Muazzez YURDAKUL
Önce Yeni Yılınızı kutluyorum Sayın okurların. Bu sene de beraber olma mutluluğunu birlikte yaşayalım temennilerimle hepinize sağlık, başarı, aileniz sansa sadet, emelleriniz varsa gerçekleşmesini, biz Türkler olarak diğer insanlara örnek olmaya devam etmemizi içtenli dileklerin buketinde özel olarak sunuyorum.
İyi ki varsınız. İyi ki yazıyorsunuz.
2014’ün son notunu Amerika’dan Bulgaristanlı bir diş hekimi aileden aldım.
“Adalet Yolu Uzundur” yazımdan etkilenmişler ve totaliter Bulgar dönemi yıllarından Türk asıllı yazarlarımızın olayları anlatımını, neden netice bağlamında düşüncelerini çok ilginç bulduklarını yazmışlar. Teşekkür ederim
Yine sevilen yazarımız Koşukavaklı Ömer Osman Erendorum’un 1984’te evrak üzerindeki isim, baba adı ve soyadlarımızı değiştirme zorlamasıyla başlayan genel kapsamında kimlik değiştirmeyle “Bulgarlaştırma” ve Etnik Temizlik ve Kültürel Soykırım olan yüz karası sürecin ilk günlerini anlatan İLK TOPLU DİRENİŞ başlıklı, bundan 25 yıl önce kaleme alınmış yazısını seçtim. Bu süreç de sizleri Amerikalara kadar savuran kasırgadır.
İzninize sığınarak, yeni yılın ilk gününde, sizlere 2014’un son günlerinde Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov’un elektronik haber sitesinde yayınladığı şu sözlerinden çok etkilendiğimi bildiriyorum:
“Türk asıllı vatandaşlarımızın gönlünde çok derin yara açan, aşılmaz bir tahribat yaratan, kendilerine ve yakınlarına uygulanan zulüm, komünist partisi tarafından ya da “reformcu komünistlerin” aklına estiği gibi bir çırpıda silinip unutturulacak bir şey gibi görüldü.”
“Son 25 yılda ülkemizde hızla artan cinayetler, rüşfet olayları ve dolandırıcılık ortamında hiç kimse isimlerin değiştirilmesi, etnik temizlik ve kültürel soykırım yapanlardan hesap sormadı.”
“Türklere yapılan zulme politik “AF” olamaz!
İnsan olan insan yapılanları unutamaz!
Bu cinayetlere hukuksal geçerlilik süresi uygulanamaz!”
Bu beyan yaralarıma mehlem oldu. Sizin de aynı hisleri duyulmadığınıza inanmak istiyorum.
Şimdi, hatıra defterimizi açıp, 30 yıl önceye dönüp, yazar Ö.O. Erendoruk’tan okuyoruz.
İlk Toplu Direniş
Güneydoğu Rodoplar’da, amacına kısmen de ulaşabilmiş olsa, toplu direniş, Eğri Dere kasabasına bağlı Tozçal köyü Türkleri başlatmışlardı. Köy meydanına toplanan halkı polis polis dağıtmak istediyse de başaramamış, kaba güce başvurmaları da bir sonuç vermeyince, durum iyice gerginleşmişti. Bu olay etraf köylere yıldırım hızıyla yayıldı. Ölmüş ve cansız gibi görünen gönüllülerde u m u t kıvılcımları belirmeye başlamıştı. Bu kıvılcımlar bize, uzaklarda, çok uzaklarda, karanlığın içinde cılız cılız ışımaya başlayan bir mum etkisi yaptı. Demek toplu mukavemet gösterme olanağı hayal değil, olabilir bir şeydi. Tozçallıların 24 Aralık 1984 günü yaptıkları, 25 Aralık’ta Kirli köylüleri, 26 Aralık’ta Mastanlılar denedi. Kirli’den Cebel’e doğru yola çıkan kalabalık, yolda askerler tarafından karşılandı. “Durun” emrine uyuldu ancak, ancak “Dağılın” emrine uyan olmadı. Askerler önce göz yaşartıcı bomba attılar, gene kimse dağılmayınca, ateş ettiler. Ölü ve yaralılar arasında bir de çocuk vardı. Mestanlı kasabasına büyük sayıda asker ve polis takviye edilmiş olsa da, gösteri ateş etmeye lüzum kalmadan dağıldı. Bulgar askerlerinin ateş edemeyeceği umuduna kapılan halk ertesi günü, teşkilatlı halde otobüs, otomobil ve kamyonlarla Mestanlı’ya akın ettiler. Sokaklar tıklım tıklım dolmuştu. Bulgar subayların “Dağılın! Evlerinize gidin!” emirlerini halk taşçıl bir susuşla karşıladı. Bir yandan 5 bine yakın Türk dolmuş olan ve Türk kalarak yaşamak isteyen halk vardı, öte yandan dişlerine kadar silahlı Bulgar askerleri. Sinirler korkunç gergindi. Hava barutlaşmış gibiydi. Bir kibrit çakılsa korkunç bir infilak olacağa benziyordu.
