Raziye ÇAKIR
Bulgaristan Türklerinin 20. yy. tarihlerinin en önemli olayı 1989 Mayıs Ayaklanmasıdır.
Bu daha başlangıçtı.
Aydinlik bir dünya sonra ki gelecek günlerde kurulacaktı.
Selam olsun o dünya için ayaklananlara!
Selam olsun o dünyayi kuracaklara.
Emeği geçenleri kutluyorum.
Selam olsun mutlu geleceğin uzun soluklu yolcularına!….
Ve bu uzun soluklu yolcular bugün bizim aramızda. Ayşe teyze, mahpusçu Haşim, kör Ali, öder Rafet, öğretmen Müzeyyen, paskal Hüseyin, nalbant Mehmet, sütçü Hasan, börekçi Hatme, bideci Fatma, oyacı Bedriye, kantarcı Rasim, hemşire Hacet, arabacı Orhan,onbaşılar, çavuşlar, hacılar, hocalar ve daha kimler kimler!…Hiçbir zaman kimliklerinden hiçbir şey yitirmemiş olanlar ve birbirlerinden utandıklarına aldatıldıklarını birbirlerine anlatamayanlar. Hâlbuki açsalar yüreklerini, paylaşılan dert yarı derttir, beldi de sebebin sebebini ve başlarına gelenlerin nedenini birlikte bulabileceklerdi.
Onlar, ama hep önlerine baktılar. Ekmek teknesi başında una, tuza, suya; tarlada toprağa taşa çapaya; ahırda danaya, düveye samana baktılar. Başlarını kaldırım açan çiçeklere, kokan bahara bile bakmadılar.
Ogün bu gün onlar kendilerinden utandı. Neden böyle oldu diye içten içe kendi kendilerini kemirdi. Yurt bıraktı, memleket değiştirdi. Kafasını duvara vuran oldu.
Ne yazık ki, davanın kutsallığına öyle inanmıştı ki, akla en yakın olanı düşünemedi. Anlatan olsa da inanmadı…
Nasıl olurdu, hainliğe akıl erdiremedi, kardeşlerim benim.
Hâlbuki soramadıkları sorunun cevabı dillerinde, ellerinde, önlük denen fıtalarındaydı.
ŞEYTANLA KABAK EKENİN, KABAK BAŞINA PATLAR!
Ve olan oldu.
O onlar güneşe doğru tertemiz akıyordu.
Evlerinden, köylerinden, derelerinden sel gibi çıktılar.
AYAKLANMA DENİZİNE katılırken, ara sularda, zehirli akıntı girmişti sele, kuşkulanmadıklarından fark edememişlerdi.
Saflarına sızan ve başa geçmeye çalışan yürekleri bozuk, vicdanları zehirli, gözleri bulanık, ruhları kirli, ruhsuz hainlerdi.
Ve bu sunuşun başka bir anlatımıysa şöyleydi:
İsim ve kimlik değiştirme, “soya dönüş”, “Bulgarlaştırma” trajedisiyle 1984-1985’te açılan ve kanayan büyük yarayı izleyen gözlem adamlar (totaliter generaller ve bu işle birlikte başa çıkalım diye çağırdıkları KGB generalleri) ortak çalışmalarına başladı. Önce tepki gösteren halk arasından uçuşan “sineklerin” konacağı bir yapışkan yarattılar. Türklerin işi tütündü. Tütün yaprakları da sıcakta yapışkan bir su salardı. Tütüncüler bu sudan tiksinmezdi. Önce yapışkan bulundu. Doktora tezini gizli savundu. Bilimler Akademisi Felsefe Fakültesi’nde sandalye gösterildi. Bazı Üniversitelerde öğrenci önüne çıktı. Suya sabuna dokunmayan yazılar yazdı. Bir general kızıyla yaşıyordu.
