Dr.Müjgan DENİZ
Değişen hiçbir şey olmadığı için, Ah, vah da olmaması gerekirdi!
Öyle de oldu ama Ah Vah gene yok.
Totaliter rejimin mirasçıları ÖNCE HALKKIMA KENDİ MEZARINI KENDİNE KAZDIRMA YOLUNU SEÇTİ. Halkı koyun bildiler, koyun gördüler. Bacağımızdan ya da kafamızdan değil, boynumuzdan bağlıyız, ipi çeksek, kendi kendimizi boğarız. Bizimki, çok zor ve acıklı bir hikâyedir.
1990 dönüşümü dediğimiz toplum olayını, yani 1945’ten sonra dünyaya gelen ve adına 1968 kuşağı dediğimiz nesil gerçekleştirdi. Ama bizde bu ruhta bir mayalanma olmadı.
Biz, yani 1968’de Bulgaristan’da sınıfsız topluma açılan sosyalist refah düzenini kurmaya çalıştığımızdan, 1968 olaylarını yaşayamadık. İşitsek de anlayamadık. Bize öğretilen üretim formasyonlarının değişimi teorisinde ana çelişki üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaydı ve 1968’de kimin ne istediğini biz pek kavrayamadık.
Paris’te üniversite gençliğinin başlattığı ve özünde bilimsel teknik devrim ya da başka bir değişle teknolojik devrim olan (elleri nasırlı işçilerin üretimdeki yrini beyaz yakalı elleri beyaz eldivenlilerin alması anlamına gelen) ve aslında kol emeğini makinelere yaptırarak, işçi sınıfını üretim halelerinden çıkarıp yerini otomatik (kendi işler) çalışan üretim bantlarına bırakması olan bu değişim, bu yenilenme, emek ve sermaye ilişkileri açısından devrimsel bir yenilik olduğundan tarihseldir.
O yıllarda Türkiye’de de devrimci yükselişi göklere çıkarak, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Ankara’da asılmasıyla tarih olan bu devrimci atılım, bir de anti-emperyalist, anti-amerikan özlü olduğundan geniş halk kitlelerince, tüm demokratik güçlerce, demokratik üniversite gençliği tarafından Kemalist devrimlerin yeni ve daha yüksek bir aşaması olarak desteklenmiş ve kucaklanmıştı. Ne yazık ki bu dirilişin beli art arda gelen 3 askeri darbeyle kırıldı.
Bulgaristan 1968 atılımını yaşayamadı, anlayamadı. Bizde 1968 kuşağı yani kafası kökten değişmiş yürekli modern nesil oluşmadı. Bunun için son dönemde 2.5 milyon emekçimiz Batıyı boyladı. Çaresizliğin çıkışını kaçmakta aramak yıkım doğurur.
1970’lerde bizde her kasabaya iki, bir de her köye bir üretim atölyesi kurularak, herkesi hem tarlada, hem fabrikada, kimseye başını kaldırıp bakmasına izin vermeden çalıştırdığımızdan, ana iş gücü olan insan emeğinin özdevinimli makinelerle yapılabileceğini düşünemiyorduk. Yeni teknolojinin insan emeğinden defalarca yüksek verimlilikle hayat hakkı istediğini göremiyorduk.
Bize. Kuranı Kerimde “gün gelecek insanlar kendi kendilerine konuşacak” diye yazıyor, deyenler, ne söylemek istediklerini açmadıklarından, cep telefonları çağının kapımızda olduğunu, total iletişim devriminin büyün dünyayı bir köy kadar küçülteceğini düşünemedik.
Başımızı kaldırıp düşünmeye vaktimiz de yoktu aslında. Okuduğumuz kitaplar eskiydi. Düşünce tarzımız zamanını doldurmuştu. Yöneticiler halkın toplu zekâsından defalarca geri olan bir kafayla laf salatası yaparak yeniliklere sözde “yol açmak” peşindeydi.
Olmuyordu. Olmadı. Olamazdı da.
1960 – 1980’ler arasında bizim dünyadan ne kadar geride olduğumuzun doğru anlaşılabilmesi için inandırıcı bir örnek vermek istiyorum.
1917’devrimiyle Rusya’da gerçekleşen Ekim Devri, üretim tarzı daha fazlasıyla step köylülerinin orak çekiç gücüne dayandığından, ne sanayide, ne de tarımda üretimsel atılım (modern sanayileşme) yapabilmesi için güç kaynağı bulamadı.
Kapitalist üretim tarzıyla rekabette yalnız işçi sınıfının heyecanı yeterli değildi.
Lenin “kapitalizmle sosyalizm arasında emek verimliliği yarışını kazanan, dünyanın yeni efendisi olacak” derken haklıydı. Feodal üretim biçiminden modern kapitalist ya da sosyalist üretim biçimine geçmek o kadar zordu ki, üretim ilişkilerini değiştirmek için hayata çağırdığı yeni üretim güçleri henüz ufukta yoktu.
