Bulgar TV ve Radyoları son dönemde verdikleri kaza, facia, felaket haberlerinde isim söylemekten kaçınıyor. Son hafta büyük doğal afet ve kazalar yaşadık. Vidin, Montana ve Haskovo bölgesinde taşan dereler köprüleri götürdü, köy evleri bugün var bakarsın ertesi gün çökmüş, köylere baktıkça insanın içi acıyor. Eski Osmanlı kiremitleri karışmış, oluklar varla yok arasında, iki ucunu zor bağlayan yaşlılar tuğla bile olmayan çit duvarlar arasında sıkışmış kalmış. Dert yananlar duvarın gittiğine değil, konserve kavanozların, soğanın, patatesin derdine düşmüş. Tarım kooperatifçilerinde 40 yıl tarla kır emeğine karşı aldıkları emekli maaşları 150 – 180 leva. Suya mı elektriğe mi?

Bu haberler zaten can acısı da bir de çöken köprüyle araçlarıyla birlikte sele karışan insanların kaybolması, bulunamaması, bulunsalar da isimlerinin ve soyadlarının nedense söylenmediğinden ötürü, kim olduklarının bilinememesi sorunu var. Son günlerde Haskovo yolunda Doktor Ramadan 4 kişilik ailesiyle birlikte böyle bir faciaya kurban oldu. Araba hurda bulunmuş da selin götürdüklerinden kimse bulunamıyor. Devletin ilgilileri aramaktan vazgeçmiş. Köylülerimiz toplanmışlar dere, baraj boylarında kendileri aramaya devam ediyor.

Yine bu hafta Cebel’de 24 yaşında bir Türk Bayan 7 yaşındaki kız çocuğuyla birlikte kaldıkları dairede ölü bulundu. 3 hafta önce öldürülmüşler. Koku komşulara sıçramış da kapıyı açmışlar ve bir de ne görsünler. Cesetler bıçaklanmışmış. Adları anlayamadık.

Resmi açıklamalara göre Bulgaristan’da günde 126 cinai olay oluyor. Polis Müdürlüklerinde kapağı kapanmış dosya sayısı 1 milyon. Bu ay Varna’da 7 kişi canına kıydı. Adsız sapsız olaylar aldı yürüdü.

Ara sıra, bu devlet çöküyor demek geliyordu aklımdan da, hadi kimsenin hatırını kırmayayım diye o satırları yazmıyordum ama ölenler hep bizim insanlarımız, tanışlarımız, akrabalarımız, soydaşlarımız olduğundan acıyor işte, için için acıyor insanın içi…

Bazen içimden bitsin artık bu masal demek istiyorum. Her gün tekrar eden yalan dolan olayın hikâyesi hep bana bizim bir gerçeğimizi hatırlatıyor.

Siz de bilirsiniz, bilmez olur musunuz, hadi yeri gelmişken bir de birlikte hatırlayalım:

Gelin alıcı eve döndüğünde davulcular bilmedikleri ve belki hiç görmedikleri notaların başını gözünü tokmakla yarmaya devam ederken, başı duvaklı nazlı gelin kaynana evine girerken tam eşiği atlayacak ve her defasında

“Ah!” demez mi?

“Ah!” deyip ikinci defa ikiye bükülmez mi?

Ne oldu? demeye bırakmaz gelin kızımız.

“Ah!” derken kapının pervazında derman arar.

“Attan inerken ayağım bertilmiş!” diye ekleyiverir.

Ayak havada, kaynata eşiği altta, Kaynana yetişir.

“Güzel kızım, ne oldu sana?” der soluk soluğa.

Bilir kaynanalar bu yapmacık “bertilme”, “bükülme” oyunlarını çok iyi bilir. Hatta bekler. Hemen elleri hamurdan çıkmış, elinde ve koynunda olsa hemencecik cici gelininin boynuna asıverecekmiş gibi bir edayla, her şeyimi gelinime feda etmeye hazırım havalarına girip, elini koynuna sokup hemen alınması ve bir tek takılması kalmış edasıyla, şöyle bir gezdirir elini başörtüsünün altında, entarisinin üzerinde ve sanki çok önemli bir yerlere sokmuş da soktuğu gibi hemen çıkarır. Eli avucu boştur, ama olsun. Gerdanlığı, bilemedin beşibirliği, daha da bilemedin sarı lirayı, daha da bilemedin bir tomar parayı kıvranan gelininin boynuna yapmacık da olsa hakikatten takıyormuş gibi yapar. Ve tam o anda, duvağını birazcık aralar gibi yapan ve hakikatten beşibirlik, sarı lira, gerdanlık gibi bir şeyin boynuna takılıp takılmadığını yoklamak isterken, bir şey olmadığını anlayınca, bir daha ama bu defa çok daha yüksek ve acınası bir sesle

“Ah!” diye kıvranır ve bu “ah” öyle bir “Ahtır” ki, birkaç adım ötede duran ve olayı izleyen kayın peder de dayanamaz.