Dobriç’in Baraklar (Bakalovo) köyünden Necmettin H. Hak, Zahid Vahid ve Mümün Mustafa ile birlikte 1985 baharında Sofya’ya geldiğinde niyetleri temizdi. Yapışkan (ajan) “Sava” (Ahmet Doğan) ile başkentte görüştüler. ( O zaman üçü de Ahmet’in ajan olduğunu bilmiyordu) Ajan Sava bağlı olduğu subay aracılıyla generallerle danıştıktan sonra illegal mukavemet örgütü kurma fikrini destekledi. İllegal Türk Mukavemet Teşkilatı kurulmasını sabırsızlıkla bekleyen GÖZLEM ADAMLAR (görülmez rejisörler – generaller) hareketlenmeyi beklerken birçok hazırlık da yapmıştı. Her şey yazmış, basmış hazır etmişti. Adı sapı, ismi cismi olmayan bu gizli örgütün Tüzük ve Kuruluş Bildirisini Ahmet onlardan aldı. Daha sonra (10 Ocak 1990) Varna’da Hak ve Özgürlükler Hareketi kurulurken de mahkemede tescil işlerini bile gizli servis görevlileri yapmıştı. Bu ilk görüşmelerinde ajan Sava Necmettin H. Hak, Z. Vahid ve M. Mustafa’ya bir Gizli Teşkilat Tüzüğü ile bir Politik Bildiri verdi. Hak’ın daha sonra anlattığına göre, bir de İvo Andriç’in “Drava Köprüsü” kitabını okumalarını tavsiye etmişti. Bu kitapta ihanet eden birinin ağzından kakılan ve götünden çıkan bir kazığa 3 gün çakılı tutulduğu anlatılır. Acaba, “ben sizi ele verdim, ama siz de beni ele verirseniz, üçünüzü de kazağa çakarım” mı demek istiyordu. Yine daha sonraki yıllarda HÖH Genel Başkan yardımcısı Osman Oktay’ın paylaştığına göre “A. Doğan kendinden korkan insanlarla çalışmak istiyordu. Bu üçüyle “Drındar” köyündeki görüşmelerinde ise Osmanlıya başkaldıran Bulgar asilerden “Hristo Botev’in hayat öyküsünü okuyun” demişti ki, Botev yakın dava arkadaşları tarafından kurşunlandıktan sonra, kellesi bir kazağa çakılmış ve bugünkü Vratsa şehri sokaklarında üç gün gezdirilmişti. Kendisi de sonraki yıllarda başka bir Bulgar savaşçı olan V. Levski’nin hayat öyküsünü yazacağını ilan etti, fakat Levski’nin Türkler tarafından dar ağıcına asılmadığı kanıtlanınca vazgeçti. Aslında Türkler merhametliydi ve kedi sıçan oyunlarına bayılırdı.
Dobriç’e dönerken N. Hak’ın beraberinde götürdüğü Tüzük, tam istedikleri gibiydi. Özünde “koyu ırkçı” ve aşırı milletçi olan ve Türkler ile Müslüman ahali üzerinde bir etnik soykırım olan “soya dönüş” politikası şiddetli faşizmdi. Müslüman kamuoyu ve dünya tolumu yalanla aldatılmak isteniyordu. Müslümanların isimleri zorla değiştirilmişti, fakat Bulgar adlarını gönüllü aldıkları yayılıyordu. Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlar üzerinde bir etnik soykırım yapılmıştı. Totaliter rejim azınlıkların kararlılığını ve cesaretini yanlış okumuş ve bu yüzden Tüzükle azınlıklar ayaklanmaya davet ediliyordu.
Tüzükte aynen şöyle deniyordu: Bizim geleceğimiz kendi ellerimizdedir. Hiç Bir halka özgürlük hediye edilmemiştir, hürriyetler savaşımla elde edilir.
Ve dikkat ediniz lütfen: Bulgaristan’da Türk Halk Kurtuluş Hareketi (BTHKH) özgürlüklerimizi kazanmamız davasında öncümüzdür. (Alıntılar verdiğim Tüzük BTHKH kurulmazdan önce yazılmıştır. Örgütün adı da önceden konmuştur. Tüzük de önceden yazılmıştır. N. Hak ve arkadaşları Sofya’ya gelişlerinde gizli teşkilatı henüz kurmamıştı. Kurulmamış bir teşkilatın hazır belgeleri eline verilmiştir.)
