Gülten RAYİMOĞLU

1980’lerin başı, Balkan coğrafyasının kaderine yeniden kanla, zulümle yazılmış bir sayfa daha ekliyordu. Bulgaristan’da, 1984-1989 yılları arasında Türk ve Müslüman azınlıklara yönelik, tarihe “zorunlu asimilasyon” veya halk arasında “Bulgarlaştırma” süreci olarak geçen bir insanlık dramı yaşandı. Peki, bu zulmün ardında ne vardı ve neden tarihin tozlu sayfalarına gömülmeye çalışıldı?

Kimliksizleştirmenin Başlangıcı
Bulgaristan’daki Türk varlığı asırlar öncesine dayanıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu topraklara yerleşmesinin ardından Türkler, Balkanların ayrılmaz bir parçası olmuşlardır. Ancak, 20. yüzyılın ortalarından itibaren Bulgaristan’da milliyetçi söylemler güç kazanmaya başladı. Sosyalist rejimle birlikte kimlik politikasını tek tipleştirme üzerine inşa eden Bulgar hükümeti, ülkenin Türk ve Müslüman topluluklarını hedef aldı.

1984 yılı, bu baskıların doruk noktasına ulaştığı dönemdi. Todor Jivkov yönetimindeki Bulgar hükümeti, Türklerin isimlerini zorla değiştirerek onları “Bulgarlaştırma” çabasına girişti. “İsim değişikliği kampanyası” adı altında binlerce Türk’ün kimliği silinmeye çalışıldı. Cemaatlerin ibadet etmesi yasaklandı, Türkçe konuşmak suç sayıldı ve insanların etnik kökenini hatırlatan ne varsa ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Doğan çocuklara Türkçe isim verilmesi yasaklanmış, mezar taşlarına dahi müdahale edilmişti.

Bir Halkın Direnişi: Kültürel Soykırıma Karşı Sessiz Çığlık
Bulgaristan Türkleri için bu süreç, sadece isimlerinden değil, kimliklerinden de koparılma süreciydi. Ancak zulüm ve baskı karşısında direniş gösteren bu insanlar, kimliklerine sahip çıkmayı bir onur meselesi haline getirdi. Gizlice Kur’an-ı Kerim okuyan, çocuklarına ana dillerini öğreten aileler, yaşanan trajedinin gölgesinde sessiz ama güçlü bir mücadele verdiler.
Binlerce kişi bu baskılara daha fazla dayanamayıp Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı. 1989 yılına gelindiğinde yaklaşık 350 bin Türk, göçe zorlanarak vatanlarından koparıldı. Göç yolları sadece umut değil, aynı zamanda acı doluydu. Evlerini, tarlalarını, hatıralarını bırakıp bilinmezliğe doğru yola çıkan bu insanlar, yaşadıkları travmayı nesiller boyu taşıdılar.

Sessizliğin Ardındaki Çağrı
Bugün, bu yaşananların üzerinden yıllar geçse de acılar hala taze. 1984 Bulgaristan Türklerine yönelik asimilasyon politikaları, modern dünyanın gözü önünde yaşanan bir kültürel soykırım olarak tarihe geçti. Ancak dünya, bu olaya ne yazık ki gereken ilgiyi göstermedi. Uluslararası toplumun sessizliği, zulmün derinleşmesine neden oldu.
Bu yaşananlar, yalnızca Bulgaristan Türklerinin değil, insanlığın ortak hafızasında bir kara leke olarak duruyor. Zira kimlik, bir insanın hayata tutunma şeklidir. Bir milleti yok etmenin ilk adımı, onun kimliğini unutturmaktan geçer. Bugün bu yaşananları hatırlamak ve unutmamak, sadece bir etnik grubun değil, tüm insanlığın sorumluluğudur.

Bir Daha Asla!
1984 Bulgaristan Türklerinin yaşadığı bu zulüm, bir kez daha “insan hakları” kavramının altını kalın çizgilerle çiziyor. Dünün mağdurları, bugünün tanıkları olarak bizlere bir çağrı yapıyor: Kimliklerimizi, kültürümüzü, değerlerimizi korumak, insan olmanın en temel gereğidir. Geçmişten ders alarak, gelecekte benzer trajedilerin yaşanmaması adına tarihimizi öğrenmeli, hatırlamalı ve anlatmalıyız.

Unutmayalım ki; hatırlamak, adaletin ilk adımıdır.
1984 Bulgaristan Türklerinin sessiz çığlığı, vicdanlarda yankılanmaya devam ediyor.
Bizler de bu sesi duymazdan gelmemeli ve insanlık adına bir daha böylesi acıların yaşanmaması için mücadele etmeliyiz.
Bu yazı, sadece bir dönemi anlatmak değil, o dönemde kaybolmaya yüz tutmuş hayatlara bir vefa borcu ödemek içindir.

Reklamlar