Yazan: Rafet ULUTÜRK
Konu: Gelenek sistemimizi oluşturamadık
1989, Bulgaristan Türklerinin ZAFER YILIDIR. Bu Mayıs ayı ise Mücadelemizin DORUK noktasına ulaştığı aydır. Tarihimizde uzanıp tutabildiğimiz en yüksek yıldızdır 1989 Mayıs Ay aklanmamız.
Bir ayaklanmayı anlayabilmek ve anlatabilmek için kitap okumak yeterli olmaz. Çünkü dünya tarihinde planlı ayaklanma olmamıştır.
1989 Mayısında bizler kitaba deftere göre ayaklanmadık. Zaten hareketlenen kitlemizin yarıdan fazlası okur yazar bile değildi.
Biz Bulgaristanlı Türkler Bulgarlardan tam 113 yıl sonra ayaklanabildik. Onlar 1837 yılında Osmanlı idaresi altında ilk liselerini (Gabrovo) açarken, biz Bulgar idaresi altında ilk lisemizi 111 yıl sonra açtık.
Buyük şair Mehmet Akif Ersoy,
“Felaketin başı hiç şüphe yok cehaletimiz,
Bu derde çare bulunmaz ne olsa mektepsiz.” diye haykırıyor ve insanlarımızı uyarıyordu.
Hiç bir sosyal oluşumun, Türk kimliğinin biçimlenmesinin, geleneklerimizi ayakta tutup geliştirerek zenginleştirebilmemizin okul ışıkları yanmadan gerçekleştirilemeyeceğine inanmış büyük önder Mustafa Kemal Atatürk de şunları eklemişti:
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir!”
***
Kendileri yıl aşırı ayaklanan Bulgarlar, sanki ayaklanma psikolojisi teorisini kendileri yazmış, “akan yara savmaz” gerçeğinden hareketle, Türk topluluğu olarak hak ve özgürlüklerimizi elde etme mücadelemizin mayalanmasını, birikim yapıp haksızlık ve adaletsizliğe karşı isyan etmemizi göçe zorlama siyasetiyle bastırıp boğabildi:
Bulgaristan İstatistiklerine göre,
1893-1902 yılları arasında 9 yılda 70 bin 603;
1923-1939 yılları arasında 16 yılda 198 bin 769;
1940-1949 yılları arasında 9 yılda 21 bin 353;
1950-1951 yılları arasında 2 yılda 154 bin 393;
1969-1978 yılları arasında 9 yılda 130.000;
1989 yılında SADECE 3 ayda 345.000 ve bugüne kadar toplam 720 bin Bulgaristan Türkü Türkiye Cumhuriyetine göç etmiştir.
Küçüklü büyüklü göçler geçen yüzyılda her bir Türk ailemizin bitmeyen sızısı oldu. Biz hep azaldık, küçüldük, söndük, ezildik ve nihayet biz de insanız bilinci ve ruhuyla Mayıs 1989’da öz haklarımız uğruna ayaklandık.
O gün bu gün yine durumda pek önemli değişikler olduğu söylenemez. Çocuklarımız yine cahil, okullarımız kapalı, babalarımız işsiz, annelerimiz üzgün ve hepimiz umutluyuz.
Umudumuzun anlamı “bu gidiş gidiş değil, her gidişin bir de dönüşü vardır” cümlesinde özetlenebilir.
Biz 1989 Mayısında ayaklanırken, kitle psikolojisi kitapları okumamıştık, ayaklanmanın taktik ve stratejisi sözlerini işitmemiştik, isyanda önderin (liderin) rolünün son derece büyük olduğunu da işitmemiştik; bir ayaklanma esnasında sıradan insanların şahlanan ruhunun en zırhlı araçlarla silahlanmış askeri birliklerden daha güçlü ve yenilmez olduğunu da hatta o zamanları düşünememiştik;
Fransız, İtalyan ve Alman Devrimlerinden sonra yurtlarından kovulan isyancıların 4 dilli ve kantonlu bir İsviçre federasyon kurduklarını da bilmiyorduk; en kötüsü de isyandan sonra bizi de sonsuz bir sel gibi Türkiye sınırına akmaya zorlayacağımızı da tahmin edememiştik.
Önemli değil, Türk Halkı ayaklanmış olmamız ve ayaklanmamızın hedefi olan Todor Jivkov’un komünist-totaliter baskıcı ve terörist rejimini 10 Kasım 1989’da devirebilmiş olmamızdı. Bizler pes etmedik. Zafer bizimdi, ama istediğimiz gibi kutlayamadık. Verdiğimiz kanlı mücadeleyi, tonlarca gözyaşımızın aktığı örneğin Mestanlı’da ayaklanmacılar ile silahlı milis, asker ve siviller çatışmasını şairlerimizden Süleyman Ardalı şöyle yaşatmıştır:
MESTANLI MEYDANI
Namusluluğunun, çalışkanlığının ve sabırlı oluşunun cezasını çeken insanlarımız.
Terk edip gecelediği dağ başlarını ve içlerine akıtarak göz yaşlarını
gömdü soğuktan donup ölen bebelerini,
çevirdi nihayet düşmana gözlerini yürüdü.
Ve önünde mertçe durmaya,
Yürüdü çilesinin hesabını sormaya.
Ye üç nehir taşıverdi teknesinden
Üç nehir harıl harıl doldurdu sokakları
Ye çıplak ayaklarıyla çiğneyip kan
Üç nehir Mestanlı Meydanı’nda karşılaşacaklardı
Meydan temizçeydi, dardı.
Ve Mehmetler, Aliler, Ayşeler, Zeynepler küme küme, birer birer
Köy yollarını geçtiler,
Dağ bellerini aştılar karşılaştılar.
