Ertaş ÇAKIR
Konu: Köstebek hangi yumrunun altında?
Geçen yüzyılın başlarında, Batı ve Doğu ağız birliği yapmış Osmanlıya “hasta adam” derken, Alman Başbakanı Bismark’ın II. Abdülhamit hakkında söylediği şu sözler ilginçtir.
“100 gram aklın 90 gramı Abdülhamit Han’da, 5 gramı bende, 5 gramı da diğer siyasilerdedir.”
Alman İmparatoru İkinci Wilhelm de: “Ben politikayı Abdülhamit’ten öğrendim.” demiştir.
Bugün Türkiye’de en fazla tartışılan konu “istihbarat zaafı” paketine sığdırılmak isteniyor.
Abdülhamit’in kurduğu Yıldız İstihbarat Teşkilatı, o dönemin iki büyük istihbarat teşkilatı olan, İngilizlerin “İntelligence Service” ve Rusların “Ohrana’sını her zaman dize getirmiştir.
O zaman Ruslar gönderdikleri ajanlarla papazları, öğretmenleri ele geçirmişler, macera düşkünü Ermenileri silahlandırıp Osmanlı Devleti aleyhinde kışkırtmışlardı.
Günümüzde FETÖ hainlerinin yaver, yüzbaşı, binbaşı, general, yargıç ve savcı kılığına girip devletimizi ve cumhuriyetimizi devirmek ve demokratların hepsini giyotine götürmeyi planladıkları gibi, o zaman da Ermeni asiler, köy basarak kendilerine yardım etmek istemeyen soydaşlarını öldürüp, sonra “Siz Sultan’a karşı birlik olmazsanız, Türkler sizi böyle keserler!” diyorlardı.
1876’da Bulgar’ı Osmanlıda yaşayan ama Sultan’dan memnun olmayan bir halk topluluğu olarak dünyaya duyuran Nisan Ayaklanması’nda asiler Bulgar köylerini yakmış ve “Türkler Bulgar köylerini yakıyor” yaygarası koparmayı başarmıştır.
Ankara “Mithat Paşa”da bir berbere girdim saçımı kestiriyorum. Berberin makas tutması dikkatimi çekti. “Sen askerliğini nerede yaptın kardeş?” diye sordum ve “Tank şoförüyüm” cevabını aldım. İki haftadan beri ben de çıkıyorum meydanlara ve elimde bayrak, sırtımdaki termosta ılık çayımla canla başla katılıyorum “Türk Halkının Demokrasi Festivaline”. Ne kadar susamışız birlikte olmaya ve ne kadar susamışız hep bir ağızdan şarkı, türkü söylemeye…
Meydandan meydana yürürken, “E 5” ve “Vatan Caddesi” kenarında soluğu kesilen ve olduğu yere saplanan tankları gördüğümde saçımı kesen tank şoförü berber sık sık gözlerimin önüne geldi. Gelmeyebilirdi, fakat ben “şoför” sözüne takıldım, çünkü sanki o gece o “katil” tankların “frenleri” tutmuyordu. Ben bir doktorum. Her gün muayene ediyorum, ilgileniyorum, kimlerin sağlığına kavuşmasına yardım etmedim? Fakat bizim toplumumuzda, eline halkın tankının dümeni, ayağına da freni emanet edilmiş bu denli çılgın, zihin düzensizliği bu denli bozuk olan gençler olduğunu bilmiyordum. Onlara vaat edilen neydi? Dünya dışında bir katmanda, en güzel kadınlarla en şirin yazlıklarda ebedi hayat mıydı! Bu ancak benim fikrimdir. Günümüzde Türkiye’de hakim olan ruh hali dışında bir müstakil ruhsal duruma kendini teslim etmiş gruplaşmalar gördük. Bu, bizim hepimizin “beni sokmayan yılan bin yaşasın” mantığına teslim olduğumuzun kanıtıdır. Bu, sözde uyurken büyümüş tümörün okullarımız, dershanelerimiz, ordumuz, polisimiz, jandarmamız, bakanlıklarımız ve hatta Cumhurbaşkanlığı Sarayı içinde en lüks ortamda beslendiğini ve düşmanımızın istediği anda ölüme uzanan bir harekette bulunmaya hazır bir ahtapottan söz ederken, düştüğümüz duruma inanmak bile istemiyorum.
Şunu unutmayalım. Türk halkı böyle bir durumu tarihinde bir kez yaşamıştı. Yine Abdülhamit’te dönüyorum:
1877–1878 Osmanlı Rus Savaşı başlayınca Sadrazam (Başbakan) Mithat Paşa ve Serasker (Genel Kurmay Başkanı) Redif Paşa, 200 bin askerin silâhaltında olduğunu ve düşmandan gelecek her saldırıyı karşılayacak güçte olduklarını II. Abdülhamit’e rapor etmişlerdi. Bu bilgiler karşısında rahatlayan Sultan, Gazi Ahmet Muhtar Paşa’dan aldığı bir telgrafla hayal kırıklığına uğramıştı.
