Ertaş ÇAKIR
Tarih: 20 Ocak 2017
Özgürlük ve demokrasi koşullarında değer yargılarının değişmesi doğaldır.
Benim Felsefem
Kardeşliğe can suyu yaparım ben alın terimi
İlahi bir rahatlık kaplar bedenimin her yerini
Toplarım da hoşgörü ağacının meyvelerini
Son mekânım olan mezarıma memnun yatarım
Bu felsefi görüş, Silistreli sevilen şiir çınarımız Naim Bakoğlu’ndan geldi.
Bu felsefi dörtlüğün ana kavramları yani bizim dünya görüşümüzün ana sütunları kardeşlik, hoşgörü ağacı, alın teri, meyveler ve mezara memnun yatmaktır. Bu bizim için genel geçerlidir. Biz Bulgaristan Türkleri hayatta hiçbir kimseyi kendimize ne köle yapmaya çalıştık, ne de köle sahibi olmak istedik. Fakat geçen yüzyıl öyle bir itham ve suçlama fırtınasına kapıldık ki, 21. yüzyıla da sarktı ve hala hızı kesilmiyor. Sayın Bakoğlu BENİM FELSEFEM şiirini 24 Nisan 2015 sabahı yazmıştır. Önemli olan onun felsefesi daha önce de aynıydı ve 2 sene sonra şimdi de aynıdır, şu da var babasının, dedesinin ve biz Bulgaristan Türklerinin hepimizin felsefesi ve dünya görüşü aynıdır. Biz herkesin iyiliğini düşündüğümüz için bunun böyle olmasını arzulamaya devam ediyoruz.
Öz değerlerimize dayanan bu dünya görüşü, şairlerimizin de ilham kaynağı olduğuna göre, Hak ve Özgürlük Hareketi’nin de temel ilkelerini oluşturmalıydı ama tam tersi oldu. Halk yaratıcılığında hiçbir ayırım yapılmaksızın kardeşlik ve birlikte yaşamaya hoşgörülü çağrı olan dünya görüşümüze çamur atılmaya bugün de devam ediliyor. Bu konularda HÖH eşkıyacılık anlayışı Avrupa Birliği’nin topluluk ülkelerinde tarihten ve sanattan sıvri uçları çarpıtmaları çıkarın davetine uymayan ülkede Bulgaristan ve ülke medya yayınlarının yarısını elinde tutan HÖH-Peevski-Mafya medyalarıdır. “Lağım Kanalı -1” yazımda da değindiğim gibi, “24 Çasa” gazetesi, 24–25 sayfalarının yarısına Polonyalı bir ressam olan ve geçen yüzyılın başlarında Ukrayna’da Osmanlı Sultanı’nın Balkanlarda huzur bozucularla başa çıkamadığı hatta onlara karşı ılımlı davrandığı için görevden uzaklaştırdıktan sonra Ukrayna’ya sığınan Sadık Paşa’nın dostluk ettiği Konstantin Makovski’nin “Din ve Milli Dava Uğruna İşkence Gören Kadınlar” tablosunu koymuştur. Gerçeğe dayanmayan bu tablonun Avrupa Konseyi tarafından kullanılmaması kararı olduğu bilinmelidir. Sadık Paşa dediğimiz ve komitacılık yıllarında Koca Balka’nın kâh güneyinde kâh kuzeyinde başıbozuk paşası olarak kılıç salladığı bilinir. Mesela Stefan Karca’nın çetesi Sliven Balkanı’nda belirse, onlara haber gönderip, “şimdi biz buralardayız uzaklaşın” haberi gönderdiği anlatılır. Öz geçmişine bakıldığında Sadık Paşa bir Leh asilzade soylusudur. İsmi Mihail Çaykovski olan, lise öğreniminden sonra Paris’e okumaya giden, orada Mason Locasına alınan, tahsilini tamamladıktan sonra ise Osmanlı Sultanı’nı Mason Locasına kazanmak vazifesiyle İstanbul’a gelen, 35 yaşında sünnet olduktan sonra da Müslümanlığı kabul edince Paşa (General) rütbesiyle ödüllendirilerek Balkanlar’da eşkıyalarla mücadele ödeviyle görevlendirilen biridir. Yakın dostu olan ressam Makovski’nin Osmanlıyı ve Türkleri tanımadığına kanıt olan bu tablodan başka 1876 olaylarına benzin döken bir Bulgaristan’a ve Balkanlara ayak basmamış ve 1876’da Oksford Üniversitesinde öğrenci olan Oscar Waild’ı da ilave etmek gerekir. O da “Bulgaristan’da Hıristiyanların kılıçtan Geçirildi” yalan destanının müellifidir. Bu destan’da şu yalanlar çiçek açmıştır:
“Burada nefes aldığımız havada
İnilti ve korku var.
