Geldikleri, doğup büyüdükleri topraklarda kıtlık vardı denemez!
Ama yeterince doymuş oldukları da söylenemez!
Korktuklarından göç etmeye güç kazandılar!
Onlara delicesine güç veren korktuklarından biri yanındaydı, çocuklarıydı!
Çağrıldılar; geldiler!
Çağrılmadılar; gene geldiler!
Kovuldular; …bir kez daha geldiler!
Gönüllerince dönenleri de oldu, kalanları da!
Kalanlar onulmaz hasretleriyle buradadırlar; değişmekte ve değiştirmektedirler.
Göç, Bulgaristan Türklerinin hayatında her zaman önemli bir yere sahip olmuştur. Periyodik olarak, dönemin özelliklerine göre, farklı sayıda Bulgaristan Türkü Türkiye’ye göç etmiştir, ancak bu konuşmanın amacı 1989 göçü üzerinde yoğunlaşmaktır. 1989’un yaz aylarında Türkiye’ye 2.5 ay gibi çok kısa bir süre içerisinde yaklaşık 400 bin Bulgaristan Türkü akın etti, 21 Ağustosta Bulgaristan-Türkiye sınırı Türkiye hükümeti tarafından kapatıldıktan sonra da bu göç dalgası durmadı, dolayısıyla konuşmamı sayısı çok daha yüksek rakamlarla ifade edilen bu göç hareketi ile sınırlamak istiyorum.
Bu göçü hem günümüze en yakın olduğu için, hem daha önceki göçlerden son derece farklı olduğu için, hem de bu olayı şahsen yaşadığım için sizlerle paylaşmak istiyorum.
Önce bu sancılı olayın nedenlerini açıklayayım.1989 göçünü neye bağlayabiliriz, bu kadar kişinin aynı anda evlerinden, işlerinden, sevdiklerinden, hatıralarından kopma kararı almalarının sebebi nedir?
Bulgaristan Türklerinin Türkiye’ye göç etmesini tetikleyen en önemli etken sosyalist rejimin asimilasyon eğimleri olmuştur. Bu çabalar 1980’lerde doruğa ulaştı ve 1984’te ‘Soya dönüş’ (‘vızroditelen protses’) başlığı altında Bulgaristan Türklerinin isimleri Bulgarlaştırıldı, Türkçe konuşmaları yasaklandı, etnik kimliğini ve dini inançlarını ifade eden her tür sosyal ve kültürel faaliyet yasaklandı. Ancak Bulgaristan Türkleri, hükümetin planladığı gibi, Bulgar kimliğine teslim olmadı, örgüt veya birey düzeyinde yürütülen kimlik koruma çabaları 1989 yılının Mayıs ayında ‘Mayıs Barış Hareketleri’ adı altında yapılan yürüyüşlerle doruğa ulaştı. Göstericiler ‘Biz Türküz!’, ‘İsimlerimizi İstiyoruz’ ‘Yaşasın Demokrasi’ gibi sloganlarla isteklerini bildirirken, devlet propaganda araçları göstericilerin özerklik istedikleri (ülkeyi bölmek istedikleri) ve Türkiye’ye göç talep ettikleri fikrini yaydı ve kamuoyunu yanıltarak temel insan haklarını talep eden göstericilere karşı düşmanlık duygusu uyandırdı. Mayıs olayları boyunca 24 saat içinde ülkeyi terk etme emri verilen yaklaşık 2000 kişinin Bulgaristan’dan ayrılması, 1989’un yaz aylarında gerçekleşecek göçün ilk sinyallerini vermiştir.