“Gelin kızım, ağlama sızlama, geçer, bertilmiştir, gül suyuyla oğlunca, bir şeyi kalmaz, geçer deyecek,” ama gelin oralı değil, kınalı ayağı beşiğe basmıyor, gözleri havada yere bakmıyor.

Şu Yukarı Harman arkasındaki çayırı, pınar altındaki bahçenin yarısını, Aşağı Düzlükteki tarlanın ırmak kenarını, korudan her sene bir araba odunu, geçen yılın karını vs. vs. size vereceğim, ha geç kızım, basıver geç, derken, duvaklı gelinin dili çözülür ve ayağını eşiğe indirirken,

Ne zaman?, diye sorar.

Kaynata bir kaynanaya, bir öteki gelinlere bakar, çünkü onlara da aynı vaatlerle beşik atlatmıştır ve

Veririz canım, bu yıl olmazsa yakında veririz, zaten size kalmayacak mı? , diye yuvarlamaya başlar.

Gelin de ne yapsın eli boş, boynu boş olsa da bir defa gelmiş, nasip kısmet vaat edilendeymiş, deyip kendini avutur ve kaynata evine girer.

Bunlar hep bizim gerçekliğimizden, adı var kendi yok, kendisi olsa oluru yok işlerden. Bundan da masallaştırmışız.

İşi politikaya çekmeden önce daha ciddi bakarsak, seller bize “HERŞEY SİZE BAĞLI OLAMAZ! KENDİNİZE GELİN!” demek istiyor. Her gün yineleyen afetler, bizim Bulgaristan sosyal işlerine benziyor. Herkes bol keseden vaat ediyor. Hatta bazıları, işin ne olduğunu bile bilmeden “BU İŞŞLERİN HEPSİ BANA BAĞLI, PARALARI BEN DAĞITIYORUM!” diyecek kadar ileri giderek herkesin inandığını sanıyor. Çark hep fakire fukaraya karşı dönmeye devam ediyor.

Çok kötü bir durumdayız. Aldatıldığımızın bilincine varamazsak, işin içinden çıkamayız. Dereye “bizim dere” diyebiliyoruz. Selin götürdüğü rahmetliler de “bizim” şehitlerimiz. Ama yasalarda bu kötülükler seline karşı birlikte karşı koyma hakkımız, mücadele etme hakkımız, bireyselmiş. Bireysel haklarımız, kolektif haklarımızın üstünde ve önündeymiş.

Şu seçim sistemi Arap saçı gibi karışık olmasa, hepsini sele kaksak diyeceğim, ama millet cahil, oraya “X”, öte tarafa “V” işaretini icat ettiler. Nerde bizde iki ayrı yere, iki ayrı işaret koyacak kafa? Kafa mı kaldı? Bir de her işte vekâlet istiyorlar. Notere gittim. Ben bir avukata şu Bulgaristan’da 25 Mayıs 2014’te yapılacak AB seçimlerinde benim pusulamı salıversin diye vekâlet veremeye geldim, Noter bey, dedim. Daha deyemedim di, kestirip attı. “Olmaz!” dedi. O da biliyor işlerin karma karışık olduğunu, diye düşündüm. Yahu her iş vekâletle olur da Bulgar’da oy verme işi neden avukatla olmaz! Düşün, işin yoksa düşün! Bu hak, benim bireysel hakkımmış. “Ferağ at etsem” diyorum. O da olmuyormuş. Bu benim en kutsal hakkımmış. Öte dursun, diyecektim ama demedim. Çünkü bu hakkımın adını bilmiyorum, adsız işi, elimin tersiyle itemem, bu hak bana yapışmış gibi…

Bizim dere, bizim köprü, dere yatağı, köprübaşları işleri Avrupa Birliği eline düşeli iyice karıştı. Adamlar dere yataklarını temizlemek, sudan, selden, rüzgârdan, taşkından yıkılan ağaçları, kırılan dalları toplamak için bandan bandak para gönderiyoruz diyor, bize gelen yok. Nereye gitti bu paralar diye soran da yok. Bu paraların neye gönderildiğinin adı sanı da yok.