Bu arada komünist partisinin cipleri Sofya’dan gelip, kasaba dışına koşan helikoptere koştular. Varıp dönmeleri bir oldu. Halk helikopterin Sofya’dan geldiğini biliyordu. Umut değil mi bu? İyi haber bekliyorlardı ve … iyi haber halkın üzerine otomatik silahlarla ateş etmek şeklinde kendini gösterdi. En doğal haklarını, en insancıl ve en barışçıl bir biçimde isteyen Türkler gaddarca öldürülüyordu. Tanklar ve zırhlı araçlar halkın üzerine sürüldü. Yerde can çekişenler, kaçışanlar, inleyenler bir yanda, ellerinde coplar ve kurt köpekleriyle halkı tartaklayıp döven askerler ve polisler öte yanda. .. Mestanlı’nın sokakları ana baba günüydü. Bulgaristan komünistlerinin eline Türk kanı bulaşmıştı. Bu yıllardır her türlü yollarla çocuklara, gençlere ve yaşlılara aşıladıkları Türk düşmanlığının kendilerince sabırsızlıkla beklenen ve özlenen bir sonucuydu. Polis veya sivil, erkek ya da kadın, çocuk ya da ihtiyar, her Bulgar, nerede, nasıl, nice ve niçin bulunursa bulunsun, her şeyden önce Türk’ten, Türklükten geberesiye nefret ediyordu. Bu, anormal durum elde edilmemiş olsaydı, Bulgar komünistleri böylesine sapık ve gaddarca bir hücuma geçmeye cesaret edemezlerdi.
Bulgar komünistlerinin yaptıkları bu çağdışı hareket, bu katlıam, bu soykırım, isim değiştirmekten, onların gülünç değimiyle “Yeniden doğmaktan” ziyade “Yeniden öz alma” ya benziyordu. Hayır, benzemiyor, öyleydi. Çünkü her ele geçirdikleri fırsatta, dövmek, küfür etmek, hakaret etmek, sakatlamak için bahane arıyor, buluyor, bulmazsa uyduruyordu. Kişinin, kendisiyle bütünleştirmek, beraberleştirmek, tuz ekmek olmak istediği bir diğerini vara yoğa tartaklamasının dövmesinin, küçük düşürmesinin, aşağılayıcı duruma sokmasının başka izahını düşünemiyordu.
Dediklerime birkaç örnek:
Mestanlı Emniyet Dairesi’nde tutuklu Türker’den birisine kaç çocuğu olduğunu sormuşlar, dört demiş, çok çocuk yaptığından ötürü dövmüşler; bir başkası aynı soruya bir çocuğu olduğunu söylemiş, bu sefer de niye çok çocuk yapmadın diye dayak yemiş; bir gencin cebinden çıkan kağıtta “İndim çeşme başına/ Yazı yazdım taşına/ Gelen geçen okusun/ Neler geldi başıma/ türküsü yazılıymış. Tercüme edince, “Neye çeşme taşına yazı yazıyorsun? Kağıt mı yok!” diye dövmüşler. Ev yaptım diye yaptığı için, yapmadım diyen yapmadığı için dayaktan geçirilmiş.
Tenha dağ köylerinde evlerin kapıları açık olduğu halde pencereler, kapılarak bir güzel kırılarak içeri giriliyor, isimleri değiştirme işi tamamlanıncai gelinlik kızların çeyizleri kıyım kıyım kıyılıyor, sonra da ırzlarına geçiliyordu.
