Muazzez YURDAKUL
Tarihimizi olayları yaşayanların anlatması bir başkadır.
Artık gençlerimiz de tarihimizin tüm ayrıntılarını öğrenmeden önümüzü görmemizin olanaklı olamayacağına inanıyor. BG SAM yayınlarının en büyük kazanımı ve katkısı bu oldu.
Gençlerimizi kendi tarihimizin hassasiyetlerine öğretirken bugünü doğru analiz etmeye ve yarın doğrularını aramaya yöneltebildi.
Son haftalarda Türkçeye çevrilmiş Bulgar yazarlarından Vera Mutafçieva’nın “Endişeli Yıllar” kitabından Osmanlı’nın son döneminde geçen olayları tarih itibarıyla izlerken daha birinci sayfada “zengin köyler”, “zengin Bulgarlar” , “şehirlerin zengin Bulgar mahalleleri”, “Türk mülkü olmayan yeni evler”, “çardaklı yeni evler” gibi bazı ifadeler özellikle dikkatimi çekti. Dönem 1876 Bulgar Nisan Ayaklanmasından öncesidir. Şöyle ki, 1836’da Tanzimat’ın kabul edilmesinden sonraki 30 – 40 yılda Osmanlı topraklarında herkese tanınan etnik ve dini haklar sayesinde yalnız bir birey ya da seyrek rastlanan bir vaka olarak zenginlik ve varlıklı yaşayış olayları değil, köy ve mahalle, şehirlerde semt olarak da topluca gönençli yaşama uzanıldığı anlatılıyor.
Bu Bulgarlarının verdiği “kahraman”, “kanlı” vs. mücadele sonucu olmamıştı. Sultanlıkta herkese tanınan haklar ve özgürlükler sonucu mümkün olmuştur.
Bulgaristanlı Türkler 1878’den beri Vatanlarında zor zar yaşıyor. 140 yıldan sonra “Türk çarşısı”, “Türk kültür merkezi”, “medrese”, “Türk Hamamı”, Türk Çeşmesi” “zengin Türkler”, “varlıklı Türk vatandaşımız” gibi sözler bile unutturuldu.
Göz boyamak için milletvekili Ramadan Atalay, eski tarım bakanı Mehmet Dikme ve daha birkaç Türk zengine şans güldü. Ve olay bitti. Kimin cebinde kaç para olacağı “saraya” soruluyor. Çoktan emekli olan Lütfü Mestan’ın formülünü yazmayı bilmediği “Petrol” işlerinden ayda 15 bin leva cepliyor, o da yine “sarayın” kararıyla oluyor. “Saray” demeden kanatlı kuş olsan uçamazsın. Ruhlarını satanları da halkımız besledi, yedirdi içirdi, fakat onlar bir öğrenciye bir bilgisayar almadı, bir ana okula iki çizgi filmi hediye etmedi… Masa başında başlayan muhabbetler masa altında bitti… Ya da A. Doğan gibi büyük büyük okul binaları kurduranlar, kapıda nal gibi sallanan anahtarı bir türlü açamadılar. Göstermelik bir yaşamın bataklığına itildik ve aslı bizim yaşadığımız hayat endişeli oldu.
Ana konuma geçmezden önce, son yazılarında ÖZGÜRLÜK konusuna değinen ve “özgürlük bir ihtiyaçtır” diye vurgulayan Sayın Musa ve Şakir kardeşlerime teşekkür etmek isterim.
Evet, halk topluluğumuzun işi olması, daha iyi yaşaması, çocuklarını anadil öğreten okullarda okutması, dinimi, tarihimiz ve gelenek göreneklerimiz üstüne bilgilendirilmesi, özgün kültürümüzü yaşatması, radyo, basın ve TV yayınlarımız olması bizim ihtiyacımızdır, yani bunlar bize verilmediği için bir özgür sayılmayız. Bulgar uyanış çağı Gabrovo kentindeki “Apriltsi Okulu”ndan yola çıkmıştır. Okulu olmayan azınlıklar devamlı karanlıkta kalmaya mahkümdur.
Şöyle bir noktaya da değinmeden geçmek istemiyorum. Bizim orada dilenciler vardı. Kapı, duvar aşırı, köy, mahalle dolaşır, hep bir şey isterdi. El açtıkları akıllarına gelendi. İş göstersen, olmaz, çalışmazlar, çünkü dilenmek daha kolaydı.
Bizi tıkayan da bunun bir benzeridir. Vergimizi verdiğimiz Bulgar devleti 1950 yıllarının başında bir eliyle al, öteki eliyle ver taktiği uyguladı ve bir anda anadilimizde olmak üzere manevi haklarımızı topluca verdi. Veriş o veriş sonra da yasaklar koyarak geri almaya başladı ve bugün bizi tam takır duruma getirdi. Artık elimiz boş ve verecek bir şeyimiz de yok. Biz şu devletten, HÖH-DPS partisinden bir şeyler umutlanmaktan tamamen vazgeçelim ve kendi sorunlarımızı kendimiz çözmeye başlayalım. El ele verip, önce bir gazete çıkaralım, okuyalım, okutalım, haberleşelim, yani arı kovanı vızıldamaya başlasın, ardından nasılsa gelir diyorum. Bu konuma başka bir yazımda devam edeceğim, beklediğiniz konuya geçiyorum. Bundan 25–30 yıl evvel yasaklar konusunu sevilen yazarlarımızdan Ömer Osman şöyle kaleme almıştı: