorundaydılar.
Onlardan biri olan Rodop şairlerimizden Nazmi ADALI 1984 yılı sonuna adadığı KANLI ARALIK şiirinde olayları şöyle dile getirmişti:
Yıl 1984
Ay Aralık
Kanlı Aralık
Dışarda kış, kar ve buz.
Tarihte yeni bir kara yaprak Aralık.
Dünya karanlık.
Bulgar kuduz. Bulgaristan buz.
Bırakmış işini gücünü domuz.
Dolaşıyor ev ev, kapı kapı
Tuna’dan Rodoplar’a
Meydan okuyor katil Todor.
Yürekler ateş, yürekler kor.
Bir uçtan bir uca memleket,
Tank, top, tüfek…
Siperde Dragan, menzilde Hasan
Silah sesleriyle uyanıyor sabahlar.
Ne düğün bu, ne bayram.,
Tüfek dipçikleriyle uyanıyoruz
Yavrular titrek, ürkek.
Barut kokuyor buralar Anam
Ölüm kokuyor günler geceler
Kadın erkek, çoluk çocuk
Mekân koruyoruz dağlarda
Ölüm fısıldıyor fırtınalar
Benizlerimiz uçuk mu uçuk…
Gerenli Havva teyze de kırlarda
O da kaçabilmiş evinden bu yaşta hasta hasta
Tee orada Dişlik Dere yamaçlarında
Gizleniyor çalılıklar içinde.
Ve yalvarıyor Tanrıya:
“Aman Allah’ım koru beni Kızıl Berelilerden”
“Türklüğümü vermem,” diyor.
Ve dahası var.
Ada köylü Osman eşi Mümüne
Posunlu Mustafa Balkan
Hepsi kurban oldu benliklerine
Hepsi ılgıt ılgıt akan al kan.
Yüzyıllardır beslediğimiz Baykuşlar
Şimdi gözlerimizi oyarlar
Bir sofrada tıkırdayan kaşıklar
Şimdi içi zehir dolu akıtılıyor
Kursaklarımıza
Anasız, babasız, kimsesiz
Yurtsuz yuvasız edildik biz
Kar taneleri ekmeğimiz, kattığımız
Dağlar, mağaralar dostumuz
“Ürpek Dağı”, “Karakuz”
Evimiz.
Ele geçen hele
Dövüyor harmanı sap saman olunca
Ve sonra Temerküz Kampı BELENE
Sabır bardağı taştı taştı taşacak Ana
Ben Şumnu
Ben Eski Cuma
Ben Filibe
Ben Kırca Ali
Ben 600 yıllık Türk kitabesiyim
Bal kanların alnında.
Ben Tanrının sesiyim minare doruklarında
Şimdi hüsrana uğrayan orak-çekiş altında
Ben sancılarla ağaran Tan
Zorla söken şafak
Ben şimdi ecderler yuvası
Mastanlı, Koşukavak.
Ciğerlerim dökülüyor Anam parça parça
Ben kızılcık yemedim Anam
Kustuklarım kan Anam, kan…
Yakalanıp giden yaka-paça
Böyle gelir dittiği yerden gelirse eğer.
Anam, son nefesimdir bu sesler.
Evladın seni bekler.
Aralık, 1984
Aralık ayı trajik olaylar ayıdır. Soykırım ayıdır. Çekilen acıları gençlere anlatmak zor. Yeni kuşaklara topluca aktarmak daha da zor! Bizi izleyiniz. Ne kadar acı olursa olsun bu olaylar bizim öz tarihimizdir. Ortak değerlerimizi bilmek ve yaşatmak zorundayız.
Paylaşınız.