Neriman ERALP
Kimliklerimizi değiştirmeye zorlanışımız en başta aydınlarımızın tepkisini uyandırdı.
Onlar hep yazdılar, bastıramadılar ama yazdılar, halk türküsü olamasa da şiirleri yine yaratılar, kendileri söyleyip kendileri dinlerken de yazmaya devam ettiler.
Hayatı şiirleşmeyen halk vurulmuştur. Çektiği zorluklar romanlarda renklenmeden edebiyat tarihi olamaz. Satır arasından geçen yol kovaladığımız ufkun ışık vadisidir.
Şairin şiir yaratan, yazarın sima kurgulayan hafızasının boşaltılmaya, bilinç adlımıza dinamit koymaya, ruhumuzu küçültmeye ve gönlümüzü karartmaya çalışanlarla büyük ve sert bir mücadele verdik. Gönül közleri sönmemiş kıdemli kalemlerimiz yıllar sonra geçen hafta Kırcaali ve Koşu kavak’ta derin hayat çizgileri ve kar kadar beyaz saçlarıyla çok mütevazı bir ortamda yan yana getirdiler. Hoş beşten ve kutlamalardan sonra okudukları eserlerle yeni bir esinti yarattılar. Ellerindeki kitapların sayfaları birbirine yapışmış gibi zor açılıyordu. Hiçbir satır gözlüksüz okunamadı. Sunulan demetlerdeki çiçekler kokusuzdu. Dile gelen, sonsuzluk içinde her hangi bir yerde bir anın güzelliği yansıtılırken, özlemler sanki kanatlanıyor ve uçarken herkesi büyülüyordu.
İnsanların birbirini sevmesi ve aynı davayı yaşatmaları için her gün görüşmelerine ve her an birbirlerine devamlı bir şeyler paylaşmalarına gerek olmadığına bir daha ikna oldum. İnsan aynı duygularla köyünde, şehirde ve gurbette yaşayabilir. Büyük Shakspeare eserlerini yaratırken beyninde 800 yıl gerilerde bir dünya, krallıklar, sevilen ve sevenler yaratıp insanlara söylemek istediklerini, mesela Hamlet’e söyletmiştir.
1785’te zorbalığı lanetlemek için “Mutluluk Şarkısı” yazan Schiller, XXI. yüzyılda kurulacak olan Avrupa Birliği’ne Milli Marş güfte yazdığını tahmin etseydi, başka dünyalarda uçardı, değil mi?
Savaşları anlatan ustaların ustası Tolstoy da “Savaş ve Barış” ı Napolyon’un hezimetinden 50 yıl sonra kaleme aldığında, insanlığa vazgeçin şu mır mır dan, keyfinize bakın ve barış içinde yaşamanın zevkini çıkaran, demek istememişse, de demek istemiştir acaba?
Şimdi biz de 100 yıl yani bir asır boyunca çekilerin çekisini, karanlığın en zifirini gördük de, üzerinden 50, 30 v.s yıl geçmesine rağmen, sönmeyen bir ibret öyküsü yazamadık, okunduğunda her yüreği yakacak bir dörtlük dökemedik. Hiç birinizin büyük bir eser yaratmak için izdir ab çektiğine inanmak istemiyorum. Öyle bir şey olamaz zaten…
Aslında bir yazarlar buluşmasından, öteki şairler görüşmeden gelen yol ne kadar uzun ve ne kadar sancılıydı bir bilseniz. Yaratıcıların arasını açan, onları birbirinden ayıran s.o. büyük buluşma yıllar önce “Soğuk Pınar”da yapılmıştı. “Soğuk Pınar” buluşmaları yol ayrımı olmuştu. Artık aralarına katılmayan buluşmalarına gelmeyen fakat o zaman sirkesi çok keskin olanlar vardı. Köylerindeki kuyularda acı ve tatlı su oluşundan çıkıp ister Türkçe, ister Bulgar dilinde yaratırız deyenler oldu. Ama tutmadı. Köy delilerini anlatanlar, deliden akıllı değildi!
Hiçbir yolun uzunluğu yola çıkarken bilinmediği gibi, o zamanki yol ayrımında yeni yolun ne kadar uzun olabileceğini kestirebilen de olmadı. O yıllarda Büyük Nazım Hikmet Bulgar diline çevriliyordu. Bu aşta tuzu olanlar, Nazım’ı Bulgarca konuştururken, biz de Bulgarca yazabiliriz havalarına girmişlerdi. Bu yumurtalardan birkaç yavru çıktı ama hiçbiri uçamadı.
Hepsinin aklı başka yerdeydi. Nazım Sofya’da Türkçe olarak 8 cilt basılırken Bulgarcası neden 4 cilt deyen olmadı!? Türk halkını övdüğü, insan sevgisine su verdiği, insanları öz kimliklerini koruyarak ve kendi ana dillerinde konuşarak dünyaca kaynaşıp birleşmeye çağırdığı mısralar, destanlar, yazılar, masallar, özgün değişler ve bir kırlangıç hızıyla uçarken sabah güneşinin ilk şualarının kırağı taneciklerinde şakıdığı gibi şakıyan güzelliği hiç biri yaratamadı. Taklit edenlerin sanatçı olmadığını herkes gördü.
Belki de! Ah şu isimlerimizi değiştirmeselerdi! Ah, ah! Şu içeri düşmeseydik! Ahhh, ah! Sürgünde sürünmeseydik… Neler neler yaratacaktık bir bilseniz deyenleri çok gördük. Sürgün gittiğiniz köylerde yaşayan Bulgarların insan hakları diye bir “öküz” olduğunu bilmediğini anlatmış olsaydınız o bile yeterdi. Büyük gerçek her yerde olduğu için büyüktü ve bunu göremeyenlerden büyüklük beklemek körlüktü.
“Belene Adası”nda Tuna kıyısındaki gölgelerin en koyu olanlarından birinde, şöyle hiç gardiyanın rahatsız etmediği bir anda, derya suların alçalıp yükseldiğini, denize akarken bile geri dalga attığını, aynı ırmak suyuna iki defa girilemediğini, koca ırmağın bile kendinden memnun olmayıp özünü ve şeklini devamlı arıtırken zehrinden köpük yapıp bir köşeye ittiğini ah bir sezinleyebilseydiniz! Ve Tuna’nın bir işe yaramayan bir damlayı bile bir daha kendine yük etmediğini izleyip yansıtma zahmetine katlansaydınız, o da hepimize yeter de artardı. Çünkü dünyada, insan içinde, beynimizin dibinde, bilinçaltında ve tepemiz attığında tüm yasa ve yasallıkların tam ve istisnasız işlediği gibi, kâh dolu kâh yarılamış ama hep akan Tuna ırmağının da kendine tabii kıldığı doğal kanunlara uya uya ilerlediğini çözebilseydiniz, bambaşka bir dünya yaratacaktınız. Buncağızı bağışlayabilseydiniz bocalamaya devam etmezdik beldi. Görüyorsunuz başkasının elindeki fenerin ışığında ilerlememiz çok güç oluyor…
Sofya’da Elif Şafak’ın son kitabı çıktı. Balıkçıların her biri suların derinliklerini, yazarlarsa insan ruhunun ve dünyanın sırlarının dibini görmeye çalışır. Şafak, Londra’da yazıyor ve Temza ırmağının dip balıklarının yele oynatışını görebiliyor. Toplumu ise devamlı savurup eliyor, fakat tohumların hepsini eleğin dibine ve değirmen taşlarının arasına bırakmıyor. Seçtiklerini koruyup tohum yapıyor. Bu bir düşünme tarzı olmalı, Kuranı Kerim’e göre her şeyi Tanrı yarattığı için, olumsuzlarken seçimi insan yapmıyor. Ne var ki hayat belki de insan eli deymeden ehlileşemiyor. Seçmek aslında bir olumsuzlamaktır ve en iyi olana hayat hakkı tanımaktır. Şairlerimiz bir defa göz nuru, ince iş yazıyor, sonra eseri basmak için para araştırmak zorunda kalıyor. Büyük olmak gerçekten zor bir iş! Belki bizim taşların pırlanta olduğu anlaşılana kadar 200 – 300 yıl gerek. İslam Güneşi Avrupa’da ilk mumun ışımasından 1 300 yıl önce doğdu, onlar sabır gösterdi, beklediler ve şimdi dünyaya ışık satıyorlar. Yazar ve şairlerimizin buluşması ve dertleşmesi bu bakıma çok yararlı ve iyi oldu.