Öyle de olsa, herkesin bir kısmeti vardır, sözü de deneyimlerden gelmiştir ve öyle de oldu.
Kapitalist dünya 1929’larda çok derin bir dünya bunalımına düştü. Buhara dayanan üretim tarzı zamanını doldurmuştu. Ekonomide ve sosyal hayatta durgunluktan hareketlenmeye geçilerek, bunalımdan çıkılması ancak buhar gücünün dizel ya da elektrikli devinimle değiştirilmesiyle mümkün olabilecekti.
Aynı toplumsal düzen içinde iki ayrı aşama olan üretim biçimine gerçekleşmesine gerekli olan bir ana mali kaynak gerekliydi. Eski makineleri satarak kurtulmak ve elde edilen parayla yeni üretime yaşam gücü verme zamanı gelmişti. Demir çelik kömürle ısıtılan fırınlarda cevherden elde ediliyordu.
Dönüşüm yapacak sanayinin bel kemi olan “A” sınıf ağır sanayi idi.
Yenilenebilmesi için eski “A” sınıf sanayiden kurtulmak gerekiyordu. Grafit çubukla elektrik gücüyle demir çelik hurda eriten potalar henüz üretilmemişti. Dermansız derde Sovyetler derman oldu. O ağır bunalım yıllarında kapitalist dünyadan eski donanımı, eskimiş fabrikaları satın aldı. Onlar yıkılıp, hurdaya çıkarılsaydı, elden beş paraya çıkarılsaydı, elektriğe dayanan üretime geçmeye gerekli kaynak bulunamazdı. İşte tam o zaman Batının yardımına koşan Ekim Devrimi Sonrası Rusya olmuştu. Batı kapitalist dünyasında ne kadar sökülen makine, torna, freze, baskı ve başka ne varsa hepsini Stalin Rusya’sı satın aldı. Ve böylece dünyaya “büyük sosyalist sanayileşmeyi” olarak tanıtılan olayı gerçekleştirdi.
Evet, Batı kapitalizminin hurda makineleriyle sosyalist sanayileşme devrimi gerçekleştirilmişti. Ve İkinci Dünya Savaşı’nı Stalin bu üretim araçlarıyla yaptığı silahlarla ve Rus halkının kahramanlığıyla kazandı.
Sosyalizm yıllarında Bulgaristan’a getirilen Sovyet teknolojisi işte bu üretim tarzına dayanıyordu.
Biz 1989’da sosyalist üretim tarzı totaliter diktatörlük biçiminden kurtulurken aslında, işte bu eski üretim teknolojisinden kurtuldu. 1980’lere kadar “büyük başarı” olarak tanıtılanlar aslında zamanını daha İkinci Dünya Savaşı’ndan önce doldurmuş üretimlerdi. “Kremikovtsi” Demir Çelik Fabrikası, silah üretim tesisleri, gübre fabrikaları, konserve fabrikaları ve hatta bütün tekstil sanayimiz böyleydi.
Japonlar 100 metrede bir düğüm olmayan kumaş üretiminde dünyanın başını çekerken, bir metre karede 10 – 15 düğüm atıyorduk. Batı dünyası “derin dondurucu çağına geçtiğinde” biz soyulmuş ve soyulmamış domatesleri kavanozlara doldurmaya çalışıyorduk.
İtalya ve İspanya’da portakal bayramı günlerinde 1000 ton narinciye ezilirken biz yılbaşında bir muz ya da bir portakalın tadına baktık diye seviniyor, kivi ile mandarinin ne olduğunu kırkımızda öğrendik. Yasak olan her yerde toplumsal gelişmenin durduğuna akıl erdiremiyorduk.
Bilgi gökten Kitapla inmişti, Mark ile Engels 156 cilt, Lenin ise 105 cilt yazmıştı, T. Jivkov da başkalarına yazdırıyor ve kendi adından gece gündüz kitap çıkarıyordu. Kitapla gelen bilgiler bize geliyordu. Ötekiler “kör cahildi.” okusalar da anlamıyorlardı. Oysa işler hiç de öyle değilmiş.
Hurdaya çıkarılan ve yerine bir tek yeni makine konamayan bir dönem yaşıyoruz.
1968 atılımını yaşamayan insanımız 1990’da çaresizdi. Üzerimize yıkılan, hurdaya çıkarılan ve ihraç edilip Türkiye demir çelik potalarda eritilen üretim araçlarımız aslında tarihsel açıdan zamanını tamamen doldurmuştu. Basra Savaşında elimizdeki tanklar çölde kaldı. Yani eritilip yok edilmesi gerekiyordu. En büyük gücü düdüğü olan trenler, elektrik lokomotiflerine yenik düştü. Bulgaristan’da üretim araçlarının eskimesi yeni bir olgu yarattı, üretim güçlerini işsizler ordusuna kattı. Zamanını yaşamış üretim araçları, yeni teknolojiyi kucaklamaya hazırlıklı olmayan üretim güçleri, kızışan üretim ilişkileri, mühendislerimizden bulaşıkçı, öğretmenlerimizden çilek toplayıcısı, işçilerimizden çöpçü, hatta opera sanatçılarımızdan temizlikçi yapan, görülmeyen sihirli güçtür.