Hükümetin göç psikozunu nasıl oluşturulduğunu anlatmak için konuyla ilgili temel bir kaynağa, 2003’te basılan Soya Dönüş Sürecinin Gerçeği: BKP Merkez Komitesi Politbüro Arşivi Belgeleri başlıklı kitaba başvurmak istiyorum. Bu kitapta Merkez Komitenin o dönemde üzerinde yoğunlaştığı sorunlar yer alıyor, isim değiştirme sürecinin başarısızlığa uğrayınca Bulgar hükümetinin aldığı göç kararları açıklanıyor. Özet olarak sunacak olursam Politbüro üyeleri arasında geçen konuşmalar şu gerçeği ortaya koyuyor: Mayıs yürüyüşleri isim değiştirme sürecinin başarısızlığa uğradığını, Türklerin kendilerine empoze edilen Bulgar kimliğini kabul etmediğini göstermiştir. Bu noktada Bulgar hükümeti ‘soya dönüş’ sürecinin yeni bir adımı olarak göç’e başvuracaktır. Bulgar kimliğini reddedenler göçe zorlanacak, Bulgaristan’da kalanlara gönüllü olarak asimile olmayı kabul etmiş gözüyle bakılacaktır.
İki ülke arasında o dönemde göç kavramını meşru kılacak bir sözleşme olmadığı için de Bulgaristan medyası yaşanan bu sancılı olayı ‘büyük gezi’ (‘golyamata ekskurziya’) olarak isimlendirdi. Türk tarafında da, olaydan göç olarak söz edilse de, 1989’un yaz aylarında ülkeye akın eden B. Türkleri için, onları daha önce çeşitli resmi antlaşmalarla Türkiye’ye yerleşen muhacirlerden ayırt eden ‘soydaş’ terimi kullanıldı.
Bu olaylardan söz ederken ‘göç’ kavramını kullansam da, şu ana kadar yaptığım açıklamaların da gösterdiği dibi, yaşanan olay, sebepleri ve gerçekleşme biçimi olarak daha önceki göçlerden son derece farklıdır. Göç sonrasında dünyada ve iki ülke arasında yaşanan gelişmeler de ’89 göçmenlerinin daha önceki muhacirlere göre Bulgaristan’la olan bağlarının (orada yaşadıkları tüm olumsuzluklara rağmen) daha sağlam kalmasına neden olmuş, bu durum da globalleşen dünya anlayışına uygun bir kimlik oluşturma sürecinin önünü açmıştır.
’89 göçünün nedenleri ve diğer göç hareketlerine göre özel konumundan söz ettikten sonra bu göçmenlerin Anavatan’la ilk yüzleşme anlarına değinmek istiyorum, zülümden kurtulduğuna inanan bir kişinin gönlünde yaşattığı Anavatan imgesinin somut bir ülkeye dönüştüğü anlardan.
Herhangi bir zülüm ortamında, insan yaşadığı travmatik deneyimle baş etmek için, yaşama olan inancını sürdürebilmek için, hayali veya gerçek bir umut kaynağı oluşturur. Bulgaristan Türkleri için yoğun asimilasyon yıllarında bu umut kaynağı, tek umut kaynağı, Anavatan Türkiye imgesi oldu. İki ülke arasındaki sınırın kapalı olması, her tür haberleşmenin en düşük düzeyde tutulması Türkiye’nin Bulgaristan Türkleri tarafından idealize edilmesine, neredeyse gerçeküstü bir yer olarak hayal edilmesine neden olmuştur. Bu idealize edilen anavatan imgesi herkesin zihninde bu denli güçlü olmasa da, yıllarca süren iletişimsizliğin sonucu olarak, Bulgaristan Türkleri umutla gittikleri ülke hakkında yeterli bilgiye de sahip değildir, ayrıca yola çok kısa bir süre içinde çıktıkları için yaşayabilecekleri olası sorunlara da kendilerini psikolojik olarak hazırlayacak zamanları bile olmamıştır.
Bu da kaçınılmaz olarak Anavatan’a kavuşmanın coşkulu sevinci ile birlikte yoğun hayal kırıklığı da getirdi. Bulgaristan Türklerinin anavatan sevdasını ve onunla kucaklaşmanın verdiği coşkulu sevinci seçtikleri soyadları da yansıtmaktadır: ’89 Bulgaristan göçmenleri arasında genelde Vatansever, Ulutürk, Öztürk, Mutlu, Şen, Yılmaz gibi anavatana kavuşmanın mutluluğunu ifade eden soyadları yaygındır. Ancak, ifade ettiğim gibi, mutlulukla birlikte hayal kırıklığı da göçün ilk dönemlerinde yaşanan temel duygulardan biriydi.