Tüzüğün II. Bölümünde BTHKH’nin ödevleri sıralanmaktadır. Bu ödevlerin arasında anadilini kullanma hürriyeti ve Bulgaristan Türklerinin öz kültürleriyle yaşama haklarını elde etme hedefi yoktur. (Özü bakımından bu Tüzüğün Pomaklar için yazıldığı izlenimi doğuyor. Çünkü 1989 Aralığının son gününde Bulgaristan Müslümanlarının isimleri ve din hakları iade edilirken, Türklerinin ana dili ve etnik kültüründen söz bile edilmemişti.)
Tüzüğün III. Bölümünde, temel ödevler sıralanırken, a) dinsel hakların elde edilmesi birinci yere konmuştur ve bu fıkra da Tüzüğün özel olarak Pomaklar için hazırlanmış olduğuna işaret ediyor. b) politik mücadele biçimlerini sıralarken, terör yönlemlerine baş vurmadan barışçı mücadele biçimleri kullanılmasına işaret ediyor. Bu “savaşım” Tüzüğü Bulgaristan Halk Cumhuriyeti 1971 Ananası’na ve 1975 Helsinki İnsan Hakları Bildirisi’ne uygun şekilde kaleme alınmıştır. Mücadelede silah kullanılmaması, ancak ekonomik direniş şekillerinden yararlanılması, iş yavaşlatma gibi ayak diremeler öne çekişmiştir. Sanki bu Tüzüğü yazan Aralık 1984 ve Ocak 1985’te Bulgaristan Türklerinin üzerinden tankla geçildiğini ve herkesin ezildiğini görmemiş ve işitmemiştir.
Tüzüğün V. maddesi terörizmin her çeşidini kınarken, VI. Madde ise, Birleşmiş Milletler Örgütü İnsan Hakları Komisyonu, Avrupa Parlamentosu İnsan Hakları Komisyonu ve İslam Ülkeleri Konseyi, Büyük Devletler v.b. Bulgar totaliter rejiminin Bulgaristan Türklerinin haklarına tecavüz etmesini kınaması isteniyor.
Ahmet Doğan’ın daha hiçbir örgüt kurulmadan N. Hak ve arkadaşlarına böyle hazır bir Tüzük vermesi ve teşkilat kurmayı hemen kabul etmesi, bundan tam 29 yıl önce daha mayalanırken, daha kurulmadan, daha yapılanmadan Bulgaristan Türkleri Hak ve Özgürlükler davası. Örgütü ve partisi içine kurt düştüğünü ve bu kutsal davanın özünü kemirerek yediğini ve artık insan arasına çıkacak, kimsenin yüzüne bakacak hali kalmadığından sığınaklara kapanıp çaldıkları paralarla yaşadıklarına en büyük kanıttır. Bir yılan ne kadar eğri büğrü kıvrılarak gitse de deliğinden çıkarken doğrulmak zorundadır. O gün çok yakın.
Soru 1: O zaman (1985’te) artık 12 yıllık gizli polis servisi ajanı olan (1973-1985 dönemi) Ahmet Doğan’ın irtibatta bulunduğu sivil polis subayına danışmadan, Bulgar Bilimler Akademisi’nde felsefe doktoru işini bırakıp “ben gizli bir mukavemet teşkilatı kurulması teklifini kabul ediyorum ve size katılıyorum,” demesi, olacak iş mi?, mümkün olabilir mi?
Yanıt: Asla olamaz! Yetiştirilmesine o kadar çok masraf edilen, üniversitelerde okutulan, cebi parasız bırakılmayan, önemli ve derin bir ajanın ihanet etmesinin cezası ancak ve yalnız “KURŞUN” dur. Başka bir şey olamaz. Ahmet Doğan bile bile, danışlı dövüş ihanet ettiği için öldürülmedi. Sağ kaldı. Gizli servisteki gizli görevine devam etti ve bugüne kadar devam ediyor. İşler o kadar gelişti ki, DANS – gizli polisine başkanı da 2013’te kendisi atamak istedi. Onun, 1985’teki önemli yeni vazifesi kurulacak olan illegal Türk mukavemet örgütünün başına geçmekti ve o başardı, şansı yaver gitti ve Başkan oldu.