Türkiye sığınıp denizlerden birinin bir limanına, salaş bir ortama yerleşip, rüzgârın denizden çaldığı nem yüzüme vurdukça ve saçlarım martıların kanatları gibi dalgalandıkça hiç kimsenin tasavvur bile edemediği harika eserler yaratacağım hevesine kapılanlar hep aldandı. Bize iyi gelen, tasamızı dağıtan, zihnimizi açan “bizim çayırda anıran bizim eşekti” bunu düşünemediler. Bizim fasulye en iyi bizim bahçede yetişir buna akıl erdiremediler…“Buz gibi aslan süttü çeker, yazarız” deyenler vardı. Sesleri kulaklarımızda. Fakat bu işte, bizim mayamızdaki salatada ne kıvırcık, ne kırmızı soğan, ne kalem kalem kesilmiş havuç, ne Rus salatası ne de mor patlıcan havi yeri vardı. Karalâhana sarması damak tadımıza uymadı.
Ve sızılar dindikçe kalemler köreldi. Hayat rahatlatmaya başladığında yağlı ballı kap sardı. Özlenenler hep elle balık tutmanın verdiği heyecan, lokanta kenarlarında masaya vurulan yumrukla havada dönüp üzerimize boşalan küllüğün yere düşünce kırılırken çıkardığı ses, polis sorgusunda aklımızın ucundan bile geçmeyen şeylerin bizden sorulması ve içeride kaldığımız yıllarda bilincimiz durulacağına akla karanın birbirine iyice karışması oldu.
Karanlıkta yürüyen diğerlerine aydınlığı gösteremez. Karanlık dünyaların bir araya gelmesinden daha büyük karanlıklar meydana gelir. Kendini sorgulamayan şair karanlığı parçalayıp aydınlığa çıkamaz. En önde olma cesaret ister. Cesaret bıçağı zeka ve bilgiyle bilenir.
Büyük Göçün ve tüm göçlerin, “defolun gidin” dedikleri güne kadar başımızdan geçenleri bir daha eleme toplantısı yapılacak. Gelin bir daha göz göze bakalım. Gözümüze bakıp gönüllere inelim. Kendimizi silkelim. Beraberce ileri gidelim.
Sizlere ağır yıllarımızı yansıtan yürekli şairlerimizden şiirler seçtim:
- Bayram DURBİLMEZ
Kükreyecek Türkler
Eser alev alev bir Kızıl rüzgâr
Balkan Dağlarından Tuna’ya kadar
Mutluluğuna hasret körpe çiçekler
Bu kızıl diyarda dert katar katar
Yakıldı, yıkıldı binlerce hane
Vahşi Bulgar zulme doymadı yine
Kudurur durmadan zalim canavar
Cehennem gibidir Türk’e Belene
Füze zannederler minareleri
Sahte isim vermek tek çareleri
Tecavüze uğrar soylu duygular
Saldırır Türklere Rus fareleri
Kükreyecek Türkler zahmet bir gün
Kendi öz yurduna kavuşacak
Hürriyet sevdası büyük içimde
Yarın daha parlak doğacak her gün.
Coşar elbet bir gün hüzünlü Meriç
Dayanır mı sele bir yığın kerpiç
Komünist uşağı, ey gafil sansar
Türk anası Bulgar doğurur mu hiç?
Yahya AKBULUT
Ocak 1985
Bir Cehennemdi seksen beşin Ocak ayı
Bir kâbus sessizliğin içinde,
Bitmeyen hüzün çaresizliğin peşinde,
Yüreğim acılarla kelepçeli, paramparça.
Sırtımda meşale, ateşten gömlek!
Yükselen kin ve nefret gözlerimde
Yalnız bir avuç cesaret istediğim!
Birazcık umut yaralı yüreğime!
Ellerim kelepçeli, ağızım kilit kilit
Dinime şartsız ateist damgası!
Bu gün alkış, yarın intikam.
Yoktur şerefin böyle bir anlamı!
Sorular yasak, bakışlar şaşkın.
Menziller pusuda tetiğe hazır.
Tanıdık simalar düşmanım olmuş.
Ciddi, acımasız – bir utanç uğruna.
Yalnız bir avuç ışıktır istediğim.
Birazcık cesaret, yaralı yüreğime.
Birazcık zaman, Tanrı’dabn dilediğim.
Veda için; zırh yok, menzil yok, tetik yok!..
Ama ben varım…