Başı kesilmiş papaz,
Teni sıcak,
İşitmiyor musun şu zavallı
Çocuk cesedinden gelen
İniltiyi“
Kuşkusuz olmadığı için hiç kimse tarafından işitilmemiş olan iniltilerin 141 yıl sonra tozlu ve gıcırtılı bir plak gibi yeniden gramofona konmasının çok önemli nedenleri olması gerek. Her hangi bir konuda bir yazıyı basmak için ön ücret olarak 5 bin US Dolar isteyen “Militery History” (Askeri Tarih) dergisinin Ocak sayısında “Kötülüğün Yüzü” başlıklı yazısında uydurma katliamları güncelleştiren uydurup uydurup yazarak ünlenen Amerikalı parmaktan emici Riçard Celsı sahneye birden çıktı.
Bu gelişmelerin ardında çok derinlerde bir sızıntı olduğu doğrudur. Bu defa rahatsız olan tarafın Washington kaynaklı olduğundan, Balkanlarda Büyük Türkiye etki alanının genişlediğinden rahatsız olmuş olmaları muhtemeldir. İşte böyle “Osmanlı köleliği”, “Osmanlı katliamları”, “Osmanlı kılıcı” efsanelerine can verilmeye çalışılıyor. Tarihsel görevini gereği gibi yapmış olsaydı, HÖH partisinin Bulgar tarihindeki o kör cahil milliyetçilerin gece karanlığında yazdığı defteri çoktan kapamış olması gerekirdi. Fakat o bunu yapmadığı gibi altına “Lağım kuyusu” açtı ve fırsat kollayarak Türklüğümüzü, onarımızı, kardeşliğimizi ve hoşgörümüzü havaya uçurmak için altını barut ve başka patlayıcı doldurdu.
Tarihsel gerçeklere bakıldığında, İstanbul’da tahsil gören ve daha sonra milli uyanış davasının idesel temellerini, program ve ilkelerini derleyen Georgi Sava Rakovski gibi Bulgarların Osmanlı’dan ayrıldığında Rus çizmesi altında “köle” olacaklarını açıkça görebilmiş ve yazmışlardır.
O yıllarda Georgi Sava Rakovski’nin yazdığı, sosyalizm yıllarında (1944-1989) toplatılmış ve yasaklanmış olan, “Rusya’ya Göç Etmek Bulgarlar İçin Ölümü Seçmektir” adlı kitabında şöyle demiştir:
“ Rusya bizi demir prangasına öyle güçlü bağlayacak ki, Rusyalı olduktan sonra alacağınız yardımları siz ve çocuklarınız kanınızla ve hayatınızla ödeyeceksiniz. Siz Rusya çizmesi altına girdiğinizde, sizi büyük toprak sahiplerine (pomeşçiklere) satacaklar ve onlar da size içi boş birer Çingene kulübesi bina edecek karar toprak parçası gösterecekler. Kamcık sırtınızdan inmeyecek. Kuru kara ekmek ve işlenmemiş deriden eski elbiseler için koşum beygir gibi çalışacaksınız. Siz Rus iri toprak sahiplerinin ebedi kölesi olacaksınız ve onlar sizi istedikleri vakit istediklerine satacaklar” Bunları yazan Rakovski Bulgaristan’ın bağımsızlığı için mücadeleye, 1841 ayaklanmasına katılan bir eylemci ve yazardır. Fakat o Osmanlı’dan ayrılmak isteyen Bulgar halkını “Rus köleliğine” karşı sürekli uyarmıştır.