Bu paralar bizim muhtarlıklara, örneğin Doktor Ramadan’ın bütün ailesinin telef olduğu köyceğizin deresine ya da 50 yıl önce yapılmış köprüsünün onarılmasına yatırılana kadar makamlar arasında adsız sapsız dosyaların içinde buharlaşıp kayboluyor. Bu gidişle biz hepimiz de bir gün yok olacağız. Ne sebeple yok olduğumuz da tam olarak anlaşılamayacak ve dosya adsız kalacak.

Yapılan son proje dosyaları karışmış. Bazı köylerde Bulgar kalmadığı tespit edilmiş, raporları Çingene dosyalarına koymuşlar ve Avrupa Birliği’ne Bulgaristan’da kala kala 300 bin Çingene kaldı, her yıl % 16 azalıyor, birkaç yıla kadar bitecekler, diye bildirilmiş ve buna dayanarak AB komisyonu dere tepe, patika, temizleme onarma, arıtma masraflarını kaldıralım, demiş. Çünkü insan olmayan yerde, boşa para harcamanın da bir anlamı yok. Şu dosya adlarının karışması Bulgar köylerinin başına ne belalar açıyor, değil mi? Acıyorum doğrusu.

Bu arada, Ukrayna bunalımından, Kırıma Rus bayrağı dikilmesinden ve Donets eyaletinin de daha birkaç eyaletle birlikte Rusya’ya bağlanma niyetinden çok sinirlendiğimizi anlayan Moskova “bunlar iyilikten anlamıyor” tespitinde bulunmuş ve tur operatörlere, bütün turistleri Türkiye’ye yönlendirin, emri vermiş. Bunu işiten AB, zaten fırsat kolluyor, “turistlerin çöpünü temizlemek için parasal yardım göndermemeye karar vermiş.” Tabii bu yardımlardan geçinenlerimiz vardı. Şimdi herkes ne yapacağını şaşırmış durumda, “söylesek yanlış”, “susak yanlış,” bu işleri düzeltse düzeltse “Peevski düzeltir,” deyenler hiç olmazsa karanlık içinde biricik umut ışığı görebildikleri için huzurluymuş.

Biz hep yalandırıldık. Tam bu yazımı kaleme aldığım gün, bundan bilmem kaç yıl önce Çernobil AES patlamıştı. Bize o zaman kimse şunu yemeyin, şu sudan içmeyin, sokağa çıkmayın falan demedi. “Hiç kimse hiçbir şeyden haberdar olmazsa, işin alası olur!” mantığı üstün gelmişti. Parti sustuğuna göre, bize söz düşmezdi. Kısanın kısası, o zaman bu işin adı konmadı. Adı konmayan işin davası da açılamadığından, ölenler, sakatlananlar oldu ama yargılanıp cezalandırılan olmadı, çünkü bu adta dosya yoktu.

Söylenmemiş yalan, yarı yalandır. Japonlar bizden daha kötü olmalı: Nakasaki ve Hiroşima’ya US Atom bombası düştüğünde halka” Gülün! Radyasyon gülen adamdan korkar!” demişler ve her kes gülmüş. Bunu göre Amerikalılarsa, “Hepsi birden delirdi?” şimdi ne yapacağız?, derdine düşmüş ve apışıp kalmışlar.

Avrupa Birliği’ne muhtarlıkların sunduğu projelere para gelmemesi adetten oldu. Yağışa, sele, çamura, çöküntülere çare bulma yollarımız şimdilik tıkalıdır. Tasarım sunsak, bu yazılıp çizilene, resim, video, CD eklesek, ölü ve yaralı isimlerini sıralasak, talimatlara uyarak rüşvet olarak Sofya’ya taşıdığımız ama sel götürdüğü diye çobanla birlikte çekilmiş resimleri de ekleyerek hazırlattığımız raporlar bile sökmüyor. Bu işin adı, başı ve sonu yok. Son raporumuzda AB’ye “kavanozlarını sel götürdü, yiyecekleri bitti” demişiz.

Hemen cevap gelmiş: Turfandayız, pazardan alsınlar, deyivermişler.

Böyle gelmiş 25 yıldan beri böyle gidiyor. Şeytan aldı götürdü – masalına benziyor. Çok acı ve acıklı, acıtıcı. Bu Vatanda biz yaşıyoruz!

Neriman ERALP

Reklamlar