Türkiye’ye gelenlerin bir kısmı burada bir hafta, bir ay veya daha uzun bir süre kaldıktan sonra tekrar Bulgaristan’a dönme kararı aldı. Bulgaristan’a dönen bu kişilerin bir bölümü, evlerine el konulması, eski işlerine geri dönememeleri gibi farklı nedenlerden dolayı Bulgaristan’da da yeni bir hayal kırıklığı yaşayarak yeniden Türkiye’ye gelme yollarını aramaya koyuldu.
Bulgaristan’a geri dönme (bu süreç genelde tersine göç olarak isimlendiriliyor) veya uyum sağlama sürecini zorlaştıran etkenler üzerinde kısaca duracak olursak iş, barınma ve farklı düzeylerde kültür uyuşmazlığı gibi sorunların yanı sıra, ‘yerli’ Türklerin kendilerini ilk coşkulu karşılamadan sonra ‘Bulgar’ veya ‘gavur’ olarak adlandırmaları, hatta daha eski Bulgaristan göçmenlerinin bile kendilerini dışlamaları, önemli etkenler arasında sıralanabilir.
Zamanla Bulgaristan ile Türkiye arasındaki çift yönlü hareket Bulgaristan Türkleri için normal, hatta kimliklerini en iyi şekilde ifade eden bir duruma dönüştü. 50’li veya 70’li yıllarda Türkiye’ye göç eden Bulgaristan Türklerinde göç sonrasında entegrasyona dayalı bir kimlik modeli oluşurken, ’89 ve daha sonraki göçmenlerde daha çok senteze dayalı bir kimliğin oluştuğunu görüyoruz. Senteze dayalı kimlik derken, ’89 Bulgaristan göçmenlerinin kendilerini her iki ülke ile özdeşleştirdiklerini vurgulamak istiyorum, Bulgaristan’la özdeşleşme derken ise, bunu etnik bir özdeşleşme olarak değil, Bulgaristan ile kültürel, sosyal ve ekonomik alanlarda somut ve soyut ilişkilerin sürdürülmesini kastediyorum.
’89 Bulgaristan göçmenlerinin Türkiye’ye uyum sağlamalarını kolaylaştıran etkenler üzerinde duracak olursak her şeyden önce büyük bir çoğunluğunun eğitimli ve iş sahibi olduğunu, çalışma konusunda cinsiyetler arasında fark gözetilmeden çalışabilecek durumda olan tüm aile bireylerin çalıştığını vurgulamak gerekiyor. Bu özellikleri sayesinde ’89 Bulgaristan göçmenleri (bu daha önceki göçmenler için de geçerlidir) kısa bir süre içerisinde ev sahibi oldu, ( ki ‘ev’ kavramı göçmen, sürgün ve benzer konumda olanlar için son derece önemlidir), ev sahibi olmak yeni ülkeye aidiyet duygusunu pekiştirirken temel göç sıkıntılarının da geride bırakıldığını müjdelemektedir.
Bir taraftan Türkiye’ye uyum sağlamaya çalışırken, ’89 Bulgaristan göçmenlerinin her iki ülkeye de bağlı olmalarına yasal zemin hazırlayan gelişmeler oldu. Bunlardan en önemlisi çifte vatandaşlık ve çift pasaport uygulaması oldu. Bu, Bulgaristan Türklerine Türkiye ve Bulgaristan vatandaşlığının ötesinde, Bulgaristan’ın AB üyesi olması nedeniyle, AB vatandaşlığını da kazandırmış oldu; demokratik gelişmeler ışığında orada çalışmış olanlar emeklilik maaşı alma, oradaki mülkiyetlerini geri alma, yeni mülk edinme gibi haklar edinmiş oldu. Böylece hem Türkiye’de, hem Bulgaristan’da yaşayan ve çalışan bir kesim oluştu. Bulgaristan Göçmenlerinin Bulgaristan’la olan güçlü bağları seçim dönemlerinde de açıkça gözlemleniyor. Bu dönemlerde birçok Bulgaristan Türkü (çoğu ’89 göçmeni) oy hakkından yararlanmak için doğdukları yerlere gidiyor (ve genelde oylarını HÖH lehine kullanıyor).