Ben bu yazımda, Ah Vah Etmek Yok! demek istiyorsam, tam bunun içindir.
Ve bu işin bir acı ve durmadan sızlayan bir yanı da var, ona da değinmek istiyorum.
İsimlerimizin değiştirilmesi, bize, babalarımıza, analarımıza uygulanan devlet terörüdür.
Sonunda 1945 – 1990 arasında yaşanan 3 büyük göç. Bu zülüm, yukarıda anlatmaya çalıştığım, üretim güçlerinin tarihin gerisinde kalmasından, üretim biçiminin “sosyalizmin temellerini atma”, “reel sosyalizm”, “gelişmiş sosyalizm,” “ileri sosyalizm,” “komünizme son adım” gibi aşamalarla göz boyaması, çıkmaza battıkça halkı korkutmak için beraberinde değişik zülüm, sindirme, sındırma, korkutma, cezalandırma, kovma ve bezdirme yöntemleri uygulanmıştır.
Ben bu yazımı sizlere şunu söylemek için yazdım.
Sosyalist sistem üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki mücadelede Batı üretim tarzına yenik düşerken bizdeki rejim Batı devlet kapitalizmini kopyalamaya çalıştı. Bugün tam çöküş yaşanan bir Bulgaristan’da ayakta duran bir ceset, “dimdik görevdeyim” deyen bir iskelet, “beni batı sulasa ben yine yeşeririm” deyen bir saçmalık var. Bu saçmalığın bekçiliğini de devlet tekel sosyalizmini yaratan ve bir türlü elinden çıkaramayan, aslında elinden çıkarmayı pek istemeyen Bulgaristan Sosyalist Partisi (BKP) var.
Bu partinin yamağı olan Hak ve Özgürlük Partisi de aynı işin (çıkmazın) içinde bir oyuncaktır.
1990’dan önce korkutulan ve sindirilen, yaşaması haram edilen halkımız bugün aynı korkunun içinde olduğundan, koyu yaz sıcağında başlarını birbirine dayamış ve beyaz bir bulut gibi ovanın ortasında, ikindi vakti yakıcı sıcakta hep aynı yerde tutuluyor. Havada yakıcı güneş, dilleri bir karış dışarıda köpekler gölgede, her yer anız, her yer diken, her yer taş tezek. Kutsal hakkın tezek kırmaktır. Koyu sıcağın titreşerek dalgalandığı uçsuz ova boş – “siz özgürsünüz, istediğiniz yere gitmekte hürsünüz” diyenler, koyu sıcakta birbirinin nefesiyle serinlemeye çalışan koyunların hiçbir yere gidemeyeceğini çok iyi biliyorlar.
Değil bir yere gitmeyi, başlarını bile kaldırmayacaklarını da iyi biliyorlar.
Baksanıza! Batıdan, komşudan gelen tütün tekellerine, anlaşmalara, sözleşmelere, vaatlere, kandırmalara rağmen, tütünler üreticimizin elinde kaldı. Tütünün yıllanmışı para etmez, desek de tutmadı.
“Zararınızı devlet karşılayacak!” diyorlar.
Hükümetten düşerseniz ne olacak? Diyoruz cevap olarak.
Hangi devlet ha!? Diyoruz.
25 Mayıs 2014’te “oyunuzu verin!” ve “Paranızı alın!” diyorlar.
Ah Vah Etmeyin, “oyunuzu verin!” diyorlar. Artık bizim hiç birimizin hiçbir şeyi “oyumuz” kadar kıymetli değil. Ne tarihimiz, ne kimliğimiz, ne hünerlerimiz, ne gençliğimiz, ne de güzelliklerimiz.
Hiçbir şeyimizin bir kâğıt parçası kadar geçerliliği yok!
Herşeyin üstünde olan “oy.”
Biz artık insan değiliz, biz oy makinesi olduk. Hak da “oy”, özgürlük de “oy.”
Yaşamasak da “oy” verip yaşamaya devam ediyoruz…
Oyunuzu verseniz, AH VAH ETMEK YOK, tütün parası da “yok.”
Oy yoksa, çeşmede su, ampülde elektrik, meydanda otobüs, çocuklara okul, fırında ekmek hiçbir şey “yok!” Hiç bir şey “yok.” Zaten hiçbir işe yaramayan hurda haline gelmişiz.
Biz her yerimizden ve her bakıma sımsıkı bağlanmışız.
Ahırdaki eşekten farklı, boynuzundan bağlı öküzden farkı, biz her yerimizden her her bakıma sımsıkı bağlıyız.
Dünyamız yıkılmış haberimiz yok.
Biz sımsıkı ve kıskıvrak bağlanmışız.
Biz hak ve özgürlük zincirleriyle elimizden belimizden, ayağımızdan başımızdan bağlanmışız, haberimiz yok. Ah Vah Etmek Yok!