Ürkek ve kararsızdılar önceleri
Yalın kılıçlar gibi yalın
Ve çıplak elleri
Bir yandan masum insanlarımız
Topu tüfeği ile düşman öbür yanda.
Terasından seyrediyor balkan Kasabı Kurnazdır, bilir işini
Sırıtarak seyrediyor bak Tankların çocuk arabalarını ezişini…
Ey düşman, yanına mı kalacak bu?
Temerküz kampına çevirsen de her yanı
Doğup öleceğiz, ölüp doğacağız
Görünceye dek çilemizin hesabını.
Yüzümüzdeki hüzün Şehitlerimizin yasıdır.
Kanımızla boyanan bu meydan
Bu şehrin bizim oluşunun damgasıdır.
***
Ve bu ayaklanmanın hiç bir sebebi bizden kaynaklanmadı. Doğmaz düşmanlık yüreğimizde. Ve bugün bana sordukça torunlarım “Neden böyle oldu be dede?” diye, hep şu masalı anlatıyorum:
“Bir yığın kirpi soğuk bir kış günü birbirlerini ısıtmak ve ayazda donup kalmamak için birbirine iyice sokulmuştu. Gelgelelim, biri ötekinin dikenlerini kendi vücudunda hissetti; bu da onları yine birbirinden uzaklaştırdı. Isınma gereksinimiyle ne zaman birbirine yaklaşsalar, dikenlerinin birbirinin vücuduna batması gibi tatsız bir durumla karşılaşıyorlardı. Böylece iki kötüden biriyle ötekisi (soğuk ile dikenlerin batması) arasında gidip geldiler, sonunda birbirinin yakınlığına en çok katlanabilecekleri bir uzaklık keşfettiler, bunun sağladığı az buçuk bir ısıyla yetindiler ister istemez.”
Bu masal bizim Bulgarlarla neden yapamadığımızı anlatır.
Biz katlanmayı öğrensek de onlar öğrenmek istemediler, biz yetinsek de onlar yetinmediler, bizim olanın hepsini almak, bizi de göçe zorlamayı tercih ettiler, bize karşı baskı ve terör uyguladılar.
Babalarımızın ataları, bizim de babalarımız gibi olmak istememizi çok gördüler. Bizi model aldıkları kendi benlerine benzetmek istediler.
Bugün de “Bulgar Etnik Modeli” gibi başka bir ara-model uydurdular ve bizi eritip yok etmekten vazgeçemediler.
Bizden Bulgar Taklidi yaratmak istediler.
Asıl kalma, kendimiz olma ve asla taklit olmama mücadelesinde biz doğal bir kitleydik. Türk halk topluluğuyduk. Büyük ayaklanmamızdan önderimiz Peygamberimiz ve Allah’ın adaletine sonsuz inancımızdı. Kitlemizi ayakta tutan büyük güç haklı olmamız ve hiç bir kimsenin hiçbir şeyinde gözümüz olmadan bizim olanı istememizdi, Mayıs 1989 Ayaklanmamızdan büyük sayıda kurban verdik.
Kurşunlananları gören sahip çıkan olmadı. Daha sonra onlara Anıtlar diktik. Yeni bir kuşak yetişti. Ne yazık ki hafızasındaki Bulgaristan Türklerinin şanlı öz tarihi sayfaları boş, şarkılar, türküler, şiirler söylemiyor, göndere diktiğimiz bayraklarımız dalgalanmıyor.
Her sabah Türklük anıtı içmiyor.
Ayaklanma ruhu kitaplardan öğrenilmez dedik, o telkin edilir, kuşaktan kuşağa aşılanır. Bir bireyin duygularını ve heyecanını kitleye aşılamak sanatların en büyüdür. Devrimci eğitimi ölüme gidecek gençler yaratmaktır ve bu işin okulu hayatın kendisidir. Eylemlere geçenler bizde de isyan suyundan içmeye olağanüstü yatkın, düşüncelerinden ağırbaşlılıktan coşkun ve yargılarında aceleciydiler, öyle şahlanmışlardı ki,, hiçbir kimseden akıl almadıkları gibi, öz güvenle silahlanmış, öz saygıdan ve sorumluluktan uzaktık. Haklarımız için ayaklanmıştık. Özgürlükleri de kendimiz için değil hepimiz için istiyorduk.
Bizim isyanımız, eskisi, gibi çalışmak ve yaşamak, devamlı tırmanan bir baskı altında yaşamak istemediğimizin sembolüydü. Dava ortaktı, bireyler kitleyi kitle de bireyleri büyülemiş ve herkes birbirine kaynaşmıştı.
Ve bugün 27 yıl sonra, elde edemediğimiz haklarımız yine pazarda, biz yine yalnız kuruma hakkımız olan bir değnek gibiyiz, hayat suyu çekilmiş bir dernek baştan başa özgür olsa da ne olacak!
Bütün Ayaklanmaların suçluları ve katilleri yargılanıp ipe çekilmiştir. Bizimkiler paşa gibi yaşıyor, hatta hainler için özel köşkler inşa edildi, paşalık sürüyorlar.
Bizim İsyanımız bitmedi.
Memleketimizden kovulduk ama pes etmedik. Baharla birlikte yeniden uyanmak istiyoruz. Ufukta umut görüyoruz.
Gelecek mutlaka bizim olacak!
Mayıs direnişlerimizin ayıdır.
Direnmek bizim geleneğimizdir!
Ateş geleneklerimizin içindedir.
Okuduğunuz için teşekkür eder ve paylaşmayı unutmamanızı arzu ederim.
Saygılarımla,