Gazi Ahmet Muhtar Paşa, kumandasındaki askerin 30 bin olduğunu bildiriyor ve bu kadar küçük bir kuvvetle ve düşmanın saldırısına dayanamayacağını haber ediyordu. Hemen Sadrazamı ve Seraskeri Saraya çağıran ve kendilerine telgrafı gösteren II. Abdülhamit, emrindeki askerin sayısını bilmeyen bir Sadrazamla çalıştığını şöyle açıklar:
“Sadrazam ordu mevcudunu bilmeyeceğini söyleyerek işin içinden çıktı. Serasker kem küm ediyordu. Bu kadar sorumsuz ve kolayca suçu başkasının sırtına yükleyebilecek kişilerle bir savaşa gitmenin deklilik olacağına inandım. Fakat halk Mithat Paşaya bağlanmıştı ve kendisinden bir mucize beklemekteydi. Onu uzaklaştırmak bir devlet hatası olacaktı.”
Su satırlar Sultan II. Abdülhamit’in hatıratından alınmıştı.
Sadrazam Mithat Paşa hakkında “Tam İslam İlmihal” eserinde “onun bir mason olup İskoç Mason Locasına bağlı olduğu, ajanlık ettiği, onların emirlerini uygularken Türk milletine asla af edilmez kötülükler yaptığı” yazılıdır.
FETÖ haini örneğinde, tekrar eden bu gerçeklerden, hele de Türkiye devletini yıkmak, Cumhurbaşkanı ve başbakanı öldürmek, halkımızı birbirine düşürmek, bir iç savaş ateşi yakarak anavatanımızı parçalayıp emperyalist itlerin önüne yem olarak atmak isteyenlerin yeniden karşımıza dikilmesinden söz ediyorum. Bu durumda ben, 4 kuşak benim sülalemi göç yollarında süründüren mason Sadrazam Mithat Paşa ile hain hoca Feytullah Gülen arasında fark göremiyorum. Birisi Osmanlı devletine mezar kazmış, 100 yıl sonra şimdi de FETÖ başı Türkiye Cumhuriyeti’ne mezar taşı yontuyor. Bizim için ha Plevne’de ezilmişiz, ha Ankara’da ikisi de aynı şeydir. En üzücü olansa, hayallerindeki başbakan bozuntusunun, biz gibi göçmen sürüsünden olan Batı Trakyalı Prof. Meral Akşener olmasıdır. Bu gerçek, Bulgaristanlı Müslüman Türkler için olağanüstü acı ve üzücü oldu.
Ve burada biz yanlışların 100 yıl sonra da tekrar ettiğine tanık oluyoruz.
- Abdülhamit, ordu mevcudunda haberi olmadığı halde Osmanlı Devleti’ni savaşa sokan yani bile bile yok olmasını isteyen Sadrazamı ve Genel Kurmay Başkanı’nı affedebilecek kadar hoşgörülü ve demokratik bir idareciydi. Ceplerine para koyup sürgüne göndermekle yetindi. Çünkü Batı Osmanlıdaki “despotizme” ve “demokratları” savunmak için ayağa kalkmıştı.
Bugün de, Genel Kurmay Başkanımızın boğazına tasma takanların, Cumhurbaşkanımızı ve Başbakanımızı 15 Temmuz gecesi katletmek isteyenlerin kendi adamları olduğunu artık gizleyemiyorlar. Suçluların salıverilmesi için Birleşik Amerika ve “demokrasi kalesi” Avrupa ayyuka çıkmıştır. Kofa da değişse bu kuyudan başka su çıkmaz. 40 yıldan beri üzerinde çalıştıkları ve 100 milyar US Dolar harcadıkları Türkiye’yi dize getirme planı suya düştü. Bu depremin ardılı olur, tehlike savmamıştır. Doktor terimleriyle anlatırsam, tümör alınsa bile 40 yıllık bir metastaz ortadadır. Devlet katlarında çalışanların parayla pulla körleştirilmiş olması, güvenlik sistemi duyarlılığının körleştirilmesi, olabilir ya, beklide Türkiye’de var olan teknolojilerden bir 10 yıl ileri teknolojiler kullanılmış olması ve darbe denemesine birçok dış gücün birden destek sağlayarak katılması bizi uzun bir müddet zorlayabilir.
Kanımca en önemli olan, bizim taş kafa tank şoförlerinden kurtulmamızdır. Ne de olsa, birinci dünya savaşı eşek ve kakır gücüyle, ikinci dünya savaşı ise tanklarla yapılmıştı. O zamandan bu yana 70 yıl geçti. En kaliteli çeliğin kalite ömrü 25 yıldır. Bizim tankların ve taş kafalıların hepsinin yarım asır önce hurdaya çıkarılıp, kesilerek potalarda eritilmesi gerekiyordu. Bu yapılsaydı ve Atatürk’ümüzün Türk halkına en yüce emaneti olan, özgür düşünme nimetini, Kuran dışı ve modern dünyaya ait olan kavramlarla besleyebilseydik, bu acınası duruma düşmezdik. Dogmacılık durgunluk demektir. Durgunluksa küflenmeye ve yok olmaya eşdeğerdir.
Yeni yazımda yine beraber olalım.
Bizim ruhumuzun derinliklerinde hissettiğimiz büyük bir gerçek var.