İki ülke arasında bir geliş-gidişten söz etsem de, bu tüm ’89 göçmenlerini kapsayan bir durum değil. Azınlık da olsa çift vatandaş olmayan, burada geçirdikleri süre boyunca Bulgaristan’a hiç gitmeyenler de var. Ancak böyle durumlarda bile Bulgaristan’a hayali yolculuklar yapılır.
‘Orası’ ve ‘burası’ arasında sıkışıp kalma durumu, zor bir yaşam biçimi olarak görünse de, çok yönlü bir etkileşim süreci başlatarak, bir yandan Türkiye’ye yerleşen Bulgaristan Türklerinde yeni kimlik ve aidiyet duygularının oluşmasına neden olurken, öte yandan Bulgaristan’da yaşamakta olan Türklerin hayatını ve kültürlerini de etkiledi.
Karşılıklı etkileşim Bulgaristan’dan Türkiye’ye ve Türkiye’den Bulgaristan’a eğitim görmek için giden öğrenciler, yılın bir bölümünü Türkiye’de, bir bölümünü de Bulgaristan’da geçiren emekliler, her iki ülkede de çalışanlar sayesinde sağlanıyor.
Şu ana kadar genelde 89 Bulgaristan göçmenlerini tanımlarken iki ülke arasında gerçekleşen sürekli bir hareketten söz ettim, hem oralı, hem buralı olduklarını ima ettim, bu gerçekte kolay bir durum değildir, ne oralı, ne buralı olma durumudur aslında, her iki ülkede ev sahibi olup evsiz olma durumudur, her iki tarafta da dışlanmaktır aslında. Bu durumu bir şair şu dizelerde açıklıyor:
İki ayrı gezegene basar ayaklarım
dönmeye başladığında onlar
beni de çekerler birlikte
düşerim
iki dünya taşıyorum içimde
ama bütün değil hiçbiri
kanıyorlar hiç durmadan
sınır çizgisi geçer
dilimin tam da ortasında
Bu şiir Almanyada yaşayan Türk yazar Zafer Şenocağı aittir, konuşmamın başında kullandığım şiirde de yine Almanyada yaşayan Türk şair Güney Dal Almanya’ya göç eden Türklerin dramını yansıtır. Bu şiirler, göçün, özünde hep aynı sorunları barındırdığı gerçeğini de sergiliyor. Almanya’da yaşayan Türkler Almanya’da Türk oldukları için sıkıntı yaşarken, Türkiye’ye geldiklerinde de ‘Almancı’ olarak damgalanıyor. Bulgaristan Türkleri bu arada kalmışlık durumunu ‘Bulgaristanda Türk diye aşağılandık, Türkiye’de Bulgar diye dışlandık’ ifadesi ile belirtiyor. Şimdi, 2000’li yıllarında, Bulgaristan’da ‘Türk’ ifadesini bir damga olarak taşıyan, ‘soya dönüş’ süresince ‘isimlerini geri almış Bulgarlar’a dönüştürülen; 1989’da Türkiye’ye göç ettikten sonra anavatanlarında Bulgar veya daha masum haliyle ‘Bulgar Türkleri’ olarak anılan Bulgaristan Türkleri şu anda Bulgaristan’a gittiklerinde de yine bir dışlanma ile karşılaşıyor çünkü onalr şu anda Bulgaristan’ın ‘almancıları’nı oluşturuyor.