Başka bir şekilde ve farklı örnekleyerek anlatıldığında olay şudur.
Yazımızın başında, sorunun cevabı dillerinin altında, ellerinde veya önlük denen fıtalardaydı derken, şunu demek istemiştim:
Bizim kadınlarımız mısır ekerken tohumu önlüklerinde taşır. Hiç ayrım yapmadan elini önlüğe salıp dörder beşer tohum alır ve ocak ocak ya da göz göz eker. Kimse hangi tohumda ne çıkar acaba diye düşünmez. İşte 1985 Sofya görüşmesinde N. Hak, Z. Vahid ve M. Mustafa ile A. Doğan sözde birbirlerine inanip ve güvendiklerinden aynı ocağa ekilmelerine razı oldular. Onlar zor dönemin 4 istidatlı evladı, geleceğin kahramanı olacaktı. 4 mısır tanesi gibi toprağa gizlendiler. Gizli örgüt kurmayı karara bağladılar. 1985’te Bulgaristan Türk Milli Kurtuluş Hareketi (1985-1986) kurulurken bu dört tohumun dördü de topraktaydı, dördü de bitti, bir iki yaprak saldı, birinci kazımda Z. Vahid ile M. Mustafa söküldü. Karığın kenarına kondukları an soldular. Kökünden sökülen mısır başka bir yere dikilemediği gibi, onlar da bitti. 1989’dan sonra yapılan ikinci çapada N. Hak da çıkarılıp kenara kondu. A. Doğan tek kaldı, kazıldı, sulandı. Bulgaristan’da 1990’da öyle bir hava yaratıldı ki, sanki Hak ve Özgürlük davasını tozlaştıracak başka mısır püskülü yoktu.
İşler dört kişiden biri ve aslında bir hain olan Ahmet Doğan’ın eline böyle kaldık.
Gizli polis zafer kazandı. İşlerin 2. aşamasına da şöyle geçildi.
04. 01. 1990 günü Varna’da Emin Hamdi’nin dairesinde 33 kişi yeni ismini Halim Pasajov’un koyduğu HAK VE ÖZGÜRLÜK HAREKETİ temelleri atılırken, bu defa Program ve Tüzük Sofya’da “Simeonovo” Polis Akademisinde kaleme alınmıştı. Varna Mahkemesinde tescil ettirilmiş ve Ahmet Doğan’ın eline tutuşturulmuştu.
Daha teşkilatın kurulduğu gün Program okunurken, ideolojik davadan gelen ve sözlerin anlamını iyi algılayan H. Pasajov ile A. Doğan arasında bir tartışma çıktı. Konu: Bulgaristan Türklerinin Bulgar ulusundan mı, yoksa Türk dünyasından mı, bir azınlık olduğu üstüneydi. Ahmet “Biz Bulgar Ulusundanız!“ tezini dayatınca, yollar ayrıldı.
Bundan böyle Türklükten yana olan kurucu delegelere sağlam bir çenede çürük diş gibi bakılmaya başlandı. Hepsi birer ikişer kimi iğneli kimi iğnesiz söküldü, örgütten atıldı, kalanlar çift sürmeye devam ediyor, kovulanlar Türkiye Cumhuriyetinde yaşlı soydaşlar arasında emeklidir. Bugün artık HÖH Merkez Yönetim Kurulu’nda Kurucu Meclisten tek üye yoktur. Örgüt tamamen gizli polisin eline geçmiş ve hatta eski bir generallin torunu olan milletvekili tarafından yönetilmektedir.
İzninizle: ŞEYTANLA BUĞDAY EKEN, SAMANINI ALIR!
Devam edecek.