Güneydoğu Rodoplar’da bu olaylar sürüp giderken, Kuzeydoğudaki Türklere, güneylilerin tümünün Pomak olduğundan, adlarının bu yüzden değiştirildiğinden, düzenledikleri toplantılarda uzun uzun bahsediyorlarmış. İnanmayanlar da varmış ya. Büyük çoğunluk kanmıştı. Bu, Bulgarların çok işine yaradı. Böylelikle, oralarda çıkabilecek toplu mukavemet önlenmişti. 27 Aralık 1984’te Mestanlı olayları Bulgarları bize karşı daha gaddar olmaya zorlamıştı. Ocak ayında köy ve şehirlerde, toplu direniş göstermede halka öncülük edebilecek, yol gösterebilecek bütün erkekleri yedek asker diye alıp götürmüşlerdi. Onların arasında 20 yaşından tutup 65 yaşına kadar erkek vardı. Ve de ağır denecek hastalar… Bu tutsakları gruplara ayırıp Bulgaristan’ın çeşitli yerlerine götürmüşler, sıkı kontrol altına almışlar ve birer birer adlarını değiştirmişler. Gruplardan birinin Blagoevgrat’ta bir diğerinin de Roman’da olduğunu öğrendim. Onlardan bazılarını daha sonra Belene Ölüm Kampına getirdiler. Anlattıklarına göre, tuvalete bile silâhaltında varıp geliyorlarmış.
Kuyezdoğu Bulgaristan Türklerini “Yedek Asker” alınca köyler ve şehirler tank zırhlı araba ve helikopterlerle çok sayıda askerle kuşatılıp adları değiştirildi.
İslimiye şehrine bağlı Alvanlar köyü direnen tek köydü.
Öte yandan, polis, mukavemet gösteren veya göstermeyen bazı kişileri tutuklayıp belirsiz bir yerlere sürüyordu. Götürdükleri yerin belli olmayışı Türk halkı arasında korku yarattı.
1984’ün güzünde Kırcaali hastanesinde ameliyat oldum. Ameliyattan 5 gün sonra doktorlar bana böbreklerimdeki taşı değil, böbreğimi aldıklarını söyledi. Bunun gerçek nedenini hala öğrenmiş değilim. Ameliyat yarası kapanmadan taburcu oldum. Manevi ağırılar maddi ağrıları unutturuyordu. Dışarıda gözyaşları akıtılıyor, kan dökülüyordu. bir şeyler yapmak gerekti. Yapabilecek durumda değildim oysa. Odamda için için üzülüyor, çaresiz kıvranıyordum. Kırık kalemimle beyaz kağıt üzerine dökebildiğim şiirlerin kimseye yararı yoktu. Şiir dediğin okuyucuyu düşündürür, duygulandırır, şahlandırır, ayaklandırırsa şiirdir.Nemli bodrumlarda gömülü tutulanların, Bulgar polisinden bucak bucak saklananların kaderi daha beterdi. Ömür boyu kafeste kapalı tutulan kanarya kuşu, hiç değilse günde iki, üç kez bari sesini duyurabiliyordu birkaç kişiye. Ben bunu da yapamıyordum. Eski dostlar, ortalıkta kol gezen korkudan olacak, benimle ilgilenmiyorlardı. Bu halimle ben bir ölüden farksızdım. Çünkü ölü dediğin, sadece ölmekle olmuyor, ölmeden de ölünüyordu.
Beni böyle ağır durumda, kollarımı kelepçeleyip, Belene Ölüm Kampı’na yolladılar. Tek böbreğimdeki taş büyüyor, durumum ciddileşiyordu. İdrarımı tutamıyordum. Bu, böbrek ameliyatı sonucu bir hastalıkmış. Tekrar hastanede yatmama rağmen, tedavi için tek bir hap bile vermediler, taburcu edildim. Anladığıma göre, talimatı dışarıdan veriliyordu.
Ada’da sağlık durumum daha da kötüleşti. Piolonefrit (böbrek hastalığım) iyice azmıştı. İştahım yoktu. Olsa ne çıkardı? İçinde birkaç domuz kulağı kırıntısı koşuşan bulanuık suya yemek demek güçtü. İki üç yüz metre yolu dinlenmeden yürüyemeyecek duruma düşmüştür. Tutuklular arasında doktorlar da vardı ya, ellerinden ne gelir ki?
Benim uzun ve esaslı bir tedaviye ihtiyacım vardı. Ölmek için gönderildiğimiz ÖLÜM ADASI’ nda bunun rüyası bile gülünçtü.