Yukarıda yazdığım gibi, konu 141 yıl sonra da olağanüstü günceldir. “Lağım Kanalı -1” de anons ettiğim üzere, “Bulgarlar Osmanlı’da köle midiler?” konuya bir de 10 yıldan fazla HÖH Merkez Konseyinde çalışan Prof. D-r, Psikolog, halen Sofya Üniversite’nde ders okuyan ve birçok eseri olan Lüdmil Georgiev açısından bakalım. Pros Georgiev 2 dönem HÖH milletvekili olan İvan Palçev’in “Kentavırlar Zamanı” kitabına yazdığı SONSÖZDE şöyle diyor:
Sayfa 320:
“Olaya, önce felsefi ve psikolojik olmak üzere eleştirel konumdan yaklaşalım. Bir defa, Bu kadar uzun bir tarihsel dönemde (500 yıl – çev.) bir toplumun durumu kölelik gibi, toplumsal yaşamın özünü yansıttığı iddiasında bulunan bir tek kavramla tanımlanamaz. Osmanlı devrinde, Bulgarların yaşamında şurada burada, adına kölelik denebilecek şu ya da bu belirtilere rastlanabilir, fakat bu uzun devrin bir tek kategori ile tanımlanabilmesi olanaklı sayılamaz. Üstelik Osmanlı İmparatorluğu devrinde, Türk İmparatorluğundan söz etmiyorum, o zaman Bulgarların mülkiyet hakkı vardı ki bu da Bulgarların köle olmadığını büyük bir kesinlikle ortaya koyar, çünkü bir kölenin mülk hakkı olmadığı gibi aile kurma hakkı da yoktur. Bununla birlikte şu da unutulmamalıdır, 18. yüzyılın sonlarından 1878’e kadar Osmanlı İmparatorluğu’nda iş gören en iri iş adamları ve tüccarlar Bulgar’dı. Yattığı yer nur olsun benim öğretmenim olan Prof Minço Semov yıllar önce bu konuda parlak bir eser kaleme almıştı. Şu da çok önemlidir. Türk devleti, bundan 100 yıldan daha kısa bir süre önce (1923) Mustafa Kemal Atatürk’ün Osmanlı İmparatorluğunu hezimete uğratmasından, 36. ve sonuncu olan Sultanı kovmasından ve veliahtlarının Türkiye Cumhuriyeti’ne geri dönmelerine yasak koymasından sonra kuruldu. Başka bir değişle, Türk ulusal kimliğinin oluşup gelişmesi koşulları, III. Bulgar devletinin yeniden kurulmasından yarım asır sonra gerçekleştirmiştir ki, bu da “Türk esareti” gibi iki sözlü bir kavramın kafa karıştırmaktan başka bir şey olmadığına kesin kanıttır. Bu, şairler tarafından kullanıma uygun bir izafettir, fakat gerçekliklerle hiçbir ilintisi bile yoktur ve olamaz.10 yıldan beri tartışma konusu olmaması gereken bu gerçekleri tekrarladıktan sonra, nüfuslu Bulgar tarihçiler ve nihayet Bulgar Bilimler Akademisine bağlı Tarih Enstitüsü 2016 yılında Bulgar toplumunun “Türk esaretinde” bulunmadığını kesin olarak beyan etti. Ne var ki, bugün de olsa biz Bulgarların “kölelerin” torunları olduğumuzu bir anormallik olarak karşılıyorum.
(Aynı zamanda şu “kölelik” iddiaları, biz Türklerin kardeşlik ve hoşgörülü özümüzle hiçbir konuda bağdaşmayan bir iddiadır ve baştan sona düzmecedir.)
İkinci olarak şu çok iyi bilinmelidir:
“Nesilden nesle Bulgar toplumunun 500 sene “Türk esaretinde” kalmış olduğu fikrinin itham edilmesi Bulgar toplumda olduğu kadar, Bulgaristan’da yaşayan Türkler halk topluluğunda da, hem gerçek olmayan hem de çok derin yaralar açan psişik algılar yaşatmaktadır.
Bu, Bulgarlar arasında, onların artık 138 yıldır kendini yineleyen yaşamında ve bir topluluk olarak olduğu gibi onların her birinde bir kişilik olarak da “köle kompleksi” yaşatıyor. Türkler arasında ise bir imparatorluğun mirasçıları havaları estiriyor. Ve toplumda birbirini kovalayan iki tutarsızlık paralel yaşıyor, Bulgar kolektif psişiği “Türk esaretini” ne kadar ısrarla istemiyorsa Türk ortak ruhu da üyelerine “bir imparatorluk varisleri olduklarını” fısıldıyor. Bunun bir de tersi var: Bulgaristan Türkleri kendilerini bir “imparatorluğun mirasçıları” gibi daha fazla hissettikçe, Bulgarlar da onlara karşı daha güvensiz, daha öfkeli ve daha düşmanca davranıyorlar. Bu iki gerçeğin 1878’den beri değişik biçimlerde ve farklı şiddetle sürekli etkileşim ve kapışma halinde olmasından doğansa korkudur. Bu açıdan bakıldığında duygularımızın yaşam içinde geliştiği dikkate alındığında bizim beraber yetişen ruhsal dünyamızda kaynayan kazanları görebiliriz. Biz Bulgarlar “Türk esareti” fikriyle tarih boyunca uğradığımız hezimetlere ve başarısızlıklarımızın hepsine özür bulabiliriz. Ne ki, aynı zamanda “kölelik kompleksi” Bulgarların kendi başarısızlıklarının mazeretini Almanya, Sovyetler Birliği, Birleşik Amerika, NATO ve Avrupa Birliği’ne yüklemeden, kendi yaşamlarında ve dolayısıyla kendi devletlerinde gerçek bir özne olabilmelerini engelliyor. Çünkü ülkedeki somut ortamda birliktelik halinde yaşarken, her hangi bir yerde gizlice, ama mutlaka “zalimin varisinden” korku bir yerlerde tıklıyor. Şu da iyi bilinmelidir ki, hayallerindeki “imparatorluk mirasçıları” duygularıyla yaşayan Bulgaristan Türkleri de 1878’den beri 5 – 10 defa tekrar eden sözüm ona “soya dönüş” tehlikesinin “hezimete uğratılanların” mirasçılarının kini olarak bir daha baş gösterebileceği korkusu yaşamalarına neden oluyor. Sonra bu kışkırtmaların sonu gelmiyor. Bulgarlarla aynı ortamda yaşadıkları müddetçe Bulgaristan Türkleri peşlerini bırakmayan bir korku yaşamaya devam ediyorlar. “
İşte bizim yazılarımızda anlatmak istediğimiz tam da bu “korku” ruh halinin kaldırılmasıdır,
Bulgaristan Türk ve Müslümanları 1990 senesinde hiç tanımadıkları, daha önce yüzünü görmedikleri ve sesini işitmedikleri Türkçesi 40 kelime olan Ahmet Doğana “ben sizin huzurunuzun güvencesiyim” dediği için inandılar. O ise “lağım kanalı” kazdı ve basmayın buraya hepinizi uçururum gibi “daha büyük” bir korku yarattı. Korkuların en kocamanı olan “Moskov korkusunu” çağırdı ve “keserim biçerim” diyor ve hepimizi yok etmeye çalışıyor. Bu konu bizim ana konumuzdur. Biz korkuyu yenmek zorundayız. Korkuyu yenemezsek bize bu topraklarda hayat yoktur. Ebediyen mağdur olmak mecburiyetindeyiz. Gül gülistanlık vatanımız da çöl olacaktır. Bu zafer bizim olmalıdır.
Devami “Lağım Kanalı – 3”