İbrahim SOYTÜRK

Tarih: 29.12. 2016

Konu:   Yeni yılınız kutlu ve her şey gönlünüzce olsun.

İyi kötü, umutla başladı, umutla gitti 2016! Yeni umularla geliyor yeni 2017 yılı.

Almanya bir Katolik ülke, Noel Pazarlarıyla doldu taştı ortam. Noel, onların en kutsal dini Bayramı! Geçen yüzyılın ikinci yarısında bir ara BARIŞ BAYRAMI olarak kutlamak istemişler tutmamış. Onların derin dini inancında İsa Peygamber’in dirilişi zaten DÜNYADA BARIŞ OLSUN anlamındadır.

Ben buraya geleli birkaç yıl oldu. Noel Bayramı arifesindeki kilise törenlerinin derin anlamını tam kavrayabilmiş değilim. Fakat hayran olduğumuz Alman klasikleri arasında kilise korosundan ya da org klavyesinde terleyerek gelmemiş besteci yok gibi ve bu dinsel özün sivil dünyaya akmasına hizmetlerinden dolayı sonsuz saygı kazanmışlar. Üstelik kilisenin ruhsal dünyasından çıkan bestelerle Avrupa halklarının birleşme umudu gibi çok kutsal emellere ölümsüzlük kazandırmaları gerçekten saygıya değer.

Bu yazımı yazarken biraz karmaşık duygular etkisindeyim.  Ben Almanya’ya bir Avrupa Birliği vatandaşı pasaportuyla geldim. İş aramaya ve bulursam çalışmaya geldim. Uçak alanında ya da otobüsten inerken çiçekle karşılanmadım, ne de Almanya’da işlerim iyi gitsin diye arkamdan bir kova su dökenim vardı.

Buraya geldim geleli beni bir düşüncedir aldı. Hadi geldik iyi oldu da, çalışıp harcamakla nereye kadar? Arkamızda kalanları kocaman memleketimizi sanki kurda kuşa bıraktık. Köylerimizden 30’unda 300 kişi kalmış, tamamen boşalmış mahalleler var.

Yalnız yol boylarını değil çayırlarımızı da kavgalaz ve eşek dikenleri bürümüş. Arda boyunca karanfil ve yonca yeşili dalgalanan yamaçlar geçiyor gözlerimin önünden… Buradaki bayır ve yamaçlar parçalanmış, elektrikli telle sarılmış inekler içinde gezen inekler bakışırken sanki “ne yapalım kader” diyorlar. “Muuuu” demeyi neredeyse unutmuşlar. O kadar da olmaz canım… Bizim bövelek sinekleri burada olsa, dünyaları değişir, diye düşündüğüm de olmuyor değil ha!

En fazla dinlediğim “Deutsche Welle” – (Almanya’nın Sesi) radyosu. Vatandan da hep kulak misafiri olmaya çalışıyordum da, burada sanki can kardeşim oldu.  Bugün bir haberinde, Bulgaristan’da yapılan yılbaşı anketinden çıkan sonuçları açıkladı. 2017 yılında hala Bulgaristan’da yaşayan vatandaşların % 44’ünün memleketi terk etmeye hazırlandığını duyurdu. Bu rakam, Romanya’da yaşlı nüfusun % 49 imiş.

Şöyle bir şey var ki, bir türlü aklım almıyor. Noel öncesi, ben de davet edildim. Burada, Münich’e yakın bir dağ beldesindeki turistik tesislerinden birine toplandık. 20 kişiydik. Toplantımıza konuşmacı olarak Sofya’dan önemli bir isim gelecek, dediler.  Karşımıza dikilenin sakalı uzamış, siyah saçları kafasındaki şapkadan fazla karışmış olduğundan birden tanıyamadım. Oysa çok bildik birisiydi. 2014’te Bulgaristan sivil toplum eylemlerinde başı çeken rol oynamıştı. O dönem Bulgaristan’da olduğumdan kendisini sima olarak tanıyordum. Önerdiği Adalet Reformunu meclisten geçiremeyince hemen istifa etmişti.

Şimdi yeni bir siyasi parti kurmayı düşünen ve nabız yoklamaya gelen Hristo İvanov’tu.

Oturduğum yerde rahatlarken, “koyunlar nereye, çoban oraya” geçti aklımdan. Çok esaslı şeyler anlatıyordu. Siz burada 232 bin kişisiniz, dedi. Kendisine saygı duymasam “her kes kendi bacağından, sana ne!” deyebilirdim. Fakat o sözü ağzımdan aldı. Bulgaristan’da “akılda bir” deyecek adam kalmadı. Öğrenimlilerin, diplomalıların, işten anlayanların, ustaların hepsi dışarı çıktı. Halkımızın aklı dışarı aktı. Taş kafalar kaldık memlekette, dedi.

Sonra doğumun durduğunu anlatmaya başladı. 1997’de Bulgaristan’da en az çocuk doğmuş. Bu yıl, onun açıkladığına göre, toplam 7 100 000 (yedi milyon yüz bin) kişiymişiz Bulgaristan vatandaşlığında, gelecek sene yani 2017’de 100 bin kişi daha azalacakmışız ve 7 milyon kalacakmışız.

Ne var ki, bu büyük büyük rakamlar rahmetli annemim şu sözüne benzedi:  Kayığın içindeki yoğurdun miktarından söz etmeden “bu sabah bir kayık yoğurt dövdüm” derdi. Yoğurdu kalaylı bakıra döktüğünde gözüne az gelirse içine birkaç tas su ekler ve güzelce karıştırırdı.

İvanov, 7 milyon deyince, “hadi atma” demek üzereydim, ama “3 milyonumuz” dışarıda deyiverdi. Doğruya doğru 700 binimiz de Türkiye’de, diye ekledi. Yani 1 gün otobüs yolculuğuna dayanabilen torbasını sırtlayıp boylamış eski kıtayı. Konuşmacı önündeki kâğıtları topladı. Başını kaldırdı. Ve “dönün” desem, “döner misiniz?” sorusunu yöneltti.

Çıt yoktu!

Değirmenciev isminde bir arkadaş,  ilk sırada oturanların arasından kalktı. “Almanya’ya 5 senede ısındım. Evraklarımın tanıtılması, yazışmalar, dil kursları, ortam, uygun iş, sosyal sigorta sistemine kaydolmak, eşimin sorunları, çocukların okulu art arda çözüldü. Halen kenara pek bir şey koyamadık. Boş elle dönmek olmaz. Teklifiniz nedir? Cazibeli bir tarafı varsa, tartışalım” dedi.

Bir siyasi parti kuruyoruz. Hedefimizde dış ülkelere çıkan vatandaşlarımız olacak. Bulgar kimliği yok oluyor. Bakıyorum çocuklar kendi aralarında Almanca konuşuyorlar, yaşlılar da Bulgar TV programlarını açmaz olmuşsunuz. Koskocaman Almanya’da Bulgarca kitap satan bir bayi yok. Dağılmışız, aranızdaki ilişkiler kopmuş, kimliğimizi ve kültürümüzü yalnız “Wat Sapla” beslemek olmuyor. Bu gidişle 20 yılda milli kimliksiz kalacağız diye devam etti.

Kendini Doktor Petrov olarak tanıtan orta yaşta bir katılımcı, yerinden kalkmadan “Ekmek parası ve geçim olmayan yerde, kimlik yaşamaz” dedi. Ben her ay anneme ve babama 500 Euro gönderiyorum, 32 yıl dokuma fabrikasında çalışan annemin emekli maaşı 172 leva, babamsa su işlerinden emekli, 278 leva alıyor. Su, elektrik, çöp, asansör hangi faturayı ödesinler. Somut bir teklifiniz varsa, dinliyorum, dedi.

Eski Bakan İvanov, İkinci Dünya Savaşından sonra Kaliforniya’ya işe giden Japon işçilerin memleketlerine dönüp bugünkü Japonya’yı yarattığını anlatmaya başladı. Türkiye’nin sanayileşmesinde Almanya’da çalışan konuk işçilerin rolüne değinmek istedi. “Biz de öyle yapalım” derken, bu defa ayağa kalkan Doktor Bey söze daldı:

“Bern sizi yakından izledim Sayın Bakan. Adalet reformu yapmak istediniz, ne oldu, ayağınızın altına karpuz kabı koydular, kaydınız bakanlığınızdan oldunuz, düştünüz. Bizim neden geri dönmeye ikna etmek istediğinizi anlayamıyorum. Biz burada ayaktayız ve düşmek istemiyoruz. Burada işsiz olarak bulunmamız, Bulgaristan’da çalışmaktan daha karlı, hem Bulgaristan’ı yönetenlerin de işine yarıyor. Akılı insanlar dışarı kaçtıkça istediklerini yapıyorlar. Eminim ülkede 3 milyon insan ya var ya yok, siz 7 milyon diyorsunuz. Türkiye’deki 700 bin Türk vatandaşımızı istediğiz vakit hesaba katıyorsunuz, hesabınıza gelmeyince “kafada 1” diyorsunuz. Bu işler böyle olmaz, ben bir doktorum, ülkemde çalışmak için okudum, dalaverecilerin at oynatmasından tiksindim, körleşen bir toplumdan ailemle kaçtım. Son defa eve döndüğümde annemi ve babamı masa başında ellerinde büyültenle buldum. AVM “Billa” reklâmında indirim arıyorlardı. Evet, gerçekler çok acı. Yok olmayı seçtiğimiz doğrudur! Bulgaristan’da kalanların % 44’ü torba sıkıyorsa, onlar neyi seçtiler acaba… Üstünüze almayınız. Başka seçenek bırakmadınız. Siz bizi kovmamış olabilirsiniz, ama açlığın elinde de cop var…”

Bu sözlerden sonra toplantının tadı tuzu kalmadı. Kalktık.

Eski bakana da biraz ayıp gibi oldu. Onun, bize güvenerek parti kurmayı düşünmesi tuhaf geldi. Burada her gün biraz Almanlaşırken “herkesin içtiği birayı kendisi ödediğini” öğrenebildim. Paylaşılan düşüncelerle bizim aklımızdan geçenler arasında dağlar kadar fark vardı. Kesişme noktamızda  “akılda bir” olsa bile, onun aklındaki “bir” ile bizim hesaplarımızdaki “bir”,  birinden çok farklıydı